Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
"Sarığımız ak, lekesi çabuk belli olur"
Nazife Şişman

RAHMETLİ ninem başta olmak üzere bütün aile büyüklerimin, çocukluğumdan itibaren kulağıma küpe niyetiyle dillerine pelesenk ettikleri bir uyarı cümlesi, son günlerde hafıza dağarcığımdan çıkıp geldi: “Bizim sarığımız ak; lekesi çabuk belli olur.” Başımda her an lekelenmesi mümkün bir sarık varmışçasına davranışlarıma dikkat etmem, belki de ailenin ismi, saygınlığı nedeniyle başkalarından daha fazla özen göstermem talep ediliyordu bu uyarı ile. Bireysel olarak ahlaki davranma yükümlülüğümün yanında bir de mensubiyetim üzerinden yükümlülük altına alınmak isteniyordum. Peki bir taraftan liberal dünya görüşü açısından adına bireysel özgürlük denilen şey, diğer taraftan da İslam dininin öngördüğü mükelleflik, yani öznenin ahlakiliği denilen husus böylece ihlal mi edilmiş oluyordu? Yani modern sosyolojik kriterlere göre cemaate kurban mı edilmek isteniyordum? Çünkü modern sosyoloji bilgisinin cemaate uyum ve itaat olarak isimlendirivereceği ve liberal bireysel haklar açısından sakıncalı bulacağı bir aidiyete dayanıyordu bu talep açıkça.
Oysa modernitenin öne çıkardığı kavram emansipasyondu; yani geleneğin sabitliklerinden ve hiyerarşik baskı şartlarından kurtulmak, özgürleşmek. İnsanların hayatlarını düzenlemek için seçim yapabilmelerini sağlayan şartlara kavuşmaları, sınırlardan kurtulmaları demekti bu. Modern yaşam proje peşindeki yaşamdır; yani modern proje, bireyleri devraldıkları kimlikten kurtarmayı vaat eder. Kimliği isnat (ascription) meselesinden, edinim (achievement) meselesine dönüştürmüştür modernlik.
Bu tür ailevi talepler ise hem kimliğin isnat boyutuna vurgu yapar, hem de bir nevi asalet iddiasını bünyesinde barındırır. ‘Biz’i ahlaki ve toplumsal açıdan belli bir seviyede tutmak için belirlenen çıtalar vardır. Ama bu çoğu zaman kana dayalı bir asaletten ziyade terbiyevi bir işleve sahip muhayyel bir asalettir. İsmet Özel’in otobiyografik eseri Waldo Sen Neden Burada Değilsin?’de, kendi kimliğinin kurucu ögesi olarak zikrettiği “tevarüs edilmemiş asalet”i andıran bir durumdur. Bugün gençler arasında grup kimliğini tahkim etmek amacıyla kullanılan “bizi bozar” ifadesi de bir nevi cemaatin ortak davranış kalıplarını oluşturmaya yöneliktir. Bu açıdan bakıldığında “filancalardan olmak”, “cübbe giymek” kişinin belli ahlaki davranışları benimsemesini sağlayacak sınırlardır. Elbette hedeflenen, kişinin en üstte uhrevi olmak üzere haricî değil, deruni saiklerle hareket etmesidir. Ama insan, somuttan soyuta yükselişi derece derece olan bir varlıktır. Bu yüzden sadece Allah’tan korkmak değil, kuldan utanmak da önemlidir.
Bütün bunları düşünmeme ve yeniden örgütlü bir analize tâbi tutmama vesile olan medyatik olaylar sahne aldı geçtiğimiz günlerde. Önce başörtülü bir kadının sakız çiğneme ve buradan hareketle de herkes gibi davranma, hatta günah işleme özgürlüğü tartışıldı. Ardından “Cübbeli Hoca” diye bilinen bir zatın hem cübbesine, hem de hocalığına yakışmayan davranışlarının fotoğrafları sökün etti. “İslami yaşayış eleştirisi üzerinden hükümet yıpratılıyor”, “Cumhurbaşkanlığı seçimleri yakın” şeklinde Türkiye’deki siyasi konjonktürle bağlantılı yorumlarla, yani komplo teorileriyle geçiştirilmeye çalışılsa da başörtüsü ve cübbe dolayımından dinin tezahürleri ile özü arasındaki ilişkinin ele alınması zaruretini bir kez daha hissettik bu vesileyle. Paranoyak olmamanız izlenmediğiniz anlamına gelmez elbet. Demem o ki, komplo teorilerine teslim olmamak, bu hesap-kitabın yapılmadığı anlamına gelmez. Sadece meselenin daha derin ve bizi doğrudan ilgilendiren boyutlarına dikkat çekmek niyetindeyim.
