Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2007) > Dosya > AK Parti: Öncesi ve sonrası
Dosya
AK Parti: Öncesi ve sonrası
Mümtaz'er Türköne

AK PARTİ’NİN İkinci Olağan Kongresi’nin, Türk siyasetinde derin izler bırakmış bir politikacı olan Bülent Ecevit’in cenaze töreni ile aynı güne tesadüf etmesinin bir anlamı olmalı. Hayat geçici; siyaset de. Her nefis ölümü tadacak; siyasetler de. Yaşlı Sokrates, “Atinalı yargıçların kendisini ölüme mahkum ettiği” haberini getiren üzgün dostlarına şu cevabı verir: “Tabiat da onları.” Acaba siyasetin tabiatı, AK Parti’ye ne kadarlık bir ömür biçiyor?
Bir zamanların bir numarası olarak dağlara taşlara adı yazılan, kitleleri peşinden sürükleyen bir politikacının yorgun ve yaşlı bedeninin toprakla buluştuğu dakikalarda; bugünün bir numarası olan politikacı, Partisi’nin kongresinde iki saat süren bir konuşma yapıyordu. Muhtemeldir ki, yaşamla ölümün iç içe geçtiği benzer tesadüfler ileride de karşımıza çıkacak. Nasıl hepimiz doğup büyüyor ve sonra da ölüyorsak, başlangıçta bir fikir ve iddia olarak doğan siyasetler de bir organizma gibi yaşıyorlar ve zamanla ömürlerini tüketiyorlar. Ölüm bizlere unuttuğumuz çok önemli ve değerli bir şeyi, ‘yaşam’ı hatırlatıyor. Kurulmasının ardından bir yıl geçmeden ezici bir çoğunlukla Meclis’e giren, gözünü dünyaya adeta iktidarda açan ve bugün sadece dördüncü yaşını idrak eden bir partinin, daha doğrusu siyasetin de ölümün üzerinden yaşamı hatırlaması lazım. Parti kongreleri bir nefis muhasebesine vesile olmalı. Ama iktidar o kadar efsunlu bir güç ki gözlere perde indirebilir; çirkini güzel, yaşlıyı genç, hayatı da sonsuz gösterebilir.
Peki, AK Parti acaba dört yılda nereden nereye geldi? 2002’de Türkiye’yi ayağa kaldıran ve halkı Tayyip Erdoğan’ın peşine takan bir iddia vardı: Siyaset tükenmişti. Önce siyaseti yeniden inşa etmek, yani siyasetin çözüm bulma gücünü toplumla birlikte yeniden keşfetmek gerekiyordu; geriye ise kendi kimliğinizi, programınızı, projelerinizi ve bütünüyle ufkunuzu halkın önüne koymanız kalıyordu. İddia, halkın desteğini kazandı. Bu destek Türkiye’nin 11 yıl sonra kavuşabildiği tek parti iktidarının gücünü getirdi. Güç ayakta duruyor. Ya iddia? Tabiatın verdiği hükmü kestirmek için, siyasetin verdiği işaretlerden yola çıkarak bu sorunun peşine düşelim.
2002 yılında AK Parti’nin kuruluşunda, parti lideri hiç duyulmayan bir siyaset tarzına, “kolektif siyaset”e vurgu yapıyor ve “lider oligarşisi”nin çöküşünü ilan ediyordu. İlan edilen çöküş bugüne kadar gerçekleşmedi. Aynı gün, “zorlayıcı tüzük kuralları” ile parti içi demokrasinin AK Parti’de egemen olacağını iddia etmişti. Tersine, “zorlayıcı tüzük kuralları” çok sayıda değişikliğe uğradı. Mesela İkinci Olağan Kong-re’de, parti yöneticilerine yönelik eleştiriler, disiplin cezaları arasına alındı. Yine ‘kuruluş’da parti içi ihtilafları çözmek için önerilen “parti içi demokrasi hakemliği” bir türlü kurulamadı. Önemli politik tercihlerin belirlenmesinde parti üyelerinin katılacağı “referandum müessesesi” bir türlü işletilemedi. AK Parti, bütün iddialarının aksine, parti içinde ortaya çıkan sorunları klasik yöntemlerle çözen bir parti haline geldi.
