Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Her gerçek doğru değildir
İhsan Fazlıoğlu
ÇİN İmparatorluk astronomi kayıtlarına bakıldığında, Çinli astronomların M.Ö. 28’de tarihte ilk kez Güneş lekelerini rasat ettikleri; M.Ö. 352 ile M.S. 1604 tarihleri arasında ise 75 adet nova ve süpernova denilen yıldız patlamaları gözlemledikleri ve bu sonuçları kaydettikleri görülür. Öyle ki, bu sonuçlar bugün bile geçmişteki astronomik hareketleri takip etmek isteyen günümüz astronomi bilimi için hâlâ kullanılabilir niteliktedir. Bu dakik gözlemlere karşın kadim Çin astronomisinde gezegenlerin hareketlerini açıklamak için hendesî tasvirlere, başka bir deyişle göksel olayları temsil eden karmaşık teorik şemalara rastlanmaz.
Batı medeniyetleri camiasına bakıldığında, Mezopotamya-Babil astronomisinden başlayarak, 16’ncı yüzyıla kadar Eskiçağ Ege Medeniyeti’nde, İskenderiye’de, İslam dünyası’nda ve Avrupa’da, tarihin gördüğü en büyük rasathanelerin kurulduğu, uzun süreli gözlemlerin yapıldığı, son derece karmaşık, yüksek matematik bilgisi isteyen, gezegenlerin hareketlerini açıklayan teorik şemaların çizildiği görülür. Yalnızca Merağa Rasathanesi ile Semerkand Rasathanesi’nde yapılan gözlemler düşünüldüğünde; Batlamyus, İbn Heysem, Nasiruddin Tusî, Kutbuddin Şirazî, Mueyyeddin Urdî, İbn Şatır, Ali Kuşçu gibi isimlerin onlarca evren modeli tasarladığı akla getirildiğinde, Batı medeniyetleri camiasında daha üst seviyede gök gözleminin yapılmış olması gerektiği zannedilir.
Tarihe bakıldığında, sonuç hiç de beklenildiği gibi değildir. Batı medeniyetleri camiası, onlarca rasathanesine, yüksek hendesî gök teorilerine karşın 16’ncı yüzyılın sonuna kadar ne bir güneş lekesi rasat etmiştir, ne de bir yıldız patlaması. Daha ötesi Çin astronomları M.Ö. 613 ile M.S. 1621 tarihleri arasında kuyruklu yıldız katalogları hazırlamasına rağmen Batı medeniyetleri camiasına mensup astronomlar için, bırakın kataloglamayı, kuyruklu yıldızları izah etmek bile oldukça güçtü.
Niçin? Niçin hemen hemen hiçbir matematiksel gök teorisi bulunmayan Çinli astronomlar Güneş lekesi, yıldız patlaması gibi gök olaylarını ‘görebiliyor’du da, olağanüstü hendesî modeller oluşturan, binlerce yıl rasat yapan, gözlerini gökyüzüne diken, bunun için onlarca rasat aleti icat eden Batı medeniyetleri camiasına mensup astronomlar ‘göremiyor’du. Başka bir deyişle, bakıldığında görmeyi mümkün kılan ya da görememeye neden olan nedir? Bu sorunun tek bir yanıtı var: Kavramına sahip olunmayan şey görülemez. Nasıl ki teleskop olmadan uzak cisimler, mikroskop olmadan küçük cisimler çıplak göz tarafından görülemez ise, aklın gözü olan, ona teleskop ve mikroskop hizmeti veren kavramlar olmadan da akıl göremez; öte bir deyişle, akıl yalnızca kavramına sahip olduğu şeyi görebilir.
Batı medeniyetleri camiasına mensup astronomlar güneş lekesi ve yıldız patlamalarını göremiyordu; çünkü sahip oldukları kavram örgüsü onlara ay küresinin üstünün kusursuz, ilahî, dolayısıyla mükemmel olduğunu söylüyordu. Mükemmel olan bir yerde ‘leke’ gibi eksiklik ifade eden bir durumun, ‘patlama’ gibi bozulma ifade eden bir oluşumun, özellikle nova ve süpernova gibi ‘yeni’ bir şeyin olması mümkün değildi. Öyle ki, 1006’daki süpernova olayı karşısında şaşırıp kalan Batı medeniyetleri camiasına mensup astronomlar, ay küresinin üstünde ‘yeni yıldız’ ortaya çıkmayacağı ilkesinden hareketle, olayı ‘kuyruklu yıldız’ şeklinde yorumlamış, kamu vicdanını rahatlatmışlardı. Çinli astronomlar için ise gökler boştu, maddeden berî idi ve sonsuzdu; Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızlar bu boş uzayda sert bir rüzgarın neden olduğu hareketle yüzüp durmaktaydılar. Hiçbir ilahîliğe sahip olmayan gökyüzündeki cisimler de yeryüzü cisimleri gibi aynı niteliklere sahiptiler; lekelenebilirlerdi, patlayabilirlerdi, yok olabilirlerdi ve yeniden var olabilirlerdi.
