Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
“Zor” aracı olarak “kolluk kuvvetleri”
Güney Çeğin
ÇOK değil, son bir ay içinde, Türkiye’nin siyasal şiddete ilişkin bozuk olan sicilinin daha da kabardığını söylemek mümkün: Özlük hakları için eylem yapan TEKEL işçilerine kolluk kuvvetlerinin “denetimsiz güç kullanımı”, DTP’nin kapatılmasının öncesi ve sonrasında ülkenin dört bir yanında yaşanan şiddet olayları, İstanbul Dolapdere’de döner bıçağı ve tabancayla DTP’lilere saldıran vatandaşlar, polise taş atan çocuklar ve gündelik hayatın tüm katmanlarına nüfuz etmiş, saymakla bitmeyecek pek çok şiddet olayı…
Peki, Türkiye’de -şiddet olgusunun her dönem kendine özgü dinamikleri olduğunu kabul etsek bile- siyasal şiddete süreklilik kazandıran, dahası şiddeti ve onun farklı türevlerini devlet katında “vazgeçilmez” kılan nedir? Soruyu bir başka güzergâhtan şöyle sormak da mümkün: Bireyi şiddete meyilli kılan veya onu şiddet faaliyetine aracı kılarak iktidarla “suç ortağı” haline getiren mekanizma nasıl işler?
Bu soruların cevabını, Türkiye siyasal alanının kendine özgü dinamiklerinde aramak gerekir. Çünkü şiddet olgusunu, şiddetin kendisinden yola çıkarak açıklamak, bir anlamda onu oluşturan sosyo-tarihsel ve sosyo-ekonomik koşulları göz ardı etmek anlamına gelir ki bu da bütünü görmemizi engeller. Öyleyse evvela, “devlet zoru” ile “siyasal şiddet” kavramları arasındaki sosyolojik ilişkiselliği ortaya koymak, ardından da “kolluk kuvvetleri”nin araçsallaşması sorununun iç yüzünü soruşturmak gerekir.
 
I.
Alman düşünür Carl Schmitt’in devlet aygıtının yurttaşla olan asli ilişkisini gayet samimi biçimde ifşa ettiği “protego ergo obligo”su (koruyorum, o halde zorluyorum), Cumhuriyet tarihinin büyük bölümüne damgasını vuran “zor ve şiddet olgusu”nun temelini gayet öz bir biçimde yansıtır. Dolayısıyla iktidar yapılarının sonucu/çıktısı ya da onlara verilen karşılık/tepki şeklinde tecessüm eden farklı şiddet repertuvarları, modern Türk siyasal tarihini tahlil etmek için anahtar konumdadır. Tam da bu noktada, siyasal şiddet konusuna ilişkin özgün biçimlenmeleri daha doğru kavramak için tarihsel sosyolojinin önde gelen isimlerinden Charles Tilly’nin önerdiği ayrıma başvurabiliriz. Aksi takdirde devlet zorunun tezahürü olan fiziksel şiddet ve devlet aygıtına eklemlenen paramiliter yapılanmaların etkinlikleri ile devleti tehdit eden siyasal eylemleri aynı kefeye koyma yanılgısına düşebiliriz.
Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletleri adlı kitabında devlet aygıtının kullandığı “zor/coercion” ile devleti hedef alan “şiddet” arasında -her ne kadar birbirleriyle iç içe kavramlar da olsa- normatif bir ayrıma gidilmesi gerektiğini yazar. Zor, devletin, kendi otoritesini dayatmak, egemenlik mekanizmalarının idamesini sağlamak için uyguladığı bir şiddet formudur. Diğeri ise söz konusu mekanizmaların reddine dayalı olarak toplum katında somutlaşan, toplumun marjlarından gelen bir şiddet biçimidir.
Bu ayrımı, Türkiye siyasal hayatına uyarlarsak; zor kavramı, Türkiye’de modern siyasal hayatın oluşumu açısından, devlet aktörlerinin sürekli olarak başvurduğu bir iktidar kurma ve meşruiyetini onayla(t)ma stratejisinin ayrılmaz bir parçası olur. Zira Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkenin idari, iktisadi, hukuki vs. düzeninin “organik” ve “entegre” bir bütünlük içerisinde tesisi; bu bütünlüğün reelpolitik bir strateji olarak katı bir devletçilikle özdeş sayılması; etnik, mezhebî ve ideolojik ayrılıkları düzleştirebilecek bir örgütsel formun egemen kılınması; belki de en önemlisi devletin kurucu özünü tanımlayan Türk ulusal kimliğini olumsuzlayan tüm kimliklerin “iç ayrışma süreci”nin müsebbibi sayılarak dışlanması söz konusu olur ve tüm bu etkenler Türkiye’deki mevcut siyasal şiddetin parametrelerini teşkil eder. Kısaca Kemalist otoriter yapı, başından itibaren “zor”u tekelleştirmeyi tercih eder, meşruluğu keyfilik sayar. Tilly’nin ayrımının diğer yanındaysa, gündelik hayatın içinde palazlanan, toplumun marjlarından devlete yönelen, kimi zaman da toplumun değişik katmanları arasındaki olası gerilimlerde “linç kültürü”ne neden olan “toplumsal şiddet” kavramı vardır. Ancak analitik açıdan, bu iki şiddet formunu birbirinden ayırsak da, her iki kavram da birbirinin nedeni ve koşuludur.
 
II.
Zor ve siyasal şiddet, birbiriyle sosyolojik bir devamlılık ilişkisine sahiptir ve Türk siyasal hayatının açıklayıcı değişkenleridir. Peki, “kolluk kuvvetleri”nin şiddet kullanımını nasıl okumamız gerekir?
Eğer devlet aygıtı, mikro-iktidar ilişkileri içerisindeki işbirlikçileriyle, yurttaşlar üzerinde fiziksel şiddet tekelini kimi zaman pervasızca kimi zaman da -sembolik şiddetin uygulanmasında olduğu gibi- sinsice sürdürmekte beis görmüyorsa, tüm yurttaşların bir şiddet ekonomisi içinde yaşamayı sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, ne şiddete maruz kalan kişi ne de şiddeti uygulayan kişi bu ekonominin belirlenimlerinden muaftır. 
Organize edilmiş ve sistematikleştirilmiş devlet şiddeti, devlet adına hareket eden yöneticilerin, hukuk veya hukuk dışı pratikler aracılığıyla “güvenlik” adına şiddet uyguladıkları bir şiddet formu olup, genelde toplumsal parçalanma süreçleri yoluyla kendini yeniden üretir.
Bu yeniden üretimin ana manivelalarından biri, belki de en önemlisi, işi güvenlik tesisinden çok toplumsal denetimi sağlamak olan “kolluk kuvvetleri”dir.
Bu bağlamda “zor” aracı olarak “kolluk kuvvetleri”nin faaliyetlerini, Türkiye’yi kıskacına alan ve kendisini yeniden üreten şiddet sarmalının “dolaysız bir yansıması” olarak değerlendirebiliriz.
Peki, yukarıda tasvir ettiğimiz şiddet ekonomisi, salt Türkiye siyasal alanının tarihsel arka planı ve devlet stratejileriyle açıklanabilir mi? Tabii ki her şeyi devlet pratiklerine bağlama kolaycılığına kapılmamak gerekir. Her ne kadar “kolluk kuvvetleri ve siyasal şiddet” bağlantısına ilişkin analizlerin 2005’te Ceza Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, 2006’da Terörle Mücadele Kanunu’nda ve 2007’de Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda gerçekleştirilen yasal düzenlemelere ve Türkiye’nin sancılı demokratikleşme sürecine referansla yapılması gerektiği aşikâr da olsa, şiddeti bizim için “olağan” kılan mekanizmanın tam da toplumun bağrında kurulduğunu (aşiret yapılarının varlığından eğitim aracılığıyla tesis edilen sembolik şiddet düzeneklerine, faili meçhul cinayetlerden aile-içi şiddete kadar her yerde üretilen sayısız şiddet formu) teslim etmek gerekir.
Bundan ötürü “zor”un meşruluğunu ve siyasal şiddetin sürekliliğini bozacak birtakım seferberlikleri gündeme getirmek gerekir: Farklı kimlik gruplarına karşı uygulanan kurumsal ve gündelik ayrımcılıkla malul taşlaşmış devletçilik anlayışına karşı çıkmaya, demokrasi açısından sicili zayıf tarihimizle yüzleşmeye, modern hukuk devletinin standartlarını sağlamaya, demokratik kuvvetlerin hegemonyasını kurmaya, hür düşünceyi kanaat teknisyenlerinin tekelinden kurtarmaya çalışacak bir seferberlik… Yoksa, giderek aşınan “kamu vicdanı”, sadece nostaljik bir nosyona dönüşme tehlikesiyle baş başa kalacaktır.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Güney Çeğin