Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Memleket Hali
Talim dershaneden, terbiye televizyondan
Yücel Bulut

13-17 KASIM 2006 tarihleri arasında düzenlenen 17. Milli Eğitim Şûrası, çalışmalarını, ardında birçok tartışma konusu bırakarak tamamladı. Şûrada özellikle meslek okullarının üniversiteye girişlerini kolaylaştıracağı iddialarına ve eleştirilerine yol açan yeni katsayı düzenleme önerileri getirildi. Öne çıkan bir diğer karar da, üniversiteye girişteki yığılmaların önüne geçmek amacıyla bir “olgunluk sınavı” yapılmasına ilişkindi.
Meslek Liseleri üzerinden gerçekleştirilen tartışmalar, esasen İmam-Hatip Liselilerin, yapılması muhtemel düzenlemelerin açacağı kapıdan geçerek, kendi alanlarının devamı niteliğindeki ilahiyatın yanı sıra, sosyal bilimler, iktisat, hukuk, siyasal bilgiler gibi değişik disiplin ve fakültelerde de yükseköğrenim görme hakkını elde edebilecekleri kuşkusundan kaynaklanıyordu. Asıl korkulan ise, 28 Şubat sürecinde kesintiye uğratılan İmam-Hatip Liselilerin üniversitelerin çeşitli fakülte ve bölümlerinden mezun olma ve kamusal hayatın pek çok alanında istihdam edilme süreçlerinin yeniden başlayabilmesi ihtimaliydi.
Üniversitelere giriş katsayıları ya da meslek okulları etrafında yapılan tartışmalarda, atlanmaması gereken diğer bir nokta da, üniversite öncesi -özel ya da devlete ait- eğitim veren kurumlarda okuyan öğrencilerimizin kaçının üniversite imtihanında, herhangi bir dershaneye gitmeden ya da özel eğitim almadan başarılı olabildiğidir. Bugün üniversiteye hazırlık kursları ve dershanelerin, öğrencilerin eğitim hayatlarının geleceğinin belirlenmesinde okudukları liseden daha fazla öneme sahip olduğu gerçeği, üniversiteye giriş sınavında uygulanan katsayıların anlamı, daha doğrusu anlamsızlığını daha net bir biçimde ortaya koyuyor. Meslek Liselisi de, Anadolu Liselisi de, Kolejlisi de aynı dershanelere gidiyorsa ve üniversiteye girişte belirleyici olan da bu dershaneler ise bunlar arasında bir ayrım yapmanın mantığı nedir?
Aslında bugün Türkiye’de bir İmam-Hatip Liseleri sorununun kalıp kalmadığı da  her boyutuyla tartışılmalıdır: Siyasal gelişmeler nedeniyle, anlaşılabilir bir biçimde, tabu haline dönüşen bu mesele üzerinde serinkanlı bir biçimde düşünülmesi gerekiyor. Yaşananların ışığında, İmam-Hatip okullarının, Türk eğitim sisteminde yaşanan çok yönlü yozlaşmanın dışında kalıp kalamadığı sorusu önemli hale geldi. İkinci bir husus da, son dönemde yapılan araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, toplumun dine yaklaşımı ve dinî hayatını yaşayışı ile ilgili süreçlerde farklılaşmaların söz konusu olması. Bütün bunlar dikkate alındığında, İmam Hatip okulları vb. sorunlarda daha farklı ve yeni siyasetler geliştirilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor.
Bugün itibariyle Türk eğitim sisteminin sorunları üniversiteye giriş sınav sisteminden ya da üniversiteye girişte Meslek Liselerine uygulanan katsayı sınırlamasından ibaret değildir. Bunlar elbette önemli problemler, fakat göz ardı edilmemesi gereken daha temel problemler eğitim sistemimizin hemen her seviyesinde karşımıza çıkıyor. Bütün bir ülke, hemen her alanda bir hedef ve model problemi ile karşı karşıya. Eğitim sisteminin temelinde bulunması gereken ilkelerin ne olacağı konusu başlı başına bir problem. Nasıl bir insan yetiştirilmek isteniyor? Nasıl bir toplum tahayyül ediliyor? Bu insan, ne için ve nasıl yaşayacak? Ne için ve nasıl üretecek ve  tüketecek?
Türkiye, hedefini ve anlam dünyasını yitirmiş âdem teklerinden oluşan bir ülke olma yolunda hızla ilerliyor. Bu anlamda hızlı bir dönüşüm yaşıyor. Tevarüs edilen değerlerden hızla uzaklaşıyor; fakat yeni bir değerler manzumesi de inşa edebilmiş değil henüz. 17 aylık bebeğe -üstelik de annesinin gözetiminde- yapılan cinsel taciz, kişisel tatmin için insan avına çıkan seri katiller, hemen her gün gazetelerin üçüncü sayfalarını süsleyen yeni cinsel sapkınlık ve saldırı haberleri, eğer aklımızı başımıza devşirmezsek, boşluğa düşmüş ve zincirlerinden boşanan âdem teklerinden oluşacak geleceğin Türkiye’sinin nasıl bir ülke olacağının işaretlerini veriyor.
