Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2006) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Avrupa'nın çifte standartları

Cihad Matar el-Liva / Lübnan Basını
17 Ekim 2006 Başyazı
Çeviri: Hatice Boynukalın Şenkardeşler
Geçtiğimiz günlerde Fransız Parlamentosu, Türkler tarafından Ermenilere karşı I. Dünya Savaşı sırasında soykırım gerçekleştirildiğini inkâr edenlerin cezalandırılmasını öngören bir yasayı onayladı. Fransız Parlamentosu’nda yer alan sosyal demokrat ve sosyalist bazı grupların sunduğu yasa tasarısının, yürürlüğe girmeden önce Fransa Senatosu tarafından onaylanması ve bir dizi kanuni işlemden geçirilmesi gerekiyor.
Bu kanun Avrupa’da, özellikle de demokrasi ve hürriyetlerin beşiği durumundaki Fransa’da türünün ilk örneğini oluşturmuyor. Nitekim Fransa, Naziler tarafından Yahudilere karşı gerçekleştirilen Holokost’u (soykırımı) inkâr eden, bu cinayetlerin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda kuşku uyandırıcı iddialar sarf eden, hatta soykırımın boyutlarını küçümseyen tarafları cezalandırmayı öngören benzeri bir kanunu da 1990’larda onaylamıştı. Bu yasa gerçekten de uygulandı ve söz konusu kanun dolayısıyla bu soykırımın gerçekleştiği konusunda bazı şüpheler ileri süren, başta Müslüman düşünür Roger Garaudy olmak üzere, büyük düşünürler mahkum edildiler. Aynı yasa günümüzde de yürürlükte; başka Avrupa ülkeleri de benzer bir yasayı kabul etmişlerdi.  
Fransız Parlamentosu’nca onaylanan yasanın Fransız-Türk ilişkilerinde gerçek bir kriz yaratacağı kesin gibi. Bu krizin, iki ülke arasındaki iktisadi ve ticari anlaşmalara, hatta diplomatik ilişkilere dahi yansıması muhtemel. Dolaysıyla bu krizin, özellikle Avrupa’yı sadece bir Hıristiyan kulübü olarak gören güçlerin aleyhte kampanyalarına rağmen bıkmadan usanmadan ve ümitsizliğe kapılmadan uzun zamandır AB’ye üye olma çabası ve beklentisini sürdüren Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkilerini bile etkilemesi olası. Ancak biz bu yazımızda söz konusu yasanın bu hususlara etki etme derecesini tartışacak değiliz. Türk-Ermeni ilişkilerini ve Türk tarafının Ermenilerin iddia ettiği şekilde meydana geldiğini reddettiği bu cinayetler konusunda her iki tarafın bakış açısını ortaya koymaya yönelik bir çabaya da girişecek değiliz.
Sözü edilen yasada bizi ilgilendiren, demokratik sistemin gereklerinden olan ifade özgürlüğü ve kaynağını bu özgürlükten alan düşünme, araştırma ve inceleme özgürlüklerinden bir sapma ve yüz çevirme olarak nitelendirebileceğimiz tehlikeli Fransız tutumudur. Asıl tehlike ise, bu tavır değişikliği ve tek taraflı bakış açısının, adalet ve insaf kurallarını zorlayarak gerçek bir çifte standart örneği olmaya doğru ilerlemeye devam etmesidir.
Son birkaç yılda Fransa’da yürürlüğe konan yasalara bir göz atıldığında, bu çıkarımımızın isabeti ve doğruluğu ortaya çıkacaktır. Bu yasalar, Hıristiyanlardan sonra Fransa’nın ikinci büyük dinî cemaatini oluşturan Müslümanları özellikle hedef seçmekte ve onların içlerine derin bir korku salmaktadır. Yahudilere karşı işlenen Holokost’u inkâr ve antisemitizm yasasını ele alalım. Pratikte en fazla Siyonistlerin işine yarayan, en çok da -belki de yalnızca- Müslümanları zarara uğratan bu yasa iki yönlü olarak işliyor; Siyonistlere hizmet ve Siyonizm davasına askerî, siyasi ve ekonomik yollarla destek vermek ve Batı’ya, özellikle de Almanya’ya  bu cinayetlerin sorumluluğunu ve suçluluk duygusunu yaşatmak. Ve sonuç olarak bu ülkeleri İsrail şantajlarına boyun eğer hale getirmenin kapılarını aralamak. Diğer taraftan İsrail devletinin Filistin, Lübnan ve diğer ülkelerde Müslüman ve Arap halklarına yönelik işlediği korkunç cinayetleri gizlemek!
