Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Bir piyasa ideolojisi olarak neo-liberalizm
Sadık Ünay
ELEŞTİREL siyaset biliminin duayenlerinden Robert W. Cox, “Her teori birileri ve belli amaçlar için geliştirilir” der. Aynı zamanda farklı teoriler ya da dünya görüşlerinin, sanıldığının aksine tarihin akışı içinde olgunlaşarak gelişmekten ziyade, konjonktürel gelişmelerin ışığında hâkim güçler tarafından “ısıtılarak” piyasaya sürüldüğünü belirtir. Son zamanlarda hem akademik çevrelerde, hem de farklı sosyal platformlarda artan bir sıklıkla gündeme gelen “neo-liberalizm”, ya da “yeni-sağcılık” kavramlarının yükselişini de bu bağlamda değerlendirmekte fayda var. Mevcudiyeti yüzyıllara yayılan köklü ideoloji ya da dünya görüşlerinin “neo” etiketi yapıştırılıp kısmî bir makyajdan geçirildikten sonra tekrardan piyasaya sürülmesi pek de yabancı olduğumuz bir gelişme değil. Neo-liberalizmin önemi ise içinde yaşadığımız kapitalist global sistemin kurucu ideolojisindeki değişimi yansıtmasından kaynaklanıyor. Bu kısa yazıda, “Neo-liberalizmi bir piyasa ideolojisi olarak anlamak dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeleri doğru yorumlamamıza ne derece katkıda bulunabilir?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.  
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, siyasal-ekonomik liberalizmin dünya sistemini şekillendiren baskın düşünce sistemi olarak varlığı, yirminci yüzyılın ortalarındaki kısmî kesintiye rağmen devam etmekte. 1970’ler sonrasında ortaya çıkan Amerikan-İngiliz yönetimleri, çokuluslu şirketler ve uluslararası ekonomik örgütlerce propagandası yapılan neo-liberalizmin, klasik liberal yaklaşımdan farkı; ortaya çıktığı dönemin farklı konjonktüründen kaynaklanmasıydı. 19. yüzyılın mallarda serbest ticaret (free trade) ilkesinin yerini finansal globalleşme projesi temelinde uluslararası finans hareketlerinin serbest bırakılması (free finance) alıyordu. Teorik ve analitik alanda başlayan bu kayma, aslında kapitalist sistemin takip eden dönemde üretim ve ticaret ekseninde oluşan sermaye birikim şeklinden finans kapitale dayalı daha akışkan, daha kompleks ve spekülatif bir birikim tarzına kayacağının da sinyallerini vermekteydi. Nitekim 1980’ler ve 1990’lar finansal sermayenin üretim ve ticaret sermayesine karşı gücünün gittikçe arttığı dönemlerdi. Hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde üretim süreci ile finansal hareketler arasındaki bağ gittikçe zayıflayıp kopma noktasına geldi.
Anglosakson ekonomist ve siyaset bilimcilerin koordine edilmiş yazıları ile Amerikan güdümündeki altına endeksli sabit kur sisteminin krize girdiği yıllarda gündeme gelen, 1980’ler boyunca İMF ve Dünya Bankası programları ile zaman zaman “cebren” promosyonu yapılan, 1990’larda Asya tecrübeleri ışığında yönetişim problemlerini ve fakirliği önleme boyutuna dikkat çekilen neo-liberalizm, 2000’li yıllara girdiğimizde akademi ve ekonomi politikası üretim merkezlerinde rakipsiz yaklaşım konumuna yükselmiş durumda. Daha da önemlisi, neo-liberalizmin son derece ideolojik ve piyasa yüceltici kabullerinin, kalkınma ve makroekonomik yönetim süreçlerine yönelik “yaklaşımlardan bir yaklaşım” olduğu unutularak sorgulanmaz bilimsel gerçeklik şeklinde algılanmaya başlaması.
Küresel etkilere son derece açık ülkemizde de bu küresel “piyasa ideolojisi”nin dikkatlice kamufle edilmiş yansımalarını görmek zor değil. 1989’da gerekli kurumsal ve hukukî altyapı oluşturulmadan alınan finansal liberalizasyon kararından sonra Türkiye’nin spekülatif “sıcak para atakları”, rant ekonomisi ve tekrar eden finansal krizlerden kaynaklanan sıkıntılarla uğradığı ağır kayıplar ortada. Bu bağlamda, orta ve uzun dönemde sosyo-ekonomik istikrarı sağlayıp adil ve sürdürülebilir bir kalkınma momentumu yakalayabilmek için bir taraftan spekülatif finans hareketlerini kontrol ederken, diğer taraftan ekonominin üretim kapasitesinin, yerli katma değerin ve yetişmiş insan gücü potansiyelinin arttırılması gerektiği pek çok kişi tarafından seslendirilmekte. Ancak arka arkaya devreye giren İMF stand-by anlaşmaları ile eli kolu bağlanan ekonomi yönetiminin, özellikle sosyal adaleti sağlama noktasında ne derece hareket kabiliyetine sahip olabileceği meçhul.
İMF’nin Türkiye üzerindeki direk yönetişim etkisi 2008’de büyük ihtimalle sona erecekse bile, neo-liberalizmin kurucularından Anne Krueger’in asgâri ücretle ilgili olumsuz açıklamalarına akseden neo-liberal dünya görüşünün ideolojik yansımaları devam edecek gibi görünüyor. Özelleştirmeye, farklı uygulamaları ve özerkleştirme gibi alternatifleri olan teknik ya da idarî bir gereksinim şeklinde değil de siyasal-ekonomik libarelleşme projesinin önemli bir unsuru olarak bakan; Dünya Ticaret Örgütü’ne intikal eden gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ulusal ekonomik çıkar çatışmalarını ve uluslararası rekabet konusunu hafife alan; “sermaye artık globaldir” diyerek kısa dönemli ve fırsatçı yabancı sermaye akımlarına karşı tedbir düşünmeyen bir zihniyet siyasal eğilimini nasıl tanımlarsa tanımlasın özünde ancak neo-liberal olarak nitelendirilebilir.
Neo-liberal reçeteleri yıllar boyu harfiyen takip edip hem zaman, hem de kaynak israf ettikten sonra titreyerek kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan Latin Amerika ülkelerinden ibret alınacağını düşünmek safdillik olur. Ancak ülkemizin sosyal, siyasî, ekonomik alanlardaki gidişatına yön verenlerin, yerli seçkinler ve Batılı muhataplarının yaklaşımlarının içine, bilimsel doğru görünümünde dikkatlice yerleştirilmiş ideolojik kodların ve ön kabullerin farkında olarak uzun dönemli politikalar geliştirmelerini beklemek hakkımızdır.

Paylaş Tavsiye Et