Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Hallac’ın kız kardeşine hangi mercekten bakmalı?
Nazife Şişman
NECM’ÜD-DÎN Râzî, yedinci/on üçüncü yüzyılda, geçmişe bakar ve daha o zamanlar, yani meşhur mutasavvıf Hüseyn b. Mansur el-Hallac (ö. 309/922) zamanında bile, İslam toplumunun mükemmel olmadığı tespitini yapar. Çünkü Hallac’ın kız kardeşi ile ilgili olarak şöyle bir olay aktarır:
“Hüseyin ibn Mansur’un, seyr ü sülukta erlik iddia eden bir kız kardeşi vardı. Güzel bir kadındı. Bağdat’a yüzünün bir tarafı peçeyle örtülmüş, diğer tarafı açık olarak gelirdi. Büyüklerden biri, ‘Neden yüzünün tamamını örtmüyorsun?’ diye sordu. Hallac’ın kız kardeşi: ‘Bana bir erkek göster, o zaman yüzümü örteceğim. Bağdat’ın tamamında sadece bir tek adam var, ama o da yarım sayılır. O da (erkek kardeşim) Hüseyin. Eğer onu saymasaydım, yüzümün öteki yarısını da açardım’ cevabını verdi.”
Başörtüsü sorunu, türban krizi gibi aktüel realiteye ait kavramlarla sınırlandırılmış zihnimiz, Hallac’ın kız kardeşinin yüzünü örtmeyişini nasıl kavrayacak? Bir kadının zaten erkek kardeşinin yanında örtünmesi gerekmezken, Hallac’ın kız kardeşi, neden yüzünün yarım örtüsünü böyle gerekçelendiriyor? “Er”liğin, “adam”lığın başka bir anlamı mı var? İlk aklımıza takılan sorular bunlar. Ama çağdaş tartışmalarla şekillenen düşünme biçimimiz, daha farklı bir “okuma” da yapabilir. Kadınları örtünmeye zorlayan erkek egemen topluma karşı bir kadının direnme biçimi olarak yorumlamak da mümkün bu tavrı.
Örtünmek ya da örtünmemek… Yüz yılı aşkın bir süredir İslam dünyasında hem kadınlar, hem erkekler bu soruyu ve bu soru aracılığıyla da alternatif kadın kimliklerini tartışıyorlar. Örtünmenin medeniyetle, ilerlemeyle, özgürlükle karşıt; gerilik, barbarlık ve ezilmişlikle paralel bir anlam kazanması da bu tartışmalarla aynı döneme rastlıyor. Türkiye’de gündelik siyasetin bir parçası haline gelen başörtüsü yasakları ise, sıcak bir gündem oluşturarak tesettür ile ilgili bu tartışmaları ‘şimdi’ boyutuna kilitleyen bir işlev gördü. Bu tartışmaların son dönemlerde aldığı şekil, bizi aktüel problemlere o denli odakladı ki, meselelere bir üst seviyeden bakamayacak denli mevcudun içinde kaybolduk. Oysa hiçbir sorun, onu ortaya çıkaran ortamla aynı seviyeden çözüme kavuşturulamaz. Bu da aslında her meselede katmanlı bir bakış açısına sahip olmamız gerektiği anlamına gelir.