Siyasilerimizin -hem güç sahipleri, hem de oy almak için başvurmak zorunda oldukları kesimler nezdinde- kendi konumlarını ve uygulamalarını meşrulaştırmak için, her fırsatta “küreselleşen dünyada” diye başlayan konuşmalar yaptıkları bir dönemde ülkemiz, tam da bu küreselleşme arzusu yüzünden yaşayacağı, belki de yaşamaya başladığı, şiddetli bir travmanın semptomlarını veriyor. Kırsalıyla kentiyle, sokağıyla okuluyla bir bütün olarak Türkiye, ahlakî çürüme ve toplumsal çözülme tehdidi altında.
TV kanallarında arz-ı endam eden yerli ve yabancı dizilere, filmlere, TV kanallarının sabah programlarına ve bu programlardaki tartışmalara bakıldığında topluma sunulan kadın, erkek, genç, yaşlı, aile vb. örnek modeller konusunda bir fikir sahibi olunabilir. Bu örnek modellerin, hemen her TV kanalında ortak bir model olarak sunulması da üzerinde ayrıca tartışılabilecek bir boyut. Toplumda geleneksel olarak tevarüs edilen değerlerin ve kurumların, hüzünlerde ve sevinçlerde, ölümler ve definler dâhil, söz konusu yapımlara sokulmamaya özen gösterilmesi -örneğin, cenaze merasimlerinin Katolik/Protestan defin töreninden ayırt edilemez bir biçimde sunulması-, kurgulanmaya ve örnek-model olarak gösterilmeye çalışılan birey, aile ve toplum anlayışına ilişkin ciddi ipuçları barındırıyor.
Sonuç olarak, eğitim sisteminin “talim/öğretim” boyutunu özel dershanelere, “terbiye/eğitim” kısmını televizyonlara ve gazetelere ihale ettiğimizde ortaya çıkacak tablonun mevcut durumdan farklı olmasını da bekleyemeyiz.

Halkçı Ecevit’e Devlet Töreni
Eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevit, geçirmiş olduğu beyin kanamasının ardından uzun süredir yoğun bakımdaydı. Siyasi hayatımızın Karaoğlan’ı geçtiğimiz günlerde vefat etti ve “Halkçı Ecevit!” ve “Türkiye laiktir, laik kalacak!” sloganları eşliğinde Devlet Mezarlığı’na defnedildi.
Bülent Ecevit, her şeyden önce, CHP geleneğinde önemli işler başarmış bir siyasal aktördü. “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremedi” zihniyetindeki bir partiyi, halkla buluşturarak, çok partili hayata geçtikten sonra hiçbir biçimde elde edemediği seçim zaferini -tek başına hükümet kurmasına yetmese dahi- yaşamış bir liderdi. Bunun ne kadar kalıcı olduğu ya da bu başarılarının Türk siyasal hayatına nasıl katkılarda bulunduğu elbette ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Türkiye’nin 1970’li yıllarda yaşadığı ekonomik ve siyasi krizlere problem yaratma ya da problemlere çözüm üretme konularında nasıl bir katkıda bulunduğu da elbette tartışılmalıdır. Söz konusu sorunların niteliğinin ve boyutlarının tespiti de, kişisel çözümlerin sınırlarını anlayabilmek açısından önemli olacaktır.
Türkiye’de son dönemlerde yaygınlaşan bir tarz var: Kültürde, sanatta, siyasette, ekonomide vs. öne çıkmış kişilerin biyografilerinden ya da soy sop bilgilerinden hareketle analizler yapmak ve söz konusu kişilerin kariyerlerine ve eylemlerine özel anlamlar yüklemek. Bu anlamda eşi Rahşan Ecevit’in geçmişiyle ilgili yayınlar yapılmasına karşın Bülent Ecevit’in biyografisi üzerinde bugüne kadar hiç durulmamış olması da manidar. Vefatı sonrasında Ecevit’in biyografisinden bahseden kısa haberlerde onun, Türkiye’de siyasete girmezden evvel, ABD’de, orada yayınlanan bir gazetede çalışmak üzere birkaç yıl bulunduğu ve bu süre zarfında aralarında Henry Kissinger’ın da bulunduğu çeşitli hocalardan dersler aldığı belirtiliyordu. Bu bilgilerden özel anlamlar çıkarmak gerekir mi bilemiyorum. Ancak Türkiye’deki her siyasal aktörün Amerika seyahatlerine ya da biyografik bilgilerine özel anlamlar yükleyen çevrelerin -bilmemeleri mümkün olmayan- bu bilgiler karşısında bugüne kadar sessiz kalmaları da oldukça manidar değil mi?