Diyanet İşleri Başkanı, ‘cübbeli’ şayiasının akabinde, Yunus’un o meşhur mısrasında dile getirdiği “Dervişlik baştadır, tacda değil” mesajını vermek amacıyla takım elbise ve kravatla katıldı bir iftar yemeğine. Bu fiili mesajı kavliyle de teyit etti: “İslam’da dinî otorite, gücünü sarıktan, sakaldan ve cübbeden almaz.” Marifetin cübbede, kavukta olmadığını bilmez değiliz. En azından hepimizin dağarcığında Hoca’ya (cübbeli değil, Nasreddin) dair o meşhur anekdot vardır. Mektubu okuyamayınca, “Başındaki kavuktan utan” diyen zevata “Marifet kavukta ise, al sen giy de oku” diyen Hoca’nın hikmetli sözleri kulağımızda yer etmiştir çocukluğumuzdan itibaren.
Ama diğer taraftan atalarımız, baş asıl olsa da tacın başı etkilediğini vurgulamak üzere, “Taç giyen baş akıllanır” demişlerdir. Belli makam ve mevkilerin insanların eğitiminde ve olgunlaşmasında oynadığı role işaret eder bu söz. Toplumsal beklentilerin insanın davranışlarının düzenlenmesinde ve eğitimindeki katkısına, yani kabuğun, özün olgunlaşmasındaki etkisine vurgu yapar. Mesela Osmanlı toplumunda çelebilik böyle bir terbiye metodudur. Bu açıdan bakıldığında belli kıyafetleri giyerek bir mensubiyeti vurgulamak da o mensubiyete uygun bir olgunlukta davranmaya zorlar kişiyi. Başörtüsü de bu bakımdan zahire ait, ama kişinin batınını da etkileyen bir dinî uygulamadır. Çünkü ibadetlerin her zaman bir hatırlatıcı rolü vardır.
İmam Ebu Hanife, zahire göre hükmetmek üzerinde durur. Bir insanın dışarıdan nasıl göründüğü, Müslüman bir toplum için önemlidir. Fakat bu, sadece toplumsal düzenleme içindir. Yoksa kimin daha iyi Müslüman olduğunu Allah’tan başkası bilemez. “Nice insan gördüm üzerlerinde elbise yoktu, nice elbise gördüm içlerinde insan yoktu” sözü, başörtüsü için de söylenebilir, cübbe için de. Bunları söylerken, yanlış anlamalara meydan vermemek için cübbe ile başörtüsünün fıkhi hükümlerinin farklılığını mahfuz tutarak, sadece toplumsal beklentiler açısından benzerliğini konu ettiğimi söylemem gerek.
Başını örtmek “daha iyi Müslüman” olduğunu değilse de, Müslüman olduğunu vurgulayan bir davranıştır. Bu nedenle de kişinin kendisinden beklenebilecekler konusunda bir uyarıdır. Başını örten kadın bir Müslümandır ve ona bir Müslüman kadına davranılması gerektiği gibi davranılmalı, ondan bir Müslümandan beklenenler beklenmelidir. Diğer taraftan kişinin bu zahiri uygulamaya muvafık bir batınî mesafe kaydetmesi ise tamamen ferdî bir meseledir. Aynen meyvelerdeki gibi, kabuk özün olgunlaşması için koruyucu bir işlev görebileceği gibi, içerideki çürümüşlüğü gözlerden saklayan bir örtü de olabilir.
İslam’da zahir ile batın, iman ile amel arasındaki ilişki elbette çok derin bir mevzudur. Fakat zahirî beklentilerin batına nasıl yansıdığıyla ilgili beni en çok etkileyen örnek, İmam-ı Azam Ebu Hanife hakkında anlatılan şu olaydır: İmam-ı Azam çarşıdan geçerken arkasından bir grup zevat konuşmaktadır. Birisi der ki: “Şu giden adam var ya, yatsı abdestiyle sabah namazını kılar.” Bunu duyan İmam-ı Azam kendisi hakkındaki bu hüsnü zannı boşa çıkarmamak için o günden itibaren ölünceye dek yatsı abdestiyle sabah namazını kılar.
Şimdi bizden beklenenler neler? Sormamız gereken soru bence bu. Çünkü sarığın aklığını muhafaza edebildiğimiz oranda, onun bir kabuk olarak özümüzü olgunlaştırıcı etkisini devam ettirmesini bekleyebiliriz.


Paylaş Tavsiye Et