Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Bir ikiyüzlülük senfonisi Amerika’nın Irak işgali üzerine bir değerlendirme
John B. Welfield
Uluslararası Japonya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Yüksek Okulu Bölüm Başkanı
1839-1842 YILLARINDA Çin’le bu ülkeye uyuşturucu pazarlama arzusundaki İngiltere arasında yaşanan Afyon Savaşları’ndan sonra, dünyanın en büyük samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük örneğini Amerika Irak’a saldırarak sergiliyor. Tıpkı Afyon Savaşları gibi bu savaşın etkileri de uzun ömürlü olacak. Irak Savaşı’nın kökenleri 1990’dan sonra global güç dengesindeki değişimin ve Amerikan siyasi sisteminin içindeki hizipçi ayrımların yarattığı bir ortamda Amerikan grand stratejisinin evrimine dayanıyor. Bu anlamda 11 Eylül olayları bir katalizatör görevi gördü; yoksa asıl neden değildi. 
Amerika Birleşik Devletleri kuvvetli yayılmacı eğilimleri bulunan ve küresel bir misyona sahip olan büyük bir emperyal güçtür. Bu anlamda tıpkı Makedonya, Roma, İspanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya gibi Amerika da içindeki hakim güçlerin sistematik olarak, bir imparatorluk kurma çabalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu hakim güçler bir imparatorluk kurma amacıyla ülkelerinin askerî gücünü geliştirme, sınırlarını genişletme, hayati derecede önemli stratejik noktaları ele geçirme, belli başlı ticaret yollarını ve önemli hammadde kaynaklarını kontrol etme, rakipleri ve müttefikleri arasındaki rekabetten kurnazca yararlanma, gerektiğinde savaş ilan etme ve gerektiğinde barış yapma gibi klasik yöntemleri mümkün olduğunca en iyi şekilde kullandılar.
 
Amerikan Emperyal Yayılmacılığının Kökenleri
Büyük emperyal güçlerin paylaştıkları ortak noktalarla birlikte kendilerine özgü özellikleri de vardır. Amerika’nın da nevi şahsına münhasır nitelikleri var; bu nitelikler tarihi dayanağını, erken Avrupalı yayılmacıların Hıristiyan fundamentalizmi, Kızılderililerle girişilen uzun ve acımasız çatışmalar, İngiliz İmparatorluğu’na karşı girişilen Bağımsızlık Savaşı, kölelik üzerine yaşanan çatışmalar ve nihayet İç Savaş’ın getirdiği yıkımlar, Latin kökenli halkların Güney’e sürülmesi ve Sosyal Darvinizm’in Avrupalı olmayan halkların anlaşılmasında en temel altyapıyı oluşturduğu bir dönemde Asya-Pasifik bölgesine yayılmacılık gibi önemli olaylardan alıyor. Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi bugün Beyaz Saray’ın, Kongre Binası’nın ve yeni muhafazakâr düşünce kurumlarının etrafını çeviren şahin sürülerinin teveccühünü kazanmış durumda. Ancak bu tezin Alfred Thayer Mahan’ın 1897 tarihli “A Twentieth Century Outlook” başlıklı makalesinin çağdaş bir yorumundan ibaret olduğu unutuluyor. Amerika’nın önemli bir donanma stratejisi olan ve bugün bile dünya denizlerine açılan Amerikan gemilerine manevi önderlik yapmaya devam eden Mahan, bu son derece etkili olmuş makalesinde Amerika’nın Batı’nın lideri olarak ortaya çıkacağını tahmin etmekle kalmamış; aynı zamanda “dünyaya hakim olacak ve geleceğini kontrol edecek gücün Doğu medeniyeti mi, yoksa Batı medeniyeti mi olacağına” karar verilecek bir kıyamet savaşının başlayacağını öngörmüştür. Mahan’a göre Amerika kıtasının kendisini dört bir yandan kuşatan bütün eski medeniyetlerden yararlanması doğaldı. Ancak sonunda sadece büyük ordular ve sürekli emperyal yayılmacılık “nesiller boyunca Hıristiyanlık çatısının ayakta kalmasının teminatı olabilir.” Bu fikirler yüzyıl boyunca Amerikan dış politikasının merkezinde kalmayı başardı. Önce Wilson idealizmi adıyla ortaya çıktı; sonra “ateist Komünizme” karşı yapılan Soğuk Savaş’la. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise “küreselleşmenin” teşvikiyle devam ediyor. Halen yürütülen “terörizme karşı savaş” bile bu fikirlerin izini taşıyor.
