Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
‘Ölüm’den uzaklaştıran ölümler
Nazife Şişman

ÖMER bin Abdülaziz, hilafet yükünü omuzladığında, ‘makam’ının, ‘yer’ini unutturmaması için kendisine bir hatırlatıcı tayin eder. Her gün “Ey müminlerin emiri, senden büyük Allah var” der bu görevli. Ta ki halifenin sakalına ak düşünceye dek. Sakala düşen ak, hatırlatıcılık görevini devralır: İnsan acizdir, dünya fanidir, ölüm haktır. Ölmezden evvel ölümü hatırlamak, ‘yer’ini bilmek için kâfidir.
...
Doğum ve ölüm... Biyolojiden metafiziğe çok katmanlı düşünmeye elverişli iki kavram. Yeryüzündeki hayatın başlangıç ve sonu olarak bu iki olay, metafizik ürpertinin, varoluş idrakinin en yoğun yaşanması gereken fırsatlar. Kendi doğumumuz ve ölümümüz üzerinden böyle bir idraki yaşamamız mümkün olmadığından, her doğumla yaratılış mucizesini, her ölümle faniliği tecrübe etme şansı bahşedilir bize. Efendimiz “Vaiz olarak ölüm yeter” ifadesiyle, insanın yeryüzündeki varoluşunun anlamını tefekkür etmesi için, ölümün tek başına yeterli bir hatırlatıcı olduğunu vurgular.
Yani her ölüm bir hatırlatıcıdır: İnsanın faniliğini, dünya hayatının geçiciliğini, asıl yurdun ahiret yurdu olduğunu ve tabii ki en önemlisi hesabı; zerre kadar iyilik ve zerre kadar kötülüğün karşılığının verileceği hesap gününü...
Bugün gerek televizyon kanallarından, gerek gazetelerin üçüncü sayfalarından pek çok ölüm haberi boca ediliyor üzerimize. “Başkalarının ölümü”nün bu kadar fütursuzca gözümüze sokulması ve cenaze törenlerinin şova dönüşmesi, ölümün ‘vaiz’ olma, hatırlatıcı olma işlevini ortadan kaldırıyor. Alkışlar, sloganlar eşliğindeki cenaze törenleri, bizi ölümü temrin etmekten uzaklaştırıyor.
“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz” denilmiştir. Artık insanlar yaşarken ölümü hiç düşünmediklerinden mi bilinmez, ölümleri de geride kalanlara ölümü hiç hatırlatmıyor. Duygu Asena, cenaze töreni için, hayattakilere ölümü değil, son haddine kadar zevk alınan bir hayatı hatırlatmak üzere bir vasiyette bulunmuştu. Jan Garbarek müziği eşliğinde “güleryüzlü bir tören” tasarlanmış, beyazlar giyilmiş, çiçekler serpilmiş, herkes neşesini bir maske olarak yüzüne iliştirmişti. Ölümünün bile ölümü değil, hayatı öncelediğini hatırlatması istenmişti ve öyle de olmuştu.
Ecevit’in cenaze töreninde ise, insanın bu en zorlu yolculuğa uğurlanışının, siyasal bir araç haline getirilişine şahit olduk. Nihayetinde siyasetçiler için taraftarlık ve karşıtlık açısından oya, medya mensupları içinse hayatının didiklenmesiyle reytinge tahvil edilebilecek bir malzeme muamelesi gördü Ecevit’in cenazesi. Gerçi bu ilk örnek değildi. Gün geçtikçe daha fazla şahit oluyoruz, kimsenin ölüm karşısında varoluşsal bir ürperti yaşamasına izin vermeyen bir atmosferin hakimiyeti altındaki cenaze ‘olaylar’ına.
İnsanın ölüm karşısındaki tavrı, onun hem varoluşsal kavrayışını, hem de bu dünyadaki duruşunu belirler. Kendi ölümünün, ölümlülüğünün idrakinde olan tek varlık insandır. Ve bu idrak, yani öleceğini bilerek yaşamak, insanoğlunun en varoluşsal problemlerinden biridir. Vahyî dinler, cesedin ölümlü, ruhun ise ölümsüz olduğunu beyan ederek sükuna kavuştururlar bu berzahtaki varlığı. Yunus dilince “Ölen hayvan imiş, canlar ölesi değil” tesellisi, bu idraki katlanılır kılar. “Her nefis ölümü tadıcıdır” der Kitabımız. Ama ölüm, bir yok oluş değil, bir geri dönüştür. Bu nedenle mümin ölüm haberini İnna lillahi ve inna ileyhi raciun (Biz Allah içiniz ve muhakkak ona dönücüyüz) ibaresi ile karşılar.