Farklı kavram örgülerine sahip iki dünyanın, bu kavram örgülerine gömülü dünya tasavvurları (başka bir deyişle dünya resimleri), derinlemesine idrak edilmedikçe, yanlış anlaşılmaya her zaman müsaittir. Nitekim 1600 yılında Çin’i ziyaret eden Matteo Ricci, bu farklı kavram örgüsünü anlamadığı için Çin astronomisini ‘geri’ kabul etmişti. İşin en ilginç tarafı ise tam bu tarihlerde Batı Avrupalı astronomlar tarihî sistemlerini terk ederek Çin astronomi sistemine yaklaşan bir anlayışa geçiş yapmak üzereydiler. Bu nedenledir ki, Batılı ziyaretçilerin Çin’e aktardığı Batlamyus, Brahe ve Kopernik astronomi sistemleri karşısında Çinli astronomlar da Batılıların kafalarının karışık olduğuna karar vermiş; başta bu sistemler olmak üzere Batı Avrupa bilimini araştırmak üzere Barbar Bilimleri Araştırma Enstitüsü’nü kurmuşlardı.
Şimdiye kadar astronomi tarihinden bir örnekle kavram örgülerinin yalnızca dünya görüşlerini değil, dünya tasavvurlarını da, dünyaya ilişkin resimleri de nasıl belirlediğini göstermeye çalıştık. Çok daha farklı alanlardan örnekler verilebilir: Çinli matematikçiler negatif sayıları M.S. 2’nci yüzyılda kullanmaya başlamıştı; Hintli matematikçiler M.S. 7’nci yüzyılda, İslam medeniyeti dahil Batı medeniyetleri camiası matematikçileri ise M.S. 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında negatif sayı kavramına ulaşabildiler. Bunun nedeni oldukça basit: Her iki dünyanın sayı tanımı farklıydı; bu tanımın kökleri de her iki medeniyetin yine farklı olan kavram örgülerinde mevcuttu.
Yukarıda verilen örnekler pek çok açıdan yorumlanabilir. Ancak amacımız çerçevesinde şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz: Şu an sahip olduğumuz ve kullandığımız tarihî, coğrafî, siyasî, hatta ilmî kavram örgüleri ne kadar bize aittir ve bu kavram örgüleri ne kadar ‘gerçeklik’i tasvir etmektedir? Başka bir deyişle, bu kavram örgülerinin tasvir ettiği gerçeklikler bize ait gerçeklikler midir? Yoksa bu kavram örgüleri bazılarının ‘gerçeklik’i bize göstermek istedikleri gibi mi göstermektedir? Unutulmamalı ki sömürgeciler için gerçeklik ile doğruluk aynı şey değildir; başka bir deyişle her gerçeklik doğru olmak zorunda değildir. Çünkü bir şeyi olduğu gibi tasvir etmek ‘doğru’yu verir; ancak onu sömürmeyi mümkün kılmaz. Sömürgeci için gerçeklik, doğru olan değil, sömürmeyi mümkün kılan tanımdır. İslam düşünce geleneğinde “doğruluk, gerçeklik, kesinlik ve adalet”i aynı anda içeren Hak ve hakikat kavramlarının sömürgeci zihniyeti rahatsız etmesi, hatta korkutması bu nedenledir: Çünkü ancak doğru olan gerçektir; gerçek olan doğrudur; kesindir ve sonuç âdildir. Kısaca dendikte, şu anda kendi medeniyetimize ilişkin kullandığımız kavram örgüsünün gerçeklik’i doğru bir şekilde verdiğini söylemek mümkün değildir. Niçin mi?