1960’ların başında dünya güçler dengesi yerine oturmuş durumdaydı. Bütün eksikliklerine rağmen bu güç dengesi barışçı bir ortam oluşturuyor, ulusal bağımsızlığı ve kültürel çeşitliliği teminat altına alıyor, uluslararası kurumların etkin bir biçimde çalışmasını ve uluslararası hukukun işleyişini sağlıyordu. Bu güç dengesi içinde emperyal güçlerin ölümcül hırsları da dizginlenmiş oluyordu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü güç dengesini bozdu ve bir anda Amerika’ya dünyanın tamamı olmasa da, birçok önemli bölgesi üzerinde nüfuz tesis etme imkanı verdi. ABD; Doğu Avrupa, Baltık Devletleri, Balkanlar ve Orta Asya’da Sovyet hegemonyasını yıkıp yerine kendi hegemonyasını kurdu. Ancak bütün bunlara rağmen, Washington’ın Avrupa Birliği, özellikle de Fransa ve Almanya ile olan ilişkileri 1970’lerden bu yana giderek daha da muğlaklaşıyor. Asya’da Çin’in siyasi prestij ve ekonomik ağırlığı önemli ölçüde arttı. Bush yönetimi selefinin aksine Çin’i stratejik ortak olarak değil, stratejik rakip olarak görüyor. Bütün bu şartlar altında Japonya Amerikan yörüngesine daha sıkı bir şekilde girmiş görünüyor. Ancak Japonya’da da ülkenin geleceğine dair görüş ayrılıkları mevcut ve kuşkusuz ileride bu farklı ekoller kendilerini daha da hissettirecekler. Güney Asya’da nükleer silahlara sahip Hindistan şu an Pakistan’la sürekli bir yarışa girmiş gibi görünse de, çok önemli bir güç merkezi olmaya aday. Afrika’dan Avrasya’ya ve onun kıta dışında kalan ada parçalarına, Batı’da Fas ve Moritanya’dan Doğu’da Endonezya, Malezya, ve Güney Filipinler’e kadar uzanan, eşsiz bir stratejik konuma ve zengin kaynaklara sahip olan, ancak siyasî dağınıklığını aşamayan İslam dünyası son yıllarda çok derin bir sosyo-politik ve entelektüel dönüşüm yaşıyor. İslam dünyasında yaşanan değişimin nihai etkilerinin ne olacağını kestirmek zor olsa da, bunların Amerika açısından arzulanır cinsten olmayacağını söylemek mümkün.
 
İşgalin Arkasındaki Gerçek
ABD Irak’ı bu ülkenin jeo-stratejik konumu ve zengin petrol yatakları yüzünden işgal etti. Ancak bu işgalin bir başka amacı da ABD’nin dost ve düşmanlarına Amerikan merkezli tek kutuplu bir dünyanın inşa edilebileceği, edilmekte olduğu, gerekirse bu amaçla her türlü yola başvurulabileceği ve direnmenin faydasız olduğu mesajını vermekti. ‘Şaşırtma’ ve ‘hayran bırakma’ buradaki anahtar kelimelerdir. Nitekim Pentagon’a yakınlığıyla tanınan Amerikan Enterprise Institute mensubu Thomas Donnelly Bağdat’ın düşmesinden hemen sonra yaptığı açıklamasında, “nihayet Soğuk Savaş sonrası dönemden Pax Americana dönemine geçiyoruz” dememiş miydi?
Irak’ta planlandığı gibi bir kukla devletin kurulmasının ABD’nin Basra Körfezi etrafındaki konumunu güçlendireceği; Suriye, İran ve Suudi Arabistan üzerindeki baskıyı artıracağı ve Amerikan hegemonyasının bütün Hint Okyanusu ve Orta Asya bölgesinde tesis edilmesini kolaylaştıracağı hesaplanmaktadır. Bu sayede ABD, Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC)’ni etkisiz hale getirecek ve giderek bu teşkilatı ortadan kaldıracaktır. Ayrıca ABD’nin bütün Orta Doğu petrollerine ve bu petrolün dış pazarlara geçişini sağlayan deniz yollarına hakimiyeti artarak, Avrupa’nın tam bağımsız bir siyasi, ekonomik ve askeri güç olması engellenecek, Japonya’nın sürekli olarak bağımlı ve uysal bir ülke olması temin edilecek ve petrol ihtiyacının %60’ını Orta Doğu’dan sağlayan Çin’in ABD’yi tehdit edebilecek bir güç haline gelmesinin önü alınmış olacaktır. Daha da önemlisi, eğer gelecekte bir Doğu Avrupa Birliği ortaya çıkacaksa, bu oluşumun hayatta kalabilmesini Washington’ın iyi niyetine borçlu olacağı bir ortam tesis edilmiş olacaktır.