Ya AK Parti’nin kimliği, icraatları, bütünüyle Türkiye için iddiaları ne durumda?

Surlardaki Bedevîler
Çağlar boyunca, iktidar mücadelesinin muharrik güçlerini, toplumsal ve siyasal değişimi şekillendiren aktörleri en gerçekçi ve ikna edici şekilde analiz eden düşünürlerden biri İbn Haldun olmuştur. Karmakarışık siyasal alan, İbn Haldun’un nazariyesinde karşınıza inanılmaz bir berraklık ve sadelik içinde çıkar. Tam altı asır önce Mukaddime’sinde yazdıkları, bütün devirler için geçerli hükümler içerir: Her toplum, hadarîler ve bedevîler olarak ikiye ayrılır. Hadarîler, şehirde surlar içinde, güvenli evlerde lüks bir hayat yaşarlar; varlıklı ve rahattırlar. Bedevîler ise yokluk ve yoksulluk içinde badiyede hayat mücadelesi verirler. Hayatlarını sürdürebilmeleri için kendi aralarında kuvvetli bir işbirliğine, dayanışma ve mücadele ruhuna sahip olan bedevîler, gözlerini zenginlik içindeki şehre dikerler. Lüks, ihtişam ve sefahat, surların savunmasını zayıflatmıştır. Rahat ve lüksten gevşemiş ve yozlaşmış olan hadarîler şehirlerini savunacak gücü ve mücadele azmini kendilerinde bulamazlar. Sonunda bedevîler şehri kuşatır ve teslim alırlar. İbn Haldun’un, çözümlemesinin bundan sonraki kısmı daha önemlidir. Şehri ele geçiren bedevîlere ne olacaktır? Aralarındaki sıkı dayanışma azalacak, önderleri dar bir azınlığı çevresine alarak kendi kabilesine yabancılaşacaktır. Lüks ve şatafat, bedevîleri içten içe çürütecek, onları güçlü kılan hasletlerini yok edecektir. Şehri ele geçiren bedevîler kaçınılmaz olarak sonunda hadarîleşecektir. En nihayetinde başka bir bedevî topluluk ortaya çıkacak, bu yeni hadarîleri saf dışı bırakarak şehri onların elinden alacaktır.
1994’te yapılan mahalli seçimlerde, Refah Partisi’nin büyük şehirlerde kazandığı başarıyı, “bedevîlerin zaferi” olarak nitelemiş, “Bedevîler şehri kuşatmışlardı, şimdi şehri düşürdüler.” demiştim. “Artık sıra Refah Partililerin hadarîleşmesinde” diye eklemiştim. İstanbul, bedevîlerin şehir tarafından öğütülüp yutulması faslında adeta bir laboratuvar oldu. İlk elden bedevîlerin seçkinleri hadarîleşti. Bedevîlerin organik temsilcileri Müslüman aydınlar, hızlı bir hadarîleşme sürecinin ilk kurbanları olarak, mutlu ve bahtiyar biçimde sırra kadem bastılar. İstanbul, bedevî radikalizmini yok etmeyi neredeyse tek başına başarmak üzereydi ki imdada 28 Şubat yetişti. Surların muhafızları, bedevîlerin surda açtıkları gedikleri teker teker kapattılar. Geniş bir ittifak kurarak iktidarı bedevîlerin elinden zorlanmadan geri aldılar. 28 Şubat’ın darbeleri, bedevîleri aslına rücû ettirdi. Rehavete kapılmak üzereyken derdest edilip surların dışına bırakıldılar. Şehir eski sahiplerine iade edildi; ama sadece kısa bir süreliğine.
