Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Doğu Akdeniz’de bir kadîm üs: Kıbrıs
Fatma Sel Turhan
ASYA, Avrupa ve Afrika’ya hemen hemen eşit uzaklıktaki bu stratejik ada adını en önemli yeraltı zenginliği olan bakır madeni “cyprum”dan aldı. Kilit konumunu ise tarih boyunca büyük uygarlıklarla girdiği çok yönlü ilişkilerle birebir sergiledi. Kıbrıs’ın milattan çok önceye kadar büyük bir açıklıkla bilinen tarihi onun büyük medeniyetlerle nasıl içli-dışlı olduğunun göstergesidir adeta. Hititlerden Mısırlılara, Fenikelilerden Romalılara kadar çeşitli kavim ve kültürlerin uğrak yeri olan Kıbrıs, Büyük Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla doğu yarının hakimi Bizans’ın sınırları içinde kaldı.
İslam’ın yayılışının büyük etkileri Kıbrıs adasında da yakından hissedilecekti. İslam dünyası ile Hıristiyan dünyanın ortasında kalan ada iki dinin mücadele alanlarından biri oldu. Müslümanların adaya ilk seferi Hz. Osman zamanında, 648-649 yıllarında, dönemin Suriye Valisi Muaviye tarafından gerçekleştirildi. Muaviye’nin düzenlediği sefere sahabeden birçok gönüllü katılmıştı. Bu tarihten sonra Kıbrıs Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında sürekli el değiştirdi; ta ki Abbasi hilafeti zayıflayıp ada 961’de Bizans hakimiyetine geçinceye dek. Ada kilit konumu sebebiyle Bizans ile Haçlılar arasında da yakın temas sağlayan bir rol üstlendi. 1098’-de Antakya’yı kuşatan Haçlılara yiyecek yardımı buradan yapılıyordu.
Adadaki Bizans hakimiyeti III. Haçlı Seferi’nde İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard’ın adayı ele geçirişine kadar sürdü. Bu aslında ada tarihi için bir dönüm noktasıydı. Ada halkı mallarının yarısını yeni krallarına vermek zorunda kalıyordu. Richard bir süre sonra adayı Templier şövalyelerine sattı; ancak şövalyelerin hakimiyeti de çok kısa sürdü. Templier şövalyeleri adayı Richard’a geri satmak isteyince, ülkesine dönmeye hazırlanan Richard yeni bir müşteri buldu: Eski Kudüs Kralı Guy de Lusignan. Böylece Kıbrıs ismen varlığını sürdüren, ama cismen başta Akka olmak üzere birkaç şehre sıkışan Kudüs Krallığı’ndan kalma Haçlılara önemli bir üs vazifesi gördü. Lusignanlar 1291’de Akka’yı da kaybedince kral tüm yakınlarını toplayıp Kıbrıs’a sığındı. Lusignanların kurduğu Kıbrıs Krallığı, zamanla Yakın Doğu’dan sürülen Haçlıların sığınağı haline gelecekti.
Akdeniz’e 14 ve 15’inci yüzyıllarda damgasını vuran Venedik-Ceneviz çekişmesinin bir ayağı da Kıbrıs üzerinden gerçekleştiriliyordu. Kıbrıs Krallığı’nda 1450’lerde yaşanan taht kavgasını Venediklilerle ittifak yapan taraf kazanınca Kıbrıs artık Venedik nüfuzuna geçti. Adanın Osmanlı hakimiyetine geçişine kadar devam eden Venedik hakimiyeti aynı zamanda büyük kargaşalara da sahne oldu.
 
Osmanlı Hakimiyetindeki Kıbrıs
Doğu Akdeniz çevresindeki tüm toprakları teker teker fetheden Osmanlı için Kıbrıs’ın fethi Akdeniz’de planladığı hakimiyette stratejik bir öneme sahipti. Çünkü 1489’dan beri fiili olarak Venediklilerin elinde bulunan ada korsanların Doğu Akdeniz’de yaptığı saldırılara kayıtsız kalıyor; hatta Venedik korsanları krallıkça destek de görüyordu. Osmanlı’nın Akdeniz’deki ticaretine büyük darbe vuran korsanlar aynı zamanda hacıların güvenliğini de tehdit ediyordu. Bu şartlar altında Kıbrıs seferinin fetvasını veren Ebussuûd Efendi korsanların yaydığı tehlikenin yanı sıra, adanın daha önce darulislâm olmasını ve birçok İslam eserinin gördüğü zararı fethe sebep göstermişti.
Adaya düzenlenecek seferin hazırlıklarına 1568 yılında başlandı. Uzun süren bir hazırlık döneminden sonra Mayıs 1570’te İstanbul’dan ayrılan Osmanlı donanması bir daha Kasım 1574’te İstanbul’a dönecekti. Donanma İstanbul’dan uzakta geçirdiği dört yıl içerisinde bir dizi sefere imza atmıştı ve Kıbrıs’ın fethi de bunların en önemlilerindendi.
Adanın, Doğu Akdeniz’de kurulacak hakimiyet açısından ne kadar stratejik olduğunun bilincinde olan Osmanlı 1571’de tamamladığı fetih sonrasında Kıbrıs’ı sekiz sancaktan oluşan bir beylerbeylik haline getirdi. Adanın fethinde Venediklilerin idaresinden muzdarip olan yöre halkının verdiği destek büyüktü. Bunun farkında olarak Osmanlı, yerli halkın kalbini kazanmaya yönelik bir dizi imara girişti. Daha önce serf (toprağa bağlı köle) statüsünde olan halka işleyebilecekleri araziler tahsis edildi, vergi yükleri azaltıldı. Çoğu Ortodoks Rum olan halkı yönetime katmak için dini cemaatlere özerklik verilerek kendilerini yönetme hakkı tanındı. Bu hakların en önemlisi de daha önce Latinler tarafından Katolik Kilisesine bağlanarak kapatılan Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi’nin yeniden açılmasıydı. Kilisenin ruhanî lideri başpiskopos ve onun tarafından seçilen saray tercümanı dragoman zamanla adada valiyi bile gölgede bırakacak derecede bir nüfuz kazandı.
Adanın bu idare şekli yüz yıl kadar devam etti. Ancak Akdeniz’de değişen dengeler, Girit’in fethiyle Kıbrıs’ın azalan önemi adayı beylerbeylik yıllığını veremeyecek duruma düşürünce yeni bir düzenlemeye gidildi. Ada önce kaptan-ı derya idaresine bırakılarak Cezayir-i Bahr-i Sefid eyaletine bağlandı; ancak bu yönetim de problemli bir hal almaya başlayınca adayı vezir-i azam adına bir görevli yönetmeye başladı. 1839’a kadar işleyen bu süreç Tanzimat’ın ilanıyla birlikte girilen yeniden yapılanma döneminde ciddi değişikliklere uğradı. Kıbrıs’ta idarî, adlî, hukukî pek çok yeniliğin başlatıldığı, yönetimin daha yerel hale getirildiği bir sürece girilmişti ve adanın çok kimlikli yapısı bu değişikliklerin en önemli sebebiydi. 1856’da Islahat Fermanı’nın getirdiği düzenlemelerin ilk uygulandığı yerlerden birinin Kıbrıs olması bu açıdan şaşırtıcı değildi.
 