 
ABD’nin Yayılmacılığı Irak’la Bitmeyecek
Amerika’nın küresel nüfuz yayılmacılığının Irak’la biteceğini düşünmek aşırı iyimserlik olacaktır. Başkan Bush ve Savunma Bakanı Rumsfeld Bağdat’ın düşmesinden bu yana Suriye ve İran hakkında sürekli olarak tehdit içeren açıklamalar yapıyorlar. Washington ile Pyongyang arasındaki gerilim devam ediyor. Önümüzdeki birkaç yıl boyunca stratejik olarak ya da doğal kaynaklar açısından zengin olan diğer ülkelere karşı, ABD’nin demokrasi, insan hakları ya da kitle imha silahları bahanesiyle gerçekleştireceği askeri müdahalelerini görebiliriz. Bu açıdan Suriye, İran, Suudi Arabistan, Libya, Endonezya, Burma ve Kuzey Kore rahat değiller.
ABD’nin global hegemonyasını genişletme amacıyla gerçekleştirdiği bu hamlelerin neticeleri ne olacak? ABD bu yolda başarılı olabilir mi?
Irak’a karşı girişilen Amerikan saldırısının görülmeyen sonuçlarından biri de Tokyo ve Nuremberg mahkemelerinde inşa edilen ilkelerin ayaklar altına alınması ve Birleşmiş Milletler’in prestijinin yok edilmesiydi. Amerika’nın, Pearl Harbor’a saldıran Japonlardan farklı olmayan önleyici saldırı kavramı sayesinde bugün birçok ülke milli hakimiyetlerini ve güvenliklerini temin etmenin yegâne yolu olarak nükleer silahları görüyor. Öte yandan hiç kuşkusuz mevcut şartlarda İslamî köktendinci hareketler güç kazanmaya devam edecek, el-Kaide benzeri örgütlerin sayısı artacak ve İslam dünyasındaki ılımlı rejimler tehdit altında olacaktır. 
Belki de bütün bunlar geçici kaçınılmaz zarar olarak kabul edilebilir. Belki de yeni muhafazakâr entelektüellerin kurguladıkları gibi ABD yeni bir Roma İmparatorluğu kurabilecektir. Ancak Irak Savaşı’nın etkisiyle hızlanacak dünya güçlerinin yeniden dağılımı tamamen farklı bir süreci işaret ediyor. Bu süreç sonucunda tek kutuplu bir hegemonya sistemi değil, iki kutuplu bir devletler topluluğu ortaya çıkabilir. Böyle bir ihtimalde kutupların birini ABD, İngiltere, Avustralya, ve Japonya teşkil edecek; diğer kutupta ise Fransa, Almanya, Rusya ve Çin bulunacaktır. Hindistan’ın ne tarafta yer alacağı ise belirsizdir. Doğal olarak her bir kutup içindeki dahili rekabetler ve fikir ayrılıklarıyla karmaşıklaşacak bu yeni dengede deniz kuvvetleriyle kıtasal kuvvetler karşı karşıya gelmiş olacaktır. Hatırlanacağı üzere tamamen benzer bir senaryo 1894-95 Çin-Rus Savaşı’ndan hemen sonra ortaya çıkmış, Boer Savaşı ve Rus-Japon savaşıyla desteklenmiş, İngiliz-Alman rekabetinin ortaya çıkışı ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine kadar sürmüştü.
Bugüne dönersek, ABD, karşısında oluşan Fransız-Alman-Rus ve Çin işbirliğinden rahatsızdır. Amerikalılar bu ülkelerin yakınlaşmasını önlemek için bazen Almanya ve Rusya’ya teklifler götürecek, bazen Fransa’nın Afrika üzerindeki nüfuzunu kırmaya ve Irak’taki ihaleleri kullanmaya çalışacak, bazen de Çin’i insan hakları, Tayvan, Tibet ve diğer bölgesel problemlerle sıkıştırmayı deneyecektir. Buna mukabil kıtasal kuvvetler Amerika’ya karşı İslam dünyasında oluşan ve giderek büyüyen düşmanlığı kendileri açısından avantaj olarak görecektir. Eğer ABD askeri gücüne fazla güvenir ve tarihten dersler çıkarmazsa, kendisini Güneydoğu Asya’nın vahşi ormanlarının ve pirinç tarlalarının içinde bulabilir. Hind-i Çin savaşından farklı olmayacak böyle bir macera global güç dengelerini kökünden sarsabilir.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
John B. Welfield