Şehrin sahipleri, işgalcilerin saf dışı edilmesiyle zıvanadan çıktılar. Kural tanımaz vahşi kapitalizmin tasarrufları ile şehrin surlarını bile yiyip tükettiler. 28 Şubatçıların cendere içine aldığı badiyedeki hayat, 2000 ve 2001 krizleri ile cehenneme döndü. 2002 Kasım’ında bedevîler, ellerini kollarını sallayarak şehre girdiler ve eski sahiplerinden şehrin anahtarını gönül rızası ile aldılar. Bu sefer kurtarıcı olarak karşılandılar. Sonra kaçınılmaz çemberin içinde dönmeye başladılar.
AK Parti hâlâ önümüzdeki seçimin iddialı partisi olarak görülüyorsa, bunu kendisi dışında iki faktöre bağlamak gerekir: Birincisi, ortalıkta surlara yaklaşan yeni bir bedevî kabilesi görülmüyor. İkincisi, yeni kavgalardan korkan şehrin sakinleri ve dışarıdaki bedevîler, yerine koyacak bir güç bulamadıkları ve otorite zaafı yani istikrarsızlık yaşamamak için mevcutla iktifa etmeyi düşünüyorlar.

“Muhafazakâr Demokrasi”nin Dikişleri
Bundan üç yıl önceki İlk Olağan Kongre’de AK Parti lideri, “Toplumsal merkez ile siyasi merkezin sökülmüş dikişlerini yeniden dikerek, yepyeni, canlı ve sağlıklı bir merkez inşa ettik” diyordu. “Derin devlet”in karşısına toplumsal merkezin siyasi ifadesi olan “derin demokrasi”yi koyuyordu. İdeolojik-siyasi kimliği olarak takdim ettiği “muhafazakâr demokrasi”yi, toplumun merkezini kavrayan bir hat üzerine yerleştiriyor ve kendisini de bütünüyle siyasetin merkezine koyuyordu. Parti’nin misyonu, “toplumsal merkezin değer ve taleplerini siyasetin merkezine taşımak” idi.
AK Parti, kuruluş aşamasında önemli yenilikler icat etti. Siyasete yenilik getirmek çok zordur; bazen üsluptaki yenilik bile siyasete yeni bir soluk getirir, büyük ilgi çeker. Ecevit mavi rengi, kasketi ve “öz Türkçe” dili ile tarz geliştirmiş bir liderdi. Asıl yenilik ise, yeni icatlarda bulunmak değil, yeni sentezler geliştirmektir. AK Parti de tıpkı Özal’ın 1983 ANAP’ı gibi, yeni sentez arayışları ile yola koyulmuştu. Gelenek ile modernlik, yerellik ile evrensellik, mana ile akıl arasında dengelerin “kaide-i tedric” ilkesine göre köktenci olmayan bir değişimle sağlanma çabaları, “muhafazakâr demokrasi”nin içeriğini doldurmaya yönelik yeni başlangıçlardı. Toplumun merkezi ile siyasetin merkezi arasında oluşan açığı kapatmayı aslî misyon olarak tanımlamak, akıl ve feraset dolu bir çıkış noktası idi. Bu sentezlerin hepsinin ucu açıktı, sadece bir iddia ortaya konmuştu. İkinci Olağan Kongre’de AK Parti liderinin söylediklerini, bu açık uçlarda ne kadar mesafe kat edildiğine dair işaretler olarak yorumlamak yanlış olmaz.