İngiliz İşgali Altındaki Kıbrıs
Kıbrıs’ın jeostratejik açıdan önemi çok erken dönemlerde idrak edilmişti; ancak Hindistan alt kıtasına açılan kapılardan biri olması onu 19’uncu yüzyılda Batılı devletler nazarında “işgal edilecekler” listesine soktu. İngiltere’nin Hindistan’da kurduğu sömürü hakimiyeti bu topraklara giden yolların güvenli olmasından geçiyordu ve bu noktada Kıbrıs önemli bir halkaydı. İngiltere bu fırsatı Osmanlı’nın 1877-1878 Rus savaşından mağlup çıkmasıyla elde etti. Zor durumdaki Osmanlı hükümetine yardım teklifi İngiltere’den gelmişti; ancak Kıbrıs’ın askeri bir üs olarak ona bırakılması şartıyla. Zor durumdaki İstanbul hükümeti öneriyi kabul etti ve İngiltere’nin fiilen adaya yerleşmesine zemin hazırlayacak anlaşmayı 4 Haziran 1878’de imzaladı. Bir ay sonra yapılan ikinci anlaşmayla Kıbrıs’ın statüsü açıklığa kavuşuyordu: Kıbrıs İngiltere’nin geçici idaresi altına giriyor; ancak adadaki Osmanlı egemenliğinin sürekliliği de koruma altına alınıyordu. Osmanlı hükümeti devlete ait malların idaresine devam ediyor; Türk halkının malî hak ve çıkarları ile hukukî düzenlerinin korunması da güvence altına alınıyordu.
Ne var ki İngiliz yönetimi adanın idaresini zamanla tamamen kontrolü altına aldı. Bu, geçici İngiliz yönetimiyle hukukî haklarını korumak isteyen Osmanlı yönetimi arasında ciddi problemlerin yaşanması anlamına geliyordu. İngilizler anlaşmalara aykırı bir şekilde adadaki Osmanlı varlığını sınırlandırma yoluna giderken, Türklere ait mallara, vakıf arazilerine, padişah ve devlete ait topraklara el uzatıyor ve en büyük desteği de adanın Rum halkından görüyorlardı.
İngiltere’nin adayı tamamen denetimine alacağı son hamle I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle yaşandı. Osmanlı’nın savaşa girmesi üzerine İngiltere Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Bu ilhakın resmiyete dökülüşü ise 1923 Lozan Antlaşması’yla gerçekleşti ve antlaşmanın 20. maddesi uyarınca Kıbrıs’ın İngiltere’ye ilhakı Türk tarafınca da kabul edildi. İngiltere 1925’te Kıbrıs’ı krallık tacına bağlı bir koloni statüsüne dönüştürürken, Rumların da Kıbrıs’taki hak iddiaları hız kazanmaya başlamıştı. 1931’de Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı için çıkan isyanı İngiliz hükümeti güçlükle bastırırken, hükümetin aldığı bir dizi tedbire rağmen Rumlar taleplerinden vazgeçmeyecekti.
Rumların adadaki hak iddiaları Başpiskopos Makarios’un öncülüğünde yeni bir devreye giriyordu. 1950’de Makarios’un girişimiyle Yunanistan’a ilhak konusunda yapılan halk oylamasına ada halkından %96 evet cevabı geldi. Bu cevap Rumların uluslararası arenadaki girişimlerini hızlandırmıştı. 1952’de self-determinasyon hakkı için Birleşmiş Milletler’e başvuran Rumlara, Türkiye de benzer bir atakla karşılık verdi ve aynı hakkın Türklere de tanınmasını istedi. BM’nin cevabı ise böyle bir hak verilecekse her iki topluluğa da verilmesi şeklindeydi.
Aynı yıllarda Rumlar Enosis’i gerçekleştirmek için EOKA adlı bir örgüt kuruyor ve ilhak için harekete geçiyorlardı. Bu yıllar artık silahlı çatışmaların başladığı yıllardı.

Paylaş Tavsiye Et