Siyonistlerin -toprak ve haklarına göz diktiği- Arap ve Müslümanları hedef alan cinayetlerine ve hak ihlallerine yeryüzünde ses çıkaracak, bunun yanında İsrail’e hesap soracak ya da bu devleti engelleyecek herhangi bir tarafın ortaya çıkmasına böylelikle engel olunuyor. Bu bağlamda binlerce Arap ve Müslüman’ı katlettiği bir sırada, İsrail aleyhine tek bir söz edilmezken Fransa’nın, alçaltıcı bir şekilde bir Arap uydu kanalının programlarında antisemitik öğeler kullandığını iddia ederek, yayın yapmasını engellemesi de akıllardan çıkmış değil.
Yine Fransa’daki okullarda ve resmî müesseselerde Müslüman öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklayan kanun ve kararlar dizisi de inanç, giyim ve şahıs hürriyetlerine açık bir tecavüz, dinî simgeleri taşıma hakkına karşı da aleni bir saldırıdır. Fransa tüm bu kararları, laiklik ile vatandaşlar arasında hem şekil hem de içerik yönünden herhangi bir üstünlük ya da farklılık bulunmamasını öngören vatandaşlık ilkelerine dayandırmaktadır. Oysa gerçekte olan biten, Avrupa’da hızla artan İslami kimliğe darbe indirme amaçlı siyasi yaklaşımların ötesinde bir şey değildir. Vatandaşlık haklarına hiçbir halel gelmeksizin geleneksel giyim ve simgelerini taşıma konusunda mutlak özgürlük tanınan İslam dışındaki kültürlere mensup diğer vatandaşların sahip olduğu haklara inat Fransa’da yaşayan Müslümanları korkutma ve zorlama amaçlı olarak bu kanunlar yürürlüğe koyulmuştur.
Danimarka’da İslam dini aleyhine mesajlar içeren karikatürler; İslam dinini kötülük, şiddet ve şerle itham eden Papa 16. Benedikt’in yaptığı açıklamalar ve sonrasında kilisenin -Yahudileri Hz. İsa’nın kanı konusunda suçsuz ilan edip onlardan özür dilemesine rağmen- Müslümanlardan özür dilemeyi reddetmesi... Birçok Batılı lider ve yöneticinin, özellikle de ABD Başkanı George Bush’un, İslam ve Müslümanlar aleyhine verdiği demeçler ve Müslümanlara yönelik terör suçlamaları… Tüm bu örnekler ve daha birçoğu Fransa tarafından görülmedi bile. Bu ülke, kendi vatandaşlarından birçoğunun mensup olduğu, ikinci sıradaki semavi dine dil uzatılmasını engelleyecek bir kanun çıkarmak gibi bir endişe taşımadı. Kim bilir belki de Fransa, Müslümanlar aleyhinde izlediği ikiyüzlü siyaseti devam ettirecek olursa, bir gün Müslümanları terörist olarak nitelemekten kaçınmayı bir suç olarak görüp cezalandırabilir!
İşte bugün, Müslüman Türkiye’nin Ermenilere soykırım gerçekleştirdiğini inkâr etmeyi cezalandıran yasa da aynı amaca hizmet etmeye yöneliktir. Özgürlüğün beşiği olduğu iddiasındaki Fransa; ittifakları, ilişkileri, çıkarları ve politikaları söz konusu olduğunda ya da Müslümanları ilgilendiren meselelerde, özgürlük gibi değerlerden olabildiğice uzaklaşan bir devlet durumuna düşmüştür. Ermeniler hakkındaki bu cinayetleri mesela Rusya işleseydi, Fransa bu kanunu çıkarmaya yine de cesaret edecek miydi? ABD’nin Irak ve Afganistan; İsrail’in Filistin ve Lübnan’da işlediği cinayetler konusunda Fransa ne yapıyor? Bu cinayetleri inkâr edenleri cezalandıracak bir Fransız kanunu var mı? Yoksa şahit olduklarımız, bu ülkeler söz konusu olduğunda meşru müdafaayı ileri süren tek taraflı Fransız tutumunun tezahürleri mi?