Büyük iddiaların kimliği olarak ortaya atılan “muhafazakâr demokrat siyasal kimlik” son Kongre konuşmasında “siyasetin normalleşmesine ve gerçekçi, ahlakî bir zemine oturtularak kalite kazanmasına katkıda bulunma” iddiası ile, evet sadece bu iddia ile, sınırlı olarak konuşmada kendisine yer bulabildi. İddialı çıkışlarla ilan edilen ve tartışılan “muhafazakâr demokrat” kimlik, bugünün AK Parti’sinde sadece bir ‘isim’ olarak yer alıyor. Bir isme sahip olmakla, o ismin içerdiği şeylere sahip olmak arasındaki fark, politikanın üretildiği geniş alanı ifade eder. AK Parti, muhafazakâr demokrat kimliğini parantez içine alarak bu alanı terk ettiğini ifade ediyor. Bunu “toplumsal merkez”e atfettiği anlamı değiştirerek gösteriyor. “Toplumsal merkez” AK Parti’nin kurucu iradesinde önemli bir ufuktu. Türkiye’nin uzun yıllarını heba eden yapay siyaset, toplumun uzağında ve topluma yabancı olarak varlık kazanan siyasal merkeze dayanıyordu. Siyaseti tekrar toplumun merkezine taşımak ve bu toplumsal merkeze oturan siyasetin savunmasını yapmak muhafazakâr siyasetin ana açılımı idi. Kuruluşunda “toplumsal merkezin değer ve taleplerini siyasetin merkezine taşıma”yı kendine görev addeden AK Parti, son Kongre’de artık sadece “toplumsal merkeze yaslanarak siyaset üretecek” bir parti olduğunu liderinin ağzından ilan ediyordu. Ucu açık, muhafazakâr demokrasiyi ete kemiğe büründürecek iddialı sentezler, yine son konuşmada yerini “halkın temel değerleri ile Cumhuriyeti uzlaştırmak” gibi, sadece rejim gerginliklerine geçici çözümler bulacak bir söyleme terk ediyordu.

Değişmeyen Yapılar
Türkiye, bildik, alışılmış yöntemleri ve kurumları değiştirmek zorunda olan bir ülke. Kamu kaynaklarını etkin ve verimli kullanan küçük ve çevik bir kamu yönetimi ihtiyacı her şeyin başında geliyor. Bir iktidarın temel başarısını ölçecek olan da, günü idare etme yeteneğinden çok, yapıları dönüştürmekteki becerisidir. AK Parti, AB sürecinin “reform paketleri” dışında da, kendi iradesi ve gücü ile bazı reformlara girişti. Örneğin sağlık sektöründe Türkiye, ciddi reformlar gerçekleştirdi. Ancak eğitim alanında, hem yükseköğrenimde, hem de temel ve ortaöğretimde çökmüş bir sisteme rağmen küçük bir reform adımı bile atılamadı. Türkiye’nin çehresini değiştirecek, vatandaş-devlet ilişkisini ‘normal’ hale getirecek, üstelik akıllı bir devlet cihazına sahip olmamızı sağlayacak Kamu Yönetimi Reformu ise, vazgeçilmiş, hatta unutulmaya yüz tutmuş bir iddia olarak ortada sahipsiz duruyor. İkinci Olağan Kongre’de Başbakan, akim kalan bu reformlardan hiç bahsetmediğine göre umut yok demektir.
Türkiye, 20 yıl önce bitirmesi gereken reformları gerçekleştiremediği için derin sancılar yaşıyor. Eğitimde yapı değişikliği gerçekleştirilemediği için gençlerin ve ailelerin bunalımı derinleşiyor. Devlet dönüştürülemediği için kamu düzeni sağlanamıyor; Türkiye tarihinin en sarsıcı asayiş problemlerini yaşıyor. Yapısal reformlarda mesafe alınamadığı için demokrasi üzerindeki vesayet fırsat buldukça kendini hatırlatıyor ve tehditlerde bulunuyor.
AK Parti ise, bugünkü gücünü var eden iddiasından vazgeçmiş görünüyor. Toplumsal merkezi siyasetin merkezine taşımak vaadi ile yola çıkan AK Parti, şimdi liderinin söylediği gibi bu merkeze, yani geçmişine yaslanarak yoluna devam etmeye çalışıyor. AK Parti’deki performans kaybının bütün sorumluluğunu yöneticilerine yüklemek haksızlık olur. Demokrasi rekabetçi bir siyasi düzen. Dolayısