Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Gökyüzünü bilmeliyiz pencereden bakmadan
İhsan Fazlıoğlu
GÜNÜMÜZDE Türkiye’de pek çok ‘okumuş’un elinde bulunan, İslam Medeniyeti’nde felsefe-bilim hayatının kökenlerini inceleyen yerli ya da yabancı hemen hemen her eserde, özetle şu cümlelerle karşılaşılır: “Abbasî Hilafeti’nde, özellikle Halife Me’mun döneminde (813-833) Sanskritçe, Farsça, Süryanice, bahusus Yunanca eserlerden yapılan çevirilerle felsefe-bilim hayatı başlamış; Mu‘tezile aklî/rasyonel yönelimi nedeniyle bu hareketi desteklemiş, katkılarda bulunmuş; akabinde Ehl-i hadis siyasî hakimiyeti elde edince Mu‘tezile tasfiye edilmiş; uygun ortam ortadan kalktığı için de tercüme hareketi bitmiştir. Bu durum da, doğal olarak, İslam Medeniyeti’ndeki felsefe-bilim hareketini menfî bir biçimde etkilemiştir.”
Tarihî bir iddianın denetlenmesi için vesikaların yeterli olduğu; dolayısıyla geçmişe ilişkin herhangi bir iddianın doğrulanabilirliği ile yanlışlanabilirliğinin yine geçmiş kaynaklara geri gidilerek başarılabileceği düşünülür. Hem geçmişe, hem bugüne, hem de geleceğe ait iddiaların ancak ve ancak muayyen bir kavram-örgüsü içerisinde anlam kazandığı ise çoğu zaman unutulur. Her kavram-örgüsünün başka bir deyişle ‘Sistem’in, ilkeleri/kelime-i şehadetleri mevcuttur. Bir kişi Sistem içerisindeki unsurlarla ne kadar sorunlu olursa olsun, Sistem’in dayandığı ilkeler hep geçerliliğini korurlar. Çünkü Bütün’e ilişkin bir kanaat [ki küllîdir] sisteme ait her parçaya anlamını-değerini verir. Bu nedenle Bütün’e tavır, alınmadan parçaya alınan tavır yalnızca psikolojik bir rahatlama sağlar. Bütün’e alınacak bir tavır ise tehlikelidir; çünkü kişinin bütün bir anlam-değer dünyasını baştan aşağı değiştirmesine ve yeniden kurmasına sebep olabilir. Öyleyse bir tarih-medeniyet perspektifinin bütününe ilişkin karşı-duruş yoksa, parçalara ilişkin eleştiriler, ne kadar çok olursa olsun, hep aynı ilkeler, kelime-i şehadetler içerisinde, sürüp gider.
Bu kabuller çerçevesinde, yukarıda tırnak içerisinde verilen, İslam Medeniyeti’ndeki felsefe-bilim hayatının başlamasına ve devam etmesine ilişkin iddianın ilkece incelenmesi gerekir. Bu cümlede üç temel kabul mevcuttur: Birincisi, felsefe-bilim tercümelerle başlamıştır; ikincisi, bu hareket aklî/rasyonel tavırlı Mu‘tezile’nin siyasî iradeyi yönlendirdiği dönemde, özellikle Me’mun döneminde iş görmüştür; üçüncüsü ise Ehl-i hadis’in siyasî hakimiyeti etkisi altına almasıyla bitmiştir. Bu üç madde, doğal olarak, İslam medeniyeti’ndeki felsefe-bilim hareketinin din ile bilim çatışması diyalektiği içerisinde alınmasını zorunlu kılmaktadır.
“Bir medeniyetten başka bir medeniyete felsefe-bilim sahasına ilişkin bir eserin tercüme edilmesi ne demektir?” sorusuna, günlük tecrübelerimiz ışığında verilebilecek muhtemel yanıtları aklımızda tutarak şunu söyleyebiliriz ki; hiçbir medeniyette tercüme/çeviri bir felsefe-bilim hareketi başlatmaz; ancak yolda olan, yürüyen bir fikrî hareketi, felsefe-bilim üretimini besler, zenginleştirir, geliştirir. Tersi olsaydı bütün milletler, çeviri yoluyla yerli felsefe-bilim hareketlerini, geleneklerini rahatlıkla kurabilirlerdi. Öte yandan ilmî çeviri, daha baştan, çevrilen eserlerin hem dil, hem de muhteva itibariyle anlaşılmasını şart koşar. Başka bir deyişle, eserin ana-dili, çevrildiği ikinci-dil ve çevrilen konunun teknik içeriği bilinmeli, özellikle çevrilen dildeki ilmî terimler hazır olmalıdır. Batlamyus’un Almacestî’sinin teknik içeriğini bilenler, yukarıdaki şartlar çerçevesinde, bu tercümenin kolayca yapılamayacağını da bilirler. İslam Medeniyeti’nde yapılan çevirilerde ise gelişmiş teknik bir dil mevcuttur ve yabancı kelimeler oldukça azdır. Açıktır ki bu seviyede bir dil, çeviri esnasında yaratılamaz; çevirilerle beraber oluşamaz. Öte yandan çeviri hareketini yürüten isimlerin hemen hemen hepsi, aynı zamanda, matematik, astronomi, tıp vb. konularda özgün eserler yazmışlardır. Mevcut birikimi hazmetmeden üzerine yeni-bir-şey koymanın o kadar kolay olmadığı erbabının malumudur. Çünkü İslam Medeniyeti’nde çeviri ile yaratıcı katkı/düşünce eşzamanlıdır. Bunun da ötesinde çeviriler yapıldığı esnada, çevrilen mirasa, tashih edilmesi yanında hem eleştiri, hem de reddiye yazılması oldukça ilginçtir. Bu nedenlerle sanıldığının tersine, İslam Medeniyeti’nde aktarma, özümseme, yaratma, çöküş biçiminde bir sıralanış yoktur; çünkü tercüme asrı aynı zamanda üretim, yaratım asrıdır.
