Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Film icabı ölmek
Hasanali Yıldırım
İLK konulu Amerikan filmlerden biri durumundaki 12 dakikalık Büyük Tren Soygunu’nun ilk gösteriminde, silâhlar sessiz patladığı halde bir avuç izleyici, sıkılan kurşunlardan yaralanmış gibi haykırmaktan kendilerini alamaz. Dahası, kalabalığın gözünün içini hedefleyen silâhın patladığı sahnede tam bir arbede yaşanır. İşin ilginci, sinema, canlarını kurtarmak için birbirini çiğneyen bu insanlar denli etkileyebileceği bir izleyici kitlesini bir daha yakalayamayacaktır. Buna karşın, o gün bugündür sinema ekranlarında silâhlar patlamakta. Kimileyin gangster filmleri kılığında, kimileyin de western formatında. Ama en çok da savaş filmlerinde… Ateşlenen silâhlarla kan gövdeyi götürmekte, çığlıklar ayyuka çıkmakta. Sanki tarih boyunca bilinen ve bilinmeyen yeryüzünde ne kadar savaş yaşanmışsa, her biri için en az bir anıt mum dikmek istiyormuşçasına savaş filmleri çekilmekte Hollywood’da. 
Bu filmlerin müdavimi durumundaki insanlar, izleyiciyi nişan alan bu ilk patlamadaki kadar korkmasalar, baygınlık geçirmeseler de silâh patlamalarından, sandıklarından çok daha fazla etkilenmekteler.
Bu vahşi ilgi, aslında son derece masum bir biçimde başlar.
I. Dünya Savaşı sırasında cephe haberleri, hep sinema aracılığıyla, asıl film başlamadan önce kısa belgesellerle Amerikan halkına aktarılmaktadır. İnsanlar bu filmlere öylesine ‘tuhaf’ bir ilgi gösterir ki, bu ilginin doğurduğu çarpılma hali, kapitalizmin çıkar mekanizmasını hemen devreye sokar.
 
Neresi Kötü!!!
Yarışmaya yönlendirilmiş, yenmek ve yenilmek kavramlarını merkeze alarak dünyayı yorumlamaya meyillendirilmiş, o yüzden de amiri tarafından her gün aşağılanan, horlanan, küçük düşürülen veya küçük düşmemek için olanca gayret gösteren sıradan Amerikalı; savaş filmlerinde, Amerikan askerlerinin barbarları hizaya getirmesini büyük bir zevkle izler. Kendi gündelik yaşantısından kaçmanın getirdiği rehavetle birleşen, patlamış mısır, patates cipsi ve kolalı içeceklerden de pay alan bu haz, çok geçmeden Amerikalı için hayatın anlamı haline gelir. Üstelik, başka toplumları da adam etme, onlara barış, kardeşlik, demokrasi ve insanlığı getirme gibi ideolojik nosyonlar da içerdiğinde, orta sınıfın üstündekilerce de, örneğin aydınlarca da baştacı edilir savaş filmleri.
Peki gerçekte neye hizmet eder savaş filmleri?
Sinemayla mesleki düzeyde bağı olanlara göre savaş filmleri, savaşın ne denli acıtıcı bir insanlık durumu olduğunu göstermek ve bir daha savaşılmamasına katkıda bulunmak için çekilir. Sinemayla sorgulayıcı düzlemde bir ilişkiye girmiş kimselere soracak olursanız, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da değişik karşılıklar alırsınız. Çoğun Avrupalı eleştirmenlerin taraf olduğu görüşe göre savaş filmlerini, savaşın kendisi denli tehlikeli saymak, hiç de abartılı olmaz.
Amerikalı sinema yazarlarına göreyse savaş filmleri, sinemanın ana amacına hizmet eden bir türden başka bir şey sayılmamalı ve etkisi de ahım şahım abartılmamalı. Hem, insanları savaş filmleri izlemeye zorlayan da yok. Üstelik, karanlıkta kalmış bütün yönlerine henüz gün ışığı tutamadığımız insanda, yalnızca başkasının ölümünü görmekle tatmin olan güdüleri yok saymamalı. Bunların, gerçek dünyadaki ölümlerle giderileceğine, kurmaca biçiminde gümüş ekranda tatmin edilmesinin neresi kötü?