 
Alet derin evreni resmeden metafizik yoldaştır
İnsan niçin cetvel, pergel gibi aletleri icat etmiştir? Aklettiğimiz ‘doğru çizgilik’ kavramını tahayyül edip, onu aklî mükemmelliğine yakın bir şekilde, dış-dünyadaki maddî bir zemin üzerinde çizmek için cetvele ihtiyacımız var; benzer biçimde ‘dairelik’ kavramını aklî mükemmelliğine yakın çizebilmek için de pergele. Öte yandan maddî dünyadaki şeyleri ve olayları aklî olarak tasvir ve temsil etmek için olduğu kadar, duyu organlarımızı güçlendirmek, daha derin hissetmelerini sağlamak için de aletlere ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç ister uzaydaki şeylere ve aralarındaki ilişkilere ait olsun, ister cismin içine nüfuz etmek ve daha derine inmek için olsun. Kısaca duyu organlarına konu olan cisimlerin ve aralarındaki ilişkilerin [cism-i mahsus], akıl içerisindeki tasviri ve temsili için [cism-i aklî], başka bir deyişle Gerçeklik’i Doğru idrak için alet icat etmek ve kullanmak zorundadır insan. Bu nedenle aletler hikmet arayışındaki insanın kendisinin icat ettiği, ama kendisini aşan metafizik yardımcılarıdır.
Bu duygu ve düşüncelerle ünlü ilim tarihçisi Fuat Sezgin Hoca’nın Topkapı Sarayı Müzesi’nde İslam’da İlim ve Teknoloji adıyla açılan ilmî aletler sergisini bir grup genç arkadaşla gezdik. Gerçekte, bu serginin bir parçası olduğu, 800 aletten kurulu müzeyi, Almanya’da, Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam İlimler Tarihi Enstitüsü’nde [Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenchaften] bizzat Fuat Sezgin’in rehberliğinde dolaşmıştım. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki sergi bu müzeden alınma küçük, ama temsili yüksek bir kesitti. Matematik, astronomi, fizik, kimya, mekanik, ölçü-tartı, tıp, mimarî, haritacılık, harp sanatı gibi disiplinlere ait olan aletler; Musaoğulları, Ebu Sehl Kuhî, İbn Heysem, Zehravî, Birunî, Cezerî, İdrisî, İbn Macid, Cemaleddin Mardinî, Pîrî Reis, Takiyüddin Rasıd gibi onlarca âlim tarafından yapılmış; Bağdad, Kahire, Endülüs, Merağa, Semerkand, İstanbul gibi İslam medeniyetinin önemli ilmî merkezlerinde kullanılmıştı. Aletler arasında şimdiye kadar şu ya da bu şekilde bilinenleri olduğu gibi ilk defa yazma eserlerdeki tasvirlerinden hareketle tespit edilenleri de vardı: İbn Heysem’in meridyen doğrultusunu en doğru bir şekilde ölçmek için icat ettiği gözlem aleti, Cezerî’nin eserinden hareketle küre üzerine açı çizme aleti, Ebu Sehl Kuhî’nin elips, parabol ve hiperbol çizmek için icat ettiği pergel, İbn Macid’in icat ettiği en gelişmiş pusula, Kemaleddin Farisî’nin gökkuşağının güneş ışığının su damlası içerisinde iki kez kırılması, bir veya iki defa yansımasından oluştuğunu gösteren deney modeli, Takiyüddin Rasıd’ın mekanik-otomatik saatleri... Bunlar ve diğer aletler, İbn Heysem’den itibaren İslam medeniyetinde vazgeçilmez hale gelen “var-olan’ı bilmek için aletlerin şart olduğu”na ilişkin ilkenin, sonradan gelen âlimler tarafından ne tür bir seviyeye ulaştırıldığını göstermesi açısından dikkate değer örnekler olarak görülebilirler. Mirim Çelebî’nin ifade ettiği gibi, “âlet yapımı” evrene ilişkin burhanî bilginin vazgeçilmez şartıdır. Bu medeniyetin varisleri olan bizlere gelince, bırakınız aklî mükemmelliği resmeden ya da dış dünyayı derinlemesine bilmeyi mümkün kılan aletleri yapmayı, kanımca, kendi medeniyetimizi sağlıklı bir biçimde idrak için bile gerekli olan ‘aletlere!’ sahip olduğumuz tartışmaya açıktır.

Paylaş Tavsiye Et