Mu‘tezile ise, Basra’da ve Me’mun’dan hatta Bağdat’ın kurulmasından yaklaşık yarım asır önce ortaya çıkmış bir hareketti ve tamamen İslam Medeniyeti’nin maddî-manevî-metafizik ortamından kaynaklanmıştı. Öte yandan, Mu‘tezile, sanıldığının tersine, çevirilerin İslam toplumuna, entelektüel hayatına soktuğu yeni düşüncelerle savaşmak için kendini yeniden düzenlemiş; Yunan-Helenistik kültür başta olmak üzere, bütün yabancı akımlarla Ehl-i adl ve tevhid adıyla mücadele etmiştir. Bu nedenlerle Mu‘tezile’yi Yunan-Helenistik kültürün yandaşı, aklî/rasyonel bir akım gibi göstermek, yalnızca, aşağıda üzerinde durulacak çatışmanın bir ayağını muhayyilede yaratmaktan başka bir şey değildir. Ayrıca, Mu‘tezile’nin temsil ettiği dinî eleştiri, özellikle Yunan-Helen mirasının eleştirilmesi, bu mirasa ilişkin görüşleri zenginleştirmiş; yeni-bilim dalları yanında yeni bir ilim zihniyetinin de ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Nihayet, İslam Medeniyeti’ndeki büyük tercüme hareketi Me’mun’dan (ö. 833) ve Mu‘tezile’nin tasfiyesinden sonra, başka bir deyişle Ehl-i hadis’in hakim olduğu dönemde gerçekleşmiştir. Eukleides, Batlamyus, Arkimedes, Apollonyus gibi isimlere ait bilim eserleri bu dönemde tercüme edilmiştir. Başka bir deyişle, büyük eserleri tercüme edenler; Huneyn b. İshak (ö. 877), oğlu İshak b. Huneyn (ö. 911), Kusta b. Luka (ö. 900 civ.), Sabit b. Kurre (ö. 901) ve diğer pek çok isim hem Me’mun’dan hem de Mu‘tezile’nin sahneden çekilmesinden sonra yaşamış ve Ehl-i hadis okulunun, Mütevekkil döneminde, Ahmed b. Hanbel eliyle hakimiyet kurduğu bir dönemden sonra faaliyet göstermiştir. Öyleyse tercüme hareketinin başlangıç ve bitişini ne i‘tizal, ne de taassub tek başına izah edemez. İlginçtir ki, İslam astronomlarının Yunan-Helenistik mirasa ait, kullandıkları matematik, astronomi eserlerinin çoğu 9. yüzyılın sonunda çevrilmiştir.
Tarihî vakıa buysa, niçin ilke farklıdır? Bu sorunun yanıtı açıktır: Bu ilkeyi/ilkeleri koyan Batı Avrupa kültürüne mensup insanların kafa yapıları, zihniyetleri din ile bilim çatışmasıyla kayıtlandığından, kendi tarihî çerçeveleri, medeniyet perspektifleri böyle olduğundan, her yerde bu çatışmayı aramışlardır. Böyle bir çatışma yoksa da uydurmuşlar, muhayyilelerindeki modele göre tarihî vakıayı tahrip ve tahrif etmişlerdir. Felsefe-bilim tarihinin en önemli sorunu zaten hep şu olmuştur: Hesap [model, çerçeve, bilmek] mı, Gözlem [vakıa, bakmak] mi? Açıktır ki bu sorunun yanıtı her medeniyetin kavram-örgüsüne göre değişecektir. Özellikle, Hesab’ı olanlar gözlerini o hesaba göre ayarlarlar.

Paylaş Tavsiye Et