Cenaze törenleri de bu espriye uygun bir şekilde ne çok abartılıdır, ne de ölümü unutturacak denli sıradan. Meskenlerle iç içe, bakımlı ve mesire yeri gibi halkın ziyaretgâhı olan mezarlıklar, Müslümanların ölümle ve ölüleriyle bir arada yaşadığının göstergesidir. İşte bu sebeple 19. yüzyılda İstanbul’a gelen Avrupalı seyyahları en fazla şaşırtan mekanlar, mezarlıklardır.
Batı uygarlığının ölüme bakışı ise zaman içinde farklılaşmıştır. Philippe Aries’e göre Ortaçağ başlarından 19. yüzyılın ortalarına değin ölüm, insanlar için tanıdık bir şeydir. Bu yüzden ölüm döşeğindeki kişinin de katıldığı kamusal bir tören, bir toplu ayin gibidir bu dönem boyunca ölüm. İnsanlar evlerinde ölürler, odalarına çocuklar dahil bütün yakınları girebilir.
18. yüzyılda bu tavırda büyük bir değişiklik olur. Kişinin kendi ölümü değil, başkasının ölümü önem kazanır; ölümün dili romantikleşir, gösterişli bir dekorla kuşatılır, kişisel bir kült haline getirilir. “Bunun amili pozitivizmdir” der Aries. Yurtseverlikle, milliyetçilikle birlikte gelişen bu ölüm kültü, ölümün yüceltilmesini, duygusallaştırılmasını içerir. 19. yüzyıla gelindiğinde her yerde görünen bir şeydir artık ölüm. Mezarlıkların kapladığı alan büyümüş; cenaze törenleri, mezar ziyaretleri, matem kıyafetleri ve kabirler daha gösterişli hale gelmiştir. Bireysel ölümsüzlüğü gerçekleştiremeyen pozitivist insan, kolektif ölümsüzlüğe sığınır.
Bunun akabinde, 20. yüzyıla gelindiğinde ölüm artık insanın tevekkülle karşıladığı tanıdık bir son ya da romantik dönemde olduğu gibi dramatik bir simge olmaktan çıkar; korkunç, utanç verici bir şeye dönüşür. Çünkü Z. Bauman’ın ifadesiyle, “Her şeyin insanın plan ve arzularına hizmet etmesi öngörüldüğünden, insan aklına ve iradesine direnen ya da karşı koyan herşey ‘tiksindirici’dir.” Biyolojik ölümün kaçınılmazlığı ise en inatçı dirence sahip olgudur. Aries’e göre ölüm döşeğinin, yakınları ve toplumun iyiliği için evden hastaneye taşınmasının nedeni de işte bu korkudan, tiksintiden kaçışla alakalıdır. Ölümün çirkin yüzünün mutlu bir hayatın ortasında belirmesinin doğuracağı rahatsızlığı, faniliğin hayatta kalanlarda uyandıracağı sıkıntıyı, ölüm sahnesinin hayata devam edenlerde yol açacağı duygusal patlamayı ortadan kaldırmak için ölüme yasak konulması, mümkün olduğunca hayatın dışına itilmesi, görülmez kılınması gerekir.
İlk kez 20. yüzyılın başında ABD’de ortaya çıkan, oradan endüstrileşmiş Avrupa’ya yayılan bu yasağın bizdeki izdüşümünü bir kaç yıl önce (Temmuz 2003) gündeme gelen bir tartışmada da görmek mümkün. Gençlerin psikolojisini olumsuz etkilediği, insanları karamsarlığa teşvik ettiği gerekçesiyle, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısındaki “Her canlı ölümü tadacaktır” yazısının kaldırılmasını talep edenler olmuştu. Bu talep de cenaze törenlerinin bir şova dönüştürülmesi eğilimi de “ölüm sahnesi”nin, hayata devam edenleri rahatsız etmeyecek bir şekle büründürülme çabasından ibarettir. Çünkü hâkim eğlence ahlakı -her ne olursa olsun hayattan zevk alma görevi, mutlu olma yükümlülüğü ve başkalarının keyfini kaçırmama görgüsü- ölümün hatırlanmasına izin vermez.
Modern insan, hayattan zevk alma üzerine kurduğu dünyasını kimsenin bozmasını istemese de Yunus yüzyıllar öncesinden duyurur sesini: “İşbu söze Hak tanıktır, bu can gövdeye konuktur.”


Paylaş Tavsiye Et