Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Öğretmenler günü yazısı olsun!
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
I
ÇOCUKLUĞU Şenlikköy-Florya’nın sakin ikliminde geçti. Şenlikköy İlkokulu’nda ilk gün ve ilk ders, torpilin ve adam kayırmanın resmi kayıtlı kaldı hafızasında. Daha ilk gün, ilk derste, kulağı çekilen bir kız öğrenci olmak, okul hayatını belirleyen temel renk oldu. İlk gün ilk derste öğretmen tahtaya Hürriyet yazmıştı. Evlerine Hürriyet gazetesi giren öğretmenin ahbabının kızı, hemen okudu bu kelimeyi. Belli ki, öğretmen onun için kurdeleyi evvelinden hazırlamıştı. Derhal göğsüne iliştirdi. “Tercüman yazsaydınız, ben de okurdum” diye itiraz etti küçük kız. Öğretmenin cevabı şiddetli bir kulak çekme oldu.
Şenlikköy İlkokulu’nda başlayan öğrencilik hayatı Beşyol Baraka İlkokulu’nda yağmurun saçlarına düştüğü, güneşin kızdırdığı başının isyan niyetine burun deliklerinden kan olarak çıktığı günler arasında sürdü. Burnu kanamaya başladığında bütün okul seferber olurdu.
Öğretmeninin adı Anet idi. Ardahanlı bir ailenin kızı Anet Kaya. Henüz hayatında Ermeni kelimesinin çağrışımları yoktu. “Neden sizin adınız Anet?” diye sorardı öğretmenine. “Neden senin öğretmeninin adı Anet?” diye soran büyüklerinin sorusunu ödünç alıp. “Ben bir film kahramanıyım” derdi kuzgunî saçları beline dökülen öğretmen. Hiç sınıf başkanı olmadı; şimdi okullarında seçim propagandası yürüten çocuklarına inat. “Herkes kendisinin başkanıdır” derdi anarşist ruhlu, henüz 19 yaşındaki öğretmen. Belki de Anet öğretmenin attığı maya tuttuğu için, iktidarın diline hep uzak kaldı.
Orta 1. sınıfta Türkçe öğretmeninin sürekli kulağını çeke çeke yara yapmasından dolayı, arkadaşları tatil yaparken, o kulağından tedavi gördü. Mevsim yazdı. Kulak kepçesindeki zedelenen sinirlerin ömür boyu kendisini bırakmayacağını henüz bilmiyordu. “Sizin anlattıklarınız bizim evdeki kitaplara hiç uymuyor” dedikçe, kulağındaki yara hiç kapanmadı. Ağzından çıkan her sözün bedelini on üç yaşından itibaren daima ödedi.
Lise yılları sağ-sol çatışmasının iyice arttığı yıllardı. Ülkücüler sosyalist, sosyalistler ülkücü diye tehdit etti onu. Hiçbir zaman siyasî bir düşüncenin fanatiği ol(a)madı.
İstanbul’da başlayan lise hayatı Afyon Lisesi’nde tamamlandı. Öğretmenleri ona “İstanbul’dan gelen kız” lakabını taktı. Sınıfın üçte biri muhtelif tıp fakülteleri için sabahlara kadar çalışırken; İstanbul’dan gelen kız bir an önce mezun olup yedek köy öğretmenliği yapmanın hayallerini kurdu. Ya köy öğretmeni olacaktı ya da bir bankada memur. İstanbul’a asla dönmeyecekti.
Döndü. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü, üniversite eğitiminin ilk durağı oldu. Neyse ki artık sorduğu sorular hiç kimseyi sinir etmeyecekti. Yanılmıştı tabii.
Felsefe okumak, tesettürlü bir baş olarak felsefe okumak herkesten ve her şeyden kopmak demekti. Dindarlar felsefe okuduğu için, felsefeciler dindar olduğu için eşiğin öbür tarafını geçilmez kılmak uğruna her şeyi yaptılar.
Yüksek lisans öğrencisi iken Fazilet Kız Lisesi’nde öğretmenliğe başladı. İnsanın uçarak yürüyebileceğini tecrübe etti. Öğretmenlerin kanadı vardı. Çabuk kırıldı kanatları. Neden kırıldığını hiç anlayamadı.
Doktorasını tamamladı 1994 yılında. Doktora imtihanında bir kez daha, sorular soran ve başkalarının sorduğu sorulara hazır cevabı olanların asla istenmediğini gördü. Savunma imtihanında tam dört saat kaldı. Her soruya cevap verdi. Cevap verdikçe başka sorular soruldu. Sonuç kendisine “Siz daha iyilerine layıksınız, ama kaldınız” diye tevdi edildi. Yirmiye fırlamış tansiyonunu fark etmedi. Çünkü jüride güzel insan; şefkati ve sabrıyla hoca olan Ümit Meriç vardı. “Benim gözümde doktorsun” dedi. Jüride kendisine en uzak durması beklenen hoca, Ayhan Aktar, “Sizi tanıdığıma memnun oldum” dedi. Dışardan gelen hocalar olumlu, fakültedeki hocalar olumsuz not verdi.
Aynı jüri, ikincisinde bu defa sorgusuz sualsiz onu doktor ilan etti. “Eksiklikler tamamlanmış”, ilave dipnotlar düşülmüştü çünkü. Yirmiye fırlamış tansiyonun bedelinin ne denli ağır olduğunu jüri üyesi hocalar hiç bilmediler.
Hayatında hiç torpil aramadı. Hiç rüşvet vermedi. Menfaat için kimseye boyun eğmedi. Kamusal hayatın bütün kapıları kapalı kaldı. Umursamadı. Yaşamak ile yazmak arasında bir köprü kurdu. Ama hâlâ içinde, gidemediği köylerin ışıl ışıl bakan çocuklarının yangını tütüyor.
Her öğretmenler günü içinde bir yangın!
Sanki yapması gereken şeyleri yapmıyormuş gibi bir suçluluk. Bir kaç yıl öncesine kadar 24 Kasım’da sokaklara çıkamazdı. Fakir bir öğrenciye sarılıp kalakalmaktan korkardı. Bir çocuğun bedenine karışıp orada hapis kalmaktan…
Bu yazıyı artık öğretmenler gününde sokağa çıkabilecek kadar gönlünü eskitmiş olduğu için yayınlıyor.
 
II
Her şey eskiyor da, insanın rüyaları eskimiyor. Kan ter içinde uyanıyorum okula geç kaldığım rüyalarda. Ya öğrenci olarak geç kalıyorum, ya öğretmen olarak.
Hiç kimseler “yetiştin, vaktinde geldin” demiyor. Kapıları açan da yok.
Oysa hep hazırdım.
Kapının öbür tarafında.

Paylaş Tavsiye Et