Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Toplumsal eşitlik, ontolojik hiyerarşiye engel mi?
Nazife Şişman
PEYGAMBERLERİN Allah’ın seçkin ve en sevgili kulları olduğunu vurguladığımız bir sohbet içinde, “Ben de peygamber olsaydım keşke” diye bir hayıflanma ifadesi kullandı on yaşındaki bir erkek çocuğu. “Ama bu haksızlık değil mi?” diye de devam etti. Sadece Allah’ın seçtiği kimselerin peygamber olabileceğini söylemem onu hiç ikna etmedi. Peygamberliğin kesbî (kazanılmış) değil, vehbî (verili) olduğunu, Allah katında makbul ve mağfur olmanın da bir mertebe olduğunu ve bu mertebeye ulaşmak için iman, ihlas ve amel gerektiğini, onun anlayacağı dilde ifade etmeye çalıştım. Kişi peygamber olamazdı, ama onun vârisi âlim ya da şehit olup “onlar ölü değildirler” hitabının muhatabı olabilirdi.
Bazılarının peygamber olarak seçilmiş olmasını ‘haksızlık’ ve ‘eşitsizlik’ olarak algılamasını, onun dinî eğitim eksikliğine bağlamak mümkün. Ama bu kolaycı bir yaklaşım olur. Bence bu tavrın, daha genel bir zihniyet çerçevesinde değerlendirilmesi gerekiyor. On yaşındaki bir çocuğun peygamberlik gibi bir konuda, önceden belirlenmişliği yani Allah’ın, kullarından bazılarını diğerlerinin ulaşamayacakları bir konuma yerleştirmiş olmasını kabullenmesini zorlaştıran, hatta imkansızlaştıran husus ne olabilir?
Bu tepkiyle açığa çıkan şey, aslında mutlak eşitlik ideali. Anaokulundan itibaren “hayat bilgisi”ni eşitlik ve demokrasi çerçevesinde algılayan bir zihin yapısı, böyle bir önceden belirlenmişliği; diğer insanların bir ‘hak’tan mahrum bırakılmış olması ve eşitsizlik olarak kodluyor. Bu anlayışta eşitlik, adaletin mütemmim bir cüzü. Buna mukabil hiyerarşi ise, adaletin tam zıddı olan zulmün mütemmim cüzü, hatta gerekçesi olarak kabul ediliyor.
Bu kabul, çok önemli bir zihniyet yapısına işaret etmekte ve modern insanın dinle münasebetini kuruşunda, önemli bir kalkış noktası oluşturmaktadır. İlki, bütün insanların eşit olduğu kabulüdür ki bunun İslam’ın klasik yaklaşımından temelde hiçbir farkı yoktur. Elbette hangi çağda yaşamış olursa olsun bütün insanlar, aynı imtihana tabidirler ve ceza ve mükafat bakımından aynı adil yargılamaya muhataptırlar. Bu manada peygamber de bir kuldur.
Ama peygamberle eşit olmamaya karşı duruşta asıl öne çıkan husus, dünyevî boyutun dışında herhangi bir boyutun kabul edilmemesi ve kemâl derecesi gibi bir kriterin yersizleşmesidir. Bu anlayışta toplumsal eşitlik ideali temel alınmakta ve yaratılışta var olan hiyerarşinin kabul edilmesinde ciddi bir zihinsel zorluk yaşanmaktadır. Mesele, ontolojik hiyerarşi ile toplumsal ve hukukî eşitlik arasında bütüncül bir bakış açısının kurulamamasından kaynaklanmaktadır.
Modern Batı, toplumsal hiyerarşileri yıkmak için yola çıktığında karşısında dinî hiyerarşik yapıyı, yani Kilise’yi bulmuştu. Batının toplumsal eşitliği elde etme yolunda yıkması gereken bir dinî hiyerarşi vardı. Modernliğin, özel olarak da “yatay toplum”un bir veçhesi olan insan hakları ya da temel haklar kavramı, işte bu nedenle ontolojik hiyerarşiyi de hedef almıştır. Ve kurumsal dinî hiyerarşiyi yerle bir ederken “yaratıcıyı kendi zihninde yaratan insan”dan yola çıkmıştır. Bu durumda ontolojik hiyerarşi, yani Yaratan-yaratılan ilişkisi adeta tersine çevrilmiştir.
Bu nedenle bugün dinin kamusal temsili konusundaki tartışmalar da doğrudan doğruya yatay toplumun bir veçhesi olan haklara referansla meşrulaştırılmaktadır. Din artık kişisel ve bireysel bir tercih meselesidir. Herkesin, ilahi olana giden yola kendisinin karar verme hakkı vardır. Yani artık insanlar bir dine mensubiyetten ziyade, bir dini kendilerine ‘ait’ kılarak dinî bir kimlik kazanmaktadırlar. Bu durum da hakikati, insana ve daha ziyade topluma endeksli bir hale getirmektedir.
Toplumsal olanın belirleyiciliği her şeyin önüne geçtiği oranda, vehbî olanla kesbî olanın sınırları konusundaki kanaatlerimiz karmaşık hale gelmektedir. Dişi veya erkek olarak doğmak, şu veya bu ırka mensup olarak dünyaya gelmek, kişinin kendi belirleyebileceği durumlar değildir. Bu nedenle kesbî bir özellik taşımazlar. Bu özellikler vehbîdir, verilidir, yani değiştirilemezler. Bu nedenle de imtihan vesilesi olmanın dışında hiyerarşik değere sahip değildirler.
Fakat diğer taraftan, İslam düşüncesine göre varlık, bir silsile-i merâtib (hiyerarşi) içindedir. İslam düşüncesinde hiyerarşiden kaçınılamaz, zira İslam’ın vaz’ı şehadettir: “Hak’tan başka hakikat yoktur.” Yani Allah, Hak’tır; âlemin gerçekliği ise nisbîdir. Hiyerarşiyi kırmak demek, İslam’ın en temel ilkelerini reddetmek demektir. Bazı şeyler bazılarından üstündür. Kur’ân’da peygamberlerin bile bir kısmının diğerlerine tercih edildiği belirtilir. Bazı kullar diğerlerine tercih edilmiş, bazılarının bazı bakımlardan diğerleri üzerinde bir derece sahibi olduğu söylenmiştir. Ama nihaî olarak insanlar arasında üstünlük takva iledir. Yine de bir insan ne kadar çabalarsa çabalasın peygamber olamaz. Varlık hiyerarşisi, ona böyle bir konuda sorgulama hakkını da vermez. Ateşten yaratılan İblis’in, topraktan yaratılan Adem’e secde etmesinin istenmesi, bu silsile-i merâtibe teslimiyetle mi, isyanla mı karşılık verileceğinin ilk sınavıdır. İblis bu sınavda kaybeden olmuş, Adem’in çocukları ise kıyamete dek sınanmak üzere yeryüzüne gönderilmişlerdir.
Modern zihniyetin, haklar ve eşitlik veçheleriyle zihinlerde yarattığı karmaşanın bir sonucu olarak Müslümanların dinî telakkilerinde de bir takım alt üst oluşlara rastlamak mümkündür. Peygamber de bir insan olduğuna göre, Kur’ân’ı ondan daha iyi anlamamıza engel teşkil edecek herhangi bir şeyin olmadığı şeklinde yaygınlaşan anlayışın arka planında işte böyle bir alt üst oluş vardır.

Paylaş Tavsiye Et