Tavsiye Et
İngiltere'de Müslüman olmak artık çok zor

The Guardian/ İngiliz Basını
18 Ekim 2006 Jonathan Freedland
Çeviri: Burcu Anatay

İngiltere’de Müslüman olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyordum. Bu durumda hissedeceğim şeyin, gördüğüm yerde radyo veya televizyonları kapatmak, hatta gazetecilerle dalga geçmek için dehşet verici bir istek duymak olacağını tahmin ediyorum. Acaba bugün hakkımızda neler söyleyecekler? Giyim tarzımız, gittiğimiz okullar ya da inşa ettiğimiz camiler yüzünden bir saldırıya mı maruz kalacağız? Bu sefer kim manşet haberi olacak? Bir terör zanlısı mı, peçeli bir kadın mı, yoksa olabileceklerin en uç noktası olan peçeli bir terör zanlısı mı?  
Gülmeyin. Geçen hafta The Times gazetesi “Terör soruşturmasının zanlısı tutuklanmaktan kurtulmak için peçe kullandı” haberiyle ortalığı ayağa kaldırmıştı. Bunu Daily Express’in 17 Ekim’deki “Halkın %98’i peçenin yasaklanmasını gerektiğini söylüyor” manşeti izledi. Express’in araştırma sahasına girenlerin neredeyse tamamı “bir kısıtlamanın ırklar arasındaki uyumu koruma ve iletişimi geliştirmeye yardım edeceği” hususunda hemfikirmiş. Hafta sonunda ise Sunday Telegraph, “Muhafazakâr Parti üyeleri, Müslümanları ‘kendilerini kapatmak suretiyle ayrımcılığa yol açmakla’ suçluyor” manşetiyle arz-ı endam ediverdi.  
Ve bütün bunlar Dışişleri Eski Bakanı İşçi Partili Jack Straw’un iki hafta önce peçe meselesini tartışmaya açmasından itibaren neredeyse her gün yaşanır hale geldi. Kaldı ki öncesinde bile Müslümanlar kendilerini ön sayfada görmeksizin bir gazeteyi güç bela açabiliyorlardı.
Bu konuların her biri tek başına ele alındığında ayrıntılı bir tartışmanın konusu olabilir. Örneğin peçenin feministler arasında kendisine hem taraftar hem de muhalif bulmuş olması, bunun basit bir mesele olmadığını kanıtlıyor. Bu konunun gündeme getirilmesinde, birçok Müslüman kadın da peçeyi sorguladığı için, otomatikman bir Müslüman karşıtlığı aramamak gerekir.
Benzer şekilde Azınlıklar Bakanı Ruth Kelly de geçen hafta hükümetin, kaynakların etkin şekilde “aşırılığı zapt etmeye çalışan kişilere” gittiğini garanti altına alması için hangi Müslüman gruplara fon dağıtıldığı ve hangileriyle bağlantıya geçildiği noktasında dikkatli olması gerektiğini söylerken pek fazla çizgi dışına çıkmıyordu. Diğer hususlarda eşitlik olduktan sonra, böyle bir şey söylemek tamamen akla uygundu.
Ancak diğer hususlar eşit değil. Tamamen akılcı olan bu konuların her biri bir diğerleriyle beraber ele alınınca akıldışı bir durum ortaya çıktı: Hem siyasetçilerin hem de medyanın tekrar tekrar küçük bir azınlığa yönelip önce onları dürtüklediği, sonrasında da ulusun hayatındaki en büyük yegane sorunun temsilcisi onlarmış gibi üzerlerine darbe üstüne darbe indirdiği bir tür davul sesi histerisi.
Ortaya çıkan netice de gittikçe çirkinleşti ve tahmin edildiği gibi sokaklara taşmaya başladı. Müslümanlara yönelik fiziki ve sözlü saldırılarda büyük bir artış olduğunu; kadınların örtülerinin başlarından çekildiğini rapor ediyor Müslüman örgütler. Falkirk’teki bir camiye yangın bombası atılırken, Preston’daki bir başkası da tuğla ve beton bloklar fırlatan bir çetenin saldırısına uğradı.