 
Savaş Karşıtlığı mı?
Amerikan savaş filmleri denince akla Vietnam’ın gelmesi çok doğal çünkü Vietnam, Hollywood’un hem ekonomik, hem tematik bakımdan başı sıkıştığında başvurduğu bir kurtarıcı. Bunca başvuruya bakınca, Hollywood’un başının çok sık sıkıştığı izlenimi edinilebilir. Çünkü yalnız savaş filmlerinde değil, Hollywood’a özgü her türde, en azından eski bir Vietnam gazisinin bunalıma girmesi düzeyinde olsun, mutlaka yer verilir bu temaya.
Joseph Mankiewicz’in çektiği 1957 tarihli The Quiet American/Sessiz Amerikalı, Vietnam konusundaki ilk film kabul edilir. Fakat Vietnam’a teğet geçmeyen, Vietnam’da yaşananları Amerikalı gözüyle anlatan ürünler, savaş filmleri arasında en üst sıralarda yer alan yapımlar. Bu bağlamda başı da Oliver Stone çekmekte. Platoon/Müfreze ve Born on the Fourth of July/Doğum Günü Dört Temmuz gibi filmlerde şiddetle savaş karşıtlığı yaptığı kabul edilen bu adamın, Vietnam’a gönüllü gittiğini, üstelik savaş sırasında gösterdiği üstün başarıları nedeniyle iki kez madalya aldığını bilmek, acaba konuya bakışımızı değiştirebilir mi? Sık sık vurgulandığı gibi, kendisinden önce çekilmiş savaşı öven filmlerin etkisinde kalarak gönüllü gittiği Vietnam dönüşü günah çıkarttığı kabullenilse bile, filmlerinde şiddeti alabildiğine kullanma takıntısını nereye yerleştireceğiz? Şiddet, onu ayyuka çıkararak adım adım sergilemeden eleştirilemez mi?
Aynı durum, kimilerince hâlâ savaş karşıtı sayılan Sam Peckinpah’ın Cross of Iron/Şeref Madalyası adlı filmi için de geçerli. Siperdeki düşman askerlerinin makineliyle taranmasını, yaklaşık ikibuçuk dakika süren ağır çekimlerle, doğrusu son derece çekici bir biçimde anlatabilen ve ruhunu yitirmişler için iştah kabartıcı sayılan Peckinpah, herhalde vahşet filmlerinin unutulmaz yönetmeni olarak anılsa yeri. İşin çok daha ilginç bir yönü var: Bu film Türkiye’de sinema salonlarında gösterildiğinde, bazı izleyiciler kusarak salonu terk eder. Aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra aynı film özel bir kanalda gösterildiğinde, o sahneleri midesi kaldırmayan kaç insanımızın kaldığını gerçekten merak ederim.
 
Kurusıkı Karşıtlık
Hangi sınıfa gireceğine karar verilmesi zor, üstelik yanılmayı da beraberinde getirecek türden filmler de var. David Lean’i saygınlığının doruğuna taşıyan 1957 tarihli The Bridge on the River Kwai/Kwai Köprüsü, Francis Ford Coppola’nın çektiği ve tartışmasız dünyanın en iyi savaş filmi kabul edilen 1979 tarihli Apocalypse Now/Kıyamet, Wolfgang Petersen’in 1981 tarihli Das Boot, Stanley Kubrick’in 1987’de çektiği Vietnam filmlerinin en iyisi sayılan Full Metal Jacket gibi yapımlarda savaş karşıtlığı ile dehşetin, şiddet ile şiddeti kötülemenin harmanlanması, bu filmleri isteyenin istediği gibi yorumlamasına, yani savaş karşıtlarının kolayca kendilerinden yana sayamamasına yol açmakta.