Ecevit’in defin töreninde -medyanın abarttığı kadar olmasa da- sıklıkla atılan sloganlardan birisi, “Türkiye laiktir, laik kalacak!” idi. Her fırsatta dini siyasete alet ediyorlar diye belli kesimleri parmaklarıyla gösterenlerin, eceliyle vefat eden bir şahsın cenaze töreninde, hem de cami avlusunda bu sloganları atmaları; en hafifinden, siyasal rant ve baskı için hiçbir fırsatı kaçırmama niyetlerinin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. (Sayın Başbakan’ın bu sloganları ve atanları muhatap alıp, Parti Kongresi’nde sataşması da ayrı bir gereksizlik örneğiydi.)
Ecevit’in ardından siyasetçilerimiz, gazetecilerimiz ve aydınlarımız tarafından yapılan değerlendirmeler, daha birkaç yıl evvel Ecevit’le ilgili yapmış oldukları değerlendirmeler hatırlandığında, dağarcığımızda bulunan “kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur” türünden atasözlerimizi bir kez daha hatırlattı.
Dün Ecevit’i “yolsuzluklarla mücadelede pasif davranmak ve denetimi engellemek”le suçlayan ve yüzüne Anayasa kitabını fırlatan Cumhurbaşkanı Sezer, bugün onun yaşamı boyunca üstlendiği görevlerdeki “etik değerleri ön planda tutarak benimsediği istikrarlı çizgisi”nden bahsediyor. Ecevit’i dün “jurnalcilik”le suçlayan Kenan Evren, bugün onu “cesur ve ilkeli bir devlet adamı” olarak tavsif edip “içeri almaları”ndan dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Dün “Ortada ihanet var, evet var… İhaneti yapan, Atatürkçü olduğunu söyleyip, Atatürk’e ihanet eden Ecevit’tir... Ben dürüstüm demek yetmez!.. Hem namusluyum diyeceksin hem de namussuza göz yumacaksın!.. DSP’nin imanı, inancı değişmiştir. Artık, o kökeni Atatürk’e, Kuvayı Milliye’ye dayanan bir parti değildir. Sağ çizginin uzantısı olarak siyasetteki yerini almıştır. DSP yolsuzlukların işbirlikçisi ve organizatörü olmuştur.” diyen Deniz Baykal, bugün rahatlıkla, “Siyasal yaşamını, ülkesinin bağımsızlığı, dürüstlük, ilke ve onur üzerine kurmuş bir siyasi lider olan Sayın Bülent Ecevit’in herkesin ve ülkemizin yaşamında çok özel bir yeri vardır... O, hepimizin öğretmeniydi.” diyebiliyor. Dün Ecevit’i “Türkiye’yi şahsi kaprislerine ve hırsına kurban eden”, “Başbakanlık koltuğuna zamkla yapışan ve Türkiye için ciddi bir sorun olarak” gören ve gösteren gazeteciler bugün, onun Türkiye’nin bağımsızlığı için çalışan ilkeli, dürüst bir siyaset adamı olduğu konusunda hemfikirler. Ya dün söylenenler yalandı ya da bugün söylenenler yalan. Belki de, siyasal hayatımız yalnızca bir oyundu ve vefatıyla, bu riyakarca oyunu bir kez daha görmemize vesile olduğu için Sayın Ecevit’e teşekkür etmemiz gerekiyor.
“Dürüstlük, ilkelilik, etik değerlere bağlılık, ülkenin bağımsızlığı, demokratlık” gibi sıfatlar siyasal hayatımızda karşılaştığımız her aktörün sıklıkla kullandığı ve kendisi hakkında da kullanılmasını istediği sıfatlar. Seçerek oluşturduğu kadrosunda bulunan insanların yaptığı yolsuzluklar -ya da daha genel konuşalım, icraatlar- o kadroyla beraber çalışmaya devam eden liderini bağlamaz mı? Bu nasıl “dürüst, ilkeli ve etik değerlere bağlı” bir siyaset adamlığı anlayışıdır?
Herkesin kafasında farklı bir Ecevit resmi yer etmiştir elbette. Ona teveccüh gösteren kitlelerin de bu anlamda, kafalarında iyi bir Ecevit portresi bulunmasından daha doğal ne olabilir? Yukarıda söylediklerimiz onlara yönelik değil. Onlar dün olduğu gibi, bugün de Ecevit’i samimi bir şekilde seviyorlardır muhtemelen.
Benim kafamda yer eden iki Ecevit portresi var: Birincisi, Meclis kürsüsünden Merve Kavakçı’yı kastederek, “Bu hanıma haddini bildirin!” seslenişidir. İkincisi de, T.C. Hükümeti Başbakanı sıfatıyla ABD’ye yaptığı bir seyahat esnasında, koltuğun kenarına kurulmuş Bill Clinton’ın karşısında bir ilkokul talebesi edasındaki duruşudur. Her iki resim de, Ecevit’in son dönemdeki duruşu hakkında bir fikir verir kanaatindeyim.
Netice: Halkçı Ecevit, devlet töreniyle toprağa verildi!


Paylaş Tavsiye Et