Şüphesiz sorulduğunda bütün siyasetçiler bu şiddeti kınayacaklardır. Ancak bu saldırılara neden olan iklim tam da burada gelişiyor ve ne zaman bir siyasetçi tartışmayı meşrulaştırmak için bir itirazda bulunsa, bu iklime katkıda bulunmuş oluyor. Bu siyasetçiler parlayan ateşe pervasızca benzin döktükleri için utanç duymak yerine kendilerini alkışlıyorlar ve söylenmesi gerekenleri söylemeye kalkışmaktaki cesaretlerinden ötürü basında da alkışlanıyorlar.
Aslında korkusuz siyasetçiler Müslümanlara yönelik bu av mevsimine katılmayı reddedecek ve ortalığın durulmasını bekledikten sonra bu noktaya nasıl geldiğimizi açıklamaya başlayacaklardır. Bu duruma neden olan unsurlar, İngiltere’de ya da dünyanın başka yerlerinde alay edilen tek bir gruba karşı her türlü düşmanlık oluşturma çabasında rol oynayan birçok hususu içinde barındırmaktadır.  
İşin temelinde korku vardır. 11 Eylül’den, ama özellikle de 7 Temmuz’dan beri İngilizlerin çoğu Müslüman komşularından korkuyorlar: Trende yan taraflarında oturan genç adamın sırt çantasında ek bir kazaktan daha fazlasını taşıdığından endişe ediyorlar. Korkunun ardından bilgisizlik geliyor ki Müslümanların hayatları hakkındaki temel bilgi eksikliği Müslüman olmayanların bütün bu yanlış anlamalara açık olmalarına yol açıyor. Bu da en aşırı noktada, yüzünü göremediğimiz bir kadında somutlaşan yalın bir rahatsızlığı besliyor.
İslam’ın İngiltere’de gündeme getirdiği sorunların, liberaller ile geleneksel ırkçılık karşıtlarının refleks olarak Müslümanların yanında yer aldıkları alışıldık ideolojik bölünmelerden sapması da işin cabası. Peçe ve onun birçok feministte yol açtığı mide bulantısı bunun tam bir örneği. Coşkulu laikçilerin kolay kolay yakın düşmedikleri hükümetin pozisyonuna sempati duymalarını kolaylaştıran dinî okullar da bir diğeri. Sonuç olarak Müslüman cemaat kendisini bir anda desteksiz buluverdi. Irak Savaşı’na karşı çıkılması söz konusu olduğunda Müslüman İngilizler müttefik yoksunluğu çekmemişlerdi; ama bu son bombardımanla hemen hemen yalnız yüzleşmek zorunda kaldılar.
Ancak Müslümanlar bu dramada tamamen pasif de sayılmazlar. El-Guraba ya da Saviour Sect gibi bir avuç üyesi olan İslami gruplar, İslam’dan korkanların hiddetli önyargılarını haklı çıkarmak için ellerinden geleni yapıyorlar: Sivilleri öldürenleri yüceltiyor, demokrasiyi küçümsüyor ve gerçekten de İngiltere’yi bir İslam devletine dönüştürmeye kararlı olduklarını açıklıyorlar. Onlar ağızlarını her açtıklarında İngiltere’deki Müslümanların hayatı biraz daha zorlaşıyor.
Siyasetçilerin ve medyanın çok-kültürlülüğü tartışırken aynı ölçüde dikkatli olmaları, onun ayrılıkçılık ve Balkanlaşmak için bir ruhsat anlamına geldiğine inananlarla oynamayı reddetmeleri gerekiyor. Çok-kültürlülük demek, her grubun kendi farklı kimliğine sahip olmasına izin vermek ama aynı zamanda hepimizin paylaştığı bütünleşmiş bir İngilizlik arayışında olmak demektir.
Şimdilerde Müslümanları baskı ve önyargı bombardımanına tutarak, kapılarının önündeki toplumsal sorunların birini bırakıp diğerine el atarak büyük bir yanlış yapıyoruz.  Bu manşet sağanağındaki ‘Müslüman’ kelimesinin ‘Yahudi’ kelimesiyle yer değiştirmesi halinde kendimi nasıl hissedeceğimi hayal etmeye çalışıyorum: Yahudiler ayrımcılığa yol açıyor. Yahudilerin ilginç gelenekleri ve kıyafetleri yasaklanmalıdır… Bu durumda sadece korkmakla kalmazdım. Hemen pasaportumu aramaya başlardım.



Tavsiye Et