Bir de kuru gürültü savaş karşıtlığı var. Sinema tarihine savaş karşıtı diye geçen filmlerin neredeyse tamamını, çekinmeden bu sınıfa dahil edebilirsiniz. Örnek mi? Keith Gordon’ın 1992 tarihli A Midnight Clear, Michael Cimino’nun 1978’de çektiği ve bir efsane haline gelen The Deer Hunter/Avcı, Brian De Palma’nın 1989’da kotardığı Casualites of War/Savaş Günahları, J. Lee Thompson imzalı 1961 tarihli The Guns of Navarron/Navarron’un Topları...
Tüm bu filmleri, gözlerinin yaşına bakmadan ve akıttırdıkları onca gözyaşına aldırmadan niçin savaş pohpohçusu sayabilmekteyiz? Çünkü bu filmlerin özünde alttan alta estirilen hava şu: Nasıl ki sivil hayatta kötü Amerikalılar olsa bile iyi Amerikalılar da vardır, dahası gördüğünüz gibi daima iyi Amerikalılar kazanmaktadır; askeri hayatta da, kötü Amerikan askerleri olsa bile iyileri çok daha fazladır ve Tanrı, gördüğünüz gibi hep Amerikalılar’dan yanadır çünkü hep onların kazanmasına yardımcı olmaktadır. Amerikan çıkarlarını öylesine çarpıcı kılıflarla savunan savaş filmleri var ki insanın, nasıl oluyor da bütün Amerikalılar’ın işi gücü bırakarak ellerine silâhlarını alarak orduya katılmadıklarına şaşası gelir. Çünkü Amerikalılar, gerçek hayatta savaşmasalar da sinemada hep savaşmaktalar.
 
Gerçek Savaş Karşıtlığı mı?
Aslında savaş karşıtı gibi pazarlanan filmler, daha en baştan, barındırdıkları temel mantık açısından sakat bir konumla işe başlamaktalar. Ahlâki değerleri savunan bir film, örneğin yasak cinsel ilişkinin doğuracağı olumsuz sonuçları anlatmak amacıyla pornografik görüntülere yer verdiğinde ne kadar ahlâk taraftarı olursa, savaşı kötülemek için yola çıktığını savunan ama kan, vahşet ve acımasızlık örneklerini bir bir sergileyen savaş karşıtı bir film de, aynı oranda savaş karşıtı taraftarı sayılabilir. Savaş karşıtlığını söylemin ötesine taşıyan filmlerin sayısı, sanıldığından çok daha az. Birkaçına işaret edelim:
Kibrinden dolayı gönüllü olarak Çanakkale Savaşı’na katılan ve orada feleğini şaşıran bir Avustralyalı gencin bakış açısıyla Gelibolu cephesini anlatan, ülkemizde ne acı ki “Türkleri dünyaya tanıtan film” diye sunulan Peter Weir’ın 1981 tarihli Gallipoli/Gelibolu adlı filmi, Jean-Michel Jarre’ın yürek kavuran müzikleri ve barındırdığı kimi dokunaklı sahneleri yüzünden savaş karşıtı sınıfında yer almayı hak ediyor.
Aslında o güne değin ve ondan sonra da daima sıradan filmlere imza attığı halde, açıklanamaz bir biçimde sinema tarihinin en büyük filmlerinden birini kotaran Lewis Milestone’ın All Quiet on the Western Front/Garp Cephesinde Yeni Bir şey Yok’u, kuşkusuz bu türün en ideal örneği. Tıpkı Eric Maria Remarque’ın aynı adlı romanını okumak gibi Milestone’ın filmini izlemek de insana sahiden modern zamanlarda savaşın insan ruhu üzerinde ne türden yıkımlara yol açtığını bütün çıplaklığıyla göstermekte. Fransızlarla Batı Cephesi’nde çarpışan ‘gönüllü’ bir Alman lise öğrencisinin gözünden anlatılan savaş, hiç bu kadar modern insanın kimliğini ele verici kıratta olmamıştı.
Büyük şirketlerin bünyesinde çekilen ve savaş karşıtlığı havası veren filmlerdeki öğelerin düzayak anlamlarına bakıldığında aldanmak kaçınılmazlaşabilir. Çünkü Hollywood’un bu tür savaş karşıtlığı şu hileye dayanır: Kimileyin, savaşın kızgın bir anında, işin kaderini belirleyen hamleyi mümkün kılabilmek ve savaşın kendisini kazanabilmek için küçük bir cephede kaybetmeyi göze almak gerekir. İşte Hollywood işi filmlerdeki savaş karşıtlığı da bu temel üzerinde kurgulanmakta. Hollywood, savaş karşıtlığı söyleminin saygınlığını da, ekonomik getirisini de hiç gözden çıkarmadı. Bunu nereden mi anlıyoruz? Dünyaya savaş karşıtı gibi gösterilen yukarıda örneklediğim filmlere Amerikan ordusunun sağladığı bilgi ve donanım desteğinden.
Literatüre savaş karşıtı olarak giren ve her adımda bu yönü pekiştirilen bir filmin, gerçekten savaş karşıtı olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?
1) Düşman, yalnızca düşman olarak gösterilmişse.
2) “Savaş kötüdür ama düşman daha da kötüdür” görüşünü alttan alta kare aralarına yediriyorsa.
3) Karşı kahramanların yanında düpedüz kahramanlara da yer veriyor ve çarpışma sırasında ya da kıtadaki kimi insani durumlarda ideal davranışlarda bulunan tiplere kucak açıyorsa.
Bu sacayağına takılan her filmin karşıtlık iddiasında bulunamayacağını nereden mi çıkarmaktayım? Çünkü bu sıralanan nitelikler, aynı zamanda epik bir filmin nitelikleri de ondan.
 
Amerikalı Kaybetmezmiş
Son sözü bir savaş filmine bırakalım. 1969 tarihli ve Franklin J. Schaffner imzalı Patton - Lust for Glory/General Patton, savaş filmleri içinde, barındırdığı kimi nitelikler yüzünden dikkate alınmayı hak ediyor. General Patton rolündeki George C. Scott’ın, hastanede bir askere attığı tokat sahnesinden veya Oscar ödülünü reddetmesinden kaynaklanmıyor bu başarı. Daha açılış sahnesinden bile “başka” türlü bir filmle karşı karşıya olduğunuzu, hele Patton’ın konuşmasıyla farklı lezzetler tadacağınızı hemen kavrıyorsunuz: Devasa bir Amerikan bayrağının önünde General Patton’ın askerlerini ölmeye davet eden bir nutuk çekme sekansıyla açılan filmin bu sahnesi, sahiden de konumuza ışık tutacak ipuçları içermekte.
General Patton’ın bu konuşmasına bir kulak kabartalım: “Askerler... Amerika’nın savaşmak istemediği, savaşın dışında kalmak istediği üzerine duyduğunuz bütün bu boş lâflar, fazlasıyla at pisliğidir. Geleneksel olarak Amerikalılar savaşı severler. Sizler çocukken, şampiyon misket oyuncusuna, en hızlı koşucuya, ligin büyük topçularına, en sert boksöre hayranlık duydunuz. Amerikalılar kazanmayı sever ve kaybedene hoşgörü göstermez. Amerikalılar her zaman kazanmaya oynarlar. Kaybettiği halde gülen birisine, cehenneme gitmesi için küfür bile etmezdim. Bu nedenle Amerikalılar bir savaşı asla kaybetmediler ve asla kaybetmeyecekler. Çünkü kaybetme düşüncesi bile Amerikalılar’da nefret uyandırır.”
Başka bir şey eklemeye gerek var mı? Belki yalnızca şu: General Patton’un bu sözlerini film icabı sanmak, gündelik gerçeklikle sanat gerçekliğini birbirine karıştırmamanın gereğini yerine getirmek anlamına gelmez.

Paylaş Tavsiye Et