Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
İsrail’in 62. terör yılı
A. Kemal Bersay
İSRAİLLİLER, Yahudi takvimine göre bu sene 19 Nisan tarihinde “bağımsızlık” gününü kutladılar. Bu kutlamalar aslında her zaman hüzün ve ağıtlar eşliğinde yapılırdı; fakat bu sefer İsrail’de insanların ruh hali daha da kötüydü. Zira İsrail’in durumu ekonomik açıdan eskisine göre daha iyi olsa da uluslararası arenadaki siyasi konumu ve bölgedeki gücü açısından tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Bunun da üç temel sebebi var: İran’ın nükleer enerji konusunda kaydettiği ilerleme, Türkiye’nin Ortadoğu’da oynadığı liderlik rolü ve İsrail’in Amerika’yla olan ilişkilerinde yaşanan gerilimler. İsrail’in stratejik etkinliğini zayıflatan bu gelişmelerin psikolojik etkisi ise zaten moral açıdan her zaman sorunlu olan bu ülkeye çok olumsuz yansıyor. Bugünlerde yaşanan gelişmeler, kurulduğu günden bu yana “olağanüstü hal” altında yaşayan İsraillilerin halet-i ruhiyelerini daha da karartıyor.
 
İsrail’in “Bağımsız” Terör Tarihi
Günümüzde “dünyanın en gelişmiş cinayet şebekesi” payesini kimselere bırakmayan İsrail devleti, 14 Mayıs 1948’de yine terör metotları sayesinde kuruldu. Devletin kurulmasının ardından orduya dâhil edilen ve yöneticileri kilit pozisyonlara getirilen Haganah, İrgun ve Lehi adlı yeraltı örgütleri, 1940’lı yıllar boyunca yalnızca Müslümanlara karşı değil, kendilerine Filistin topraklarını “armağan” eden İngilizlere yönelik olarak da terör eylemlerine girişmişti. İsrail’in kurucuları ve bugüne kadar önde gelen neredeyse bütün siyasetçileri, hep bu çetelerde aktif görev alan kişiler veya onların ailelerinden olageldi. İrgun ve Lehi’nin liderleri Menahem Begin ve İzak Şamir, Likud Partisi’nin ilk kez iktidara geldiği 1977’den 1992’ye kadar (1984-86 dönemi hariç) başbakanlık görevini yürüttüler. Askerî “kariyer”ine Haganah’da başlayan ve savunma bakanı olarak 1982’de Sabra ve Şatilla Katliamı’nı bizzat sevk ve idare eden eski general Ariel Şaron ise 2001-2006 arasında başbakanlık yaptı; İkinci İntifada’dan ve bu dönemdeki katliamlardan sorumlu isim oldu. İsrail’in bugünkü cumhurbaşkanı Şimon Peres de başbakanı Benyamin Netanyahu da selefleri gibi hep eli kanlı isimler.
İsrailli terör örgütleri 1946’dan başlayarak Filistin ve çevre ülkelerdeki Müslümanlara yüzlerce defa saldırdı. Bunlar içinde, ölü sayısı 40 ile 1200 arasında değişen büyük ölçekli katliamların sayısı bile yüze yaklaşıyor. İsrail’in “bağımsızlığı”nı ilanından önce 9 Nisan 1948’de İrgun militanları Filistin’deki Deir Yasin köyünü basıp 254 Filistinli sivili katletti. Bundan dört gün sonra Nasırüddin köyünden 40 kişiyi, Mayıs ayı içinde de Tantura’da 200 sivili öldürdüler. Yalnızca Ekim ayı sonunda el-Halil’de iki ayrı köye yapılan baskında 500’den fazla insan öldürüldü. 1948 boyunca devam eden etnik temizlik uygulamaları nedeniyle bölgede yaşayan 1,4 milyon Arap’tan 800 bini anavatanlarından kovuldu; 531 yerleşim yeri yerle bir edildi. 
İsrail’in terör teknikleri ve katliamları 50’li, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca da aralıklarla sürdü. 1980’ler ise tam bir dehşet dönemiydi. Özellikle 6 Haziran 1982’de Lübnan’a girerek Batı Beyrut’u kuşatan İsrail birlikleri, 3 ay içinde 18 binden fazla insanı öldürdüler. 16-17 Eylül’de ise dönemin Savunma Bakanı Şaron’un izniyle Lübnanlı Falanjist militanlar tarafından gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla Katliamı’nda ise yaklaşık iki bin Filistinli mülteci öldürüldü; tanınmaz hale gelen cesetlerin yalnızca 328’inin kimlikleri tespit edilebildi. Meşhur “Beyrut kasabı” Ariel Şaron ve alnından vurularak öldürülen üç aylık bebek Ziyaüddin, bu katliamın simge isimleri oldular.
Nispeten “sakin” geçen 90’lı yılların ardından dehşet dönemi tekrar başladı. 2000 yılı Eylül’ünde Şaron’un maiyetindeki yaklaşık bin silahlı askerle Mescid-i Aksa’yı “ziyaret”inin ardından başlayan İkinci İntifada’ya İsrail’in cevabı yine katliamlar oldu. Yaklaşık 13.000 Filistinlinin barındığı Cenin Mülteci Kampı’na saldıran İsrail askerleri iki hafta içinde 1.300 kişiyi öldürdü. 2006 Temmuz’unda tekrar Lübnan’a saldıran ve misket bombaları kullanmaktan çekinmeyen İsrail ordusu 1152 sivili katlederken, geçen yıl da Gazze üzerine yağdırdığı ve aralarında beyaz fosforun da bulunduğu yaklaşık bin ton bombayla 1400’eyakın insanı öldürdü; böylece İsrail, bölgede tek var olma yönteminin etnik temizlik ve terör olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bütün bunların yanı sıra, ülke içindeki Araplara ve hatta Avrupa kökenli (Aşkenazi) olmayan Yahudilere de 62 yıldır ayrımcı politikalar uygulayan İsrail’in kendi vatandaşlarına yönelik insan hakları karnesi de oldukça zayıf. Bir “Yahudi devleti” olduğunu iddia eden İsrail eğitim, fırsat eşitliği ve siyasi haklar bakımından Sefarat ve Arap Yahudilere ikinci sınıf, Afrika kökenli Yahudilere üçüncü sınıf, Arap Müslümanlara ise dördüncü sınıf insan muamelesi yaptığı için çokça eleştiriliyor.
 
İsrail Dönüm Noktasında
Tarihi adeta terör, katliam ve ayrımcılıktan ibaret olan İsrail devletinin geleceği de pek parlak görünmüyor. Zira ülkenin durumu ekonomik olarak kötü olmasa da siyasi, ideolojik ve askerî alanlarda İsrail çok zor durumda. Dörtte üçü Yahudilerden oluşan 7,5 milyona yaklaşan nüfusu, 62 yıl öncesine göre dokuz kat artmış durumda ve yıllık %1,8 nüfus artış oranına sahip, ki sanayisi olan küçük bir ülke için bu iyi bir oran. Aynı şekilde kişi başına düşen yıllık geliri 30 bin dolara yaklaşan İsrail bu açıdan gelişmiş ülkeler düzeyinde. Elbette kimi gelişmiş ülkelerde olduğu gibi etnik ayrımcılıkla örtüşen sınıfsal ayrışma ve eşitsizlikler İsrail toplumunun da en temel iç sorunlarından biri.
Ancak İsrail’in çok daha büyük dertleri var. Bunların başında da İran kaynaklı -muhayyel ya da gerçek- tehdit geliyor. İran’ın uranyum zenginleştirme projesine ısrarla devam etmesi ve başta Amerika olmak üzere Batı dünyasından gelen tenkit ve tehditlere -şu ana kadar- direnmesi İsrail’i çok endişelendiriyor. Zira İran’ın nükleer silaha sahip olması, İsrail sağının temsilcisi Jerusalem Post gazetesinin ifadesiyle, kendileri için “varoluşsal bir tehdit” anlamına geliyor. Elbette, ülkeye hâkim olan sağcı-milliyetçi söylem çerçevesinde, İsrail’in 200’den fazla nükleer silaha sahip olması ve bunu sıkça komşularına karşı üstü kapalı bir tehdit unsuru olarak kullanması gibi ahlaki sorunlar, bu tür hayati meselelerin yanında önemsizleşiyor. Ayrıca “realist” bakış açısına göre uluslararası ilişkilerde duygulara yer olmadığı gibi ahlaki kaygılara da yer yoktur! Zira söz konusu olan İsrail’in çıkarlarıysa gerisi teferruattır. İsrail’in kurulduğu günden bu yana Müslüman Araplara uyguladığı katliam ve soykırım politikaları da ancak bu perspektiften değerlendirilmelidir.
İsrail’de hem sağ hem de sol eğilimli siyasetçileri ve aydınları İran tehdidi kadar endişelendiren bir başka konu ise Amerika’yla gerilen ilişkiler. Zira İsrail’in her türlü zulüm ve baskı politikalarına açık çek veren Bush yönetiminin aksine Obama liderliğindeki ABD daha ahlaki ve insani bir tutumu önceliyor. Elbette Obama yönetimi bunu yalnızca ahlaki kaygılarla değil, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin bir gereği olarak da yapıyor. Zira Bush yönetiminin İslam Dünyası’na yönelik politikalarının tamamı iflas etmişti. Bunu gören Obama yönetimi, “realist” bir bakış açısıyla, yani ABD’nin çıkarlarını önceleyerek İsrail’i kayıtsız-şartsız desteklemekten vazgeçti. Bu ise İsrail’in siyasi elitini çileden çıkarıyor ve onları irrasyonel davranışlar sergilemeye sevk ediyor. Yine Jerusalem Post’un ifadesiyle, “Beyaz Saray’ın, Yahudi devletinin çıkarları konusunda aşırı hassas davranmaktan vazgeçmesi”, yani mesela mevcut İsrail yönetimini Filistinlilerle anlaşma masasına oturma konusunda zorlaması, İsrail’in hiç hazmedemeyeceği bir şey. Bu durum, İsrail hükümetini olmasa da, ülkedeki akl-ı selim sahibi aktörleri derinden düşündürüyor. Zira İsrail’in artık Ortadoğu’da ABD’nin “şımarık çocuğu” rolünü oynayamayacağını, bu tutumun ABD’nin hayati çıkarlarına zarar verdiğini görüyorlar.
İsrail’i düşündüren üçüncü bir konu da Türkiye’nin son sekiz yılda sergilediği başarılı dış politika performansı sonucunda genelde İslam Dünyası’nın, özelde Ortadoğu’nun lider ülkesi konumuna gelmiş olması. Zira Türkiye’nin yıldızının yükselmesi, bölgede İsrail’in hem ideolojik hem de siyasi gücünü azaltıyor. Türkiye’nin ince gücünü ustaca kullanabileceği fırsatlar ve “one minute” vak’asıyla simgeleşen insani ve dik duruşu, bölge halklarının gönlünü kazanırken İsrail’in endişelerini arttırıyor. İsrail hükümetinin Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman gibi kimi “aşırı” mensuplarının sergilemekten geri duramadıkları irrasyonel hareketlerin en önemli sebebi de bu. Dolayısıyla bir yandan Amerika diğer yandan bölgedeki en yakın müttefiki Türkiye ile olan ilişkilerinin geril(e)mesi, İsrail’e pahalıya mal oluyor.
İsrail’in uluslararası camiada da itibarı bir hayli gerilemiş durumda. Filistin halkına yaptığı zulümleri Holokost faciasının ardına sığınarak meşrulaştırmaya çalışması da pek işe yaramıyor artık. Zira en sadık dostlarından AB bile İsrail’in baskıcı politikalarını ve keyfî olarak şiddet kullanmasını onaylamıyor. Uluslararası kamuoyunun gözünde İsrail imajını belirleyen şey, Nazilerden kalan soykırım anıtları değil artık, Filistinlilere uygulanan zulümlerin somutlaştığı kontrol noktaları ve ırkçı politikalar. İsrail halkı denince akıllara, bir zamanlar mazlum Yahudilerin gruplar halinde tıkıldıkları Alman toplama kampı görüntüleri değil, Arap topraklarındaki gayrimeşru Yahudi yerleşimleri geliyor artık. “Bağımsızlık” günlerini 62 yıldır süren savaşta ölen askerlerini anarak kutlayan İsrail’i aydınlık bir gelecek beklemiyor; zira terör, etnik temizlik ve ayrımcılık tarihinin hayaleti bu ülkenin geleceğini karartmaya devam edecek.

Paylaş Tavsiye Et