İsmail Kara’nın, üç ayrı mercek kullanan gözlüklerle bakmak şeklinde izah ettiği ve genele şamil olan bu katmanlı bakış açısını, başörtüsü meselesine de uygulamamız mümkün. Birinci mercek, aktüel problemlere odaklanır; mevcut realiteyle temas halindedir. Yani bu mercekten başörtüsü, Türkiye’de yaşanan akut bir problemdir. Elbette hayatla temas hem soğuk hem yakıcıdır; ama aynı zamanda zaruridir. İkinci mercek ise tarih ve coğrafya perspektifinden bakmaktır. Güncelin içinde kaybolmayan geniş bir vizyon sağladığı gibi, aktüele çözüm bulmakta isabet de kazandırır bu bakış açısı. Bir okçunun şimdiki hedefe isabet ettirebilmek için yayını geriye doğru çekmesine benzer. Sömürgecilik, oryantalizm, modernleşme… Bu tecrübelerin genel olarak İslam dünyasında, özelde Türkiye’de yaşanış tarzı, başörtüsünü nasıl ‘sorun’sallaştırmıştır? Sadece bu soruyu bile değerlendirmeye katmak, meseleyi daha isabetli bir tarzda ele almayı sağlayacaktır. Üçüncü mercek ise mücerret, felsefî sahaları temaşa edip, dönüp tekrar müşahhas olana bakmaktır. Çünkü reel olan, ancak nazarî bir çerçevede anlam kazanır. Tesettüre bu mercekten bakabildiğimizde, yukarıdaki anekdotu yorumlamayı da, Kur’an’daki “Allah, anne babanızı cennetten çıkardı ve ayıp yerlerini görsünler diye üstlerinden örtülerini aldı” ayetinden yola çıkarak, kadın olsun erkek olsun, insan için ideal durumun örtülülük olduğunu daha felsefî bir çerçevede ele almayı da başarabiliriz.
Fakat bugün bizler, pek çok meselede olduğu gibi, başörtüsü meselesinde de aktüelin dışında bir mercek kullanamıyoruz. Bu nedenle de bugün pek çok kelâmcının, mutasavvıfın, İslam felsefecisinin söyleyip yazdıkları, bize anlamsız gözüküyor. Ve mesela, Hallac’ın kız kardeşinin bu davranışını anlayamıyoruz. Büyük oranda donanım yetersizliğimiz, bu sözlerle bire bir irtibat kurmamıza engel oluyor. Aramızda ciddi bir uzaklık var. Onların reel ve metafizik olarak neyin peşinde olduklarını, hangi problemleri hangi düzeyde çözmekle meşgul olduklarını yeteri kadar bilemeyişimiz de bu uzaklıkta etken. Aramızdaki bu mesafe nedeniyle, genellikle soyutluğa ya da anlamsızlığa mahkum ediyoruz bu metinleri. Yahut mesela felsefî düzeyde yorumlamamız gereken yukarıdaki uygulamayı, doğrudan aktüel problemlerden yola çıkarak anlamaya çalışıyoruz. Böylece İslam tarihindeki ilk feministlerden birini “keşf” ettiğimizi iddia edebiliyor ya da örtünmenin izafî, yoruma açık olduğu şeklinde pratik bir sonuca ulaşabiliyoruz. Çünkü siyasallaşma, sosyolojikleşme tecrübesi neticesinde, biz aktüel merceğe takılıp kalmış durumdayız. Farklı mercekler kullanabilen katmanlı bir bakış açısına ve tetkik tarzına aşina değiliz.
Yine İsmail Kara’nın “siyaset, fikir ve ilim düzeyleri” şeklindeki şemasını ödünç alarak bir değerlendirme yapacak olursak… Birinci merceği kullanarak başörtüsü ile ilgili olarak bugüne yönelik siyaset üretmeliyiz. Çünkü akut sorunlar acil çözümler bekler. Ama siyaset üretmek için öncelikle fikir üretmek gerekir. Bu da ikinci merceği, yani tarihî ve coğrafî perspektifi gerektiriyor. Başörtüsü meselesine baktığımızda, fikir boyutunun ne kadar zayıf olduğunu söylemek bile gereksiz. Zaten bir konuda fikir üretmek istiyorsak, daha geniş bir çerçevede ilimle, aramızda mesafe olduğunu belirttiğimiz felsefeyle, kelamla, tasavvufla irtibatımızın olması gerekiyor.
Bugün tecrübe edilen o ki, başörtüsü ile ilgili olarak siyaset üretilemiyor, çünkü fikir gelişmiyor. Fikir gelişmiyor, çünkü ilimden uzağız. Şu ifade çok abartılı bulunmaz sanırım: Ne zaman ki yukarıdaki anekdotu yorumlayacak ilim seviyesine ulaşırız, o zaman başörtüsü konusunda fikir geliştirmek de, siyaset üretmek de mümkün olur.

Paylaş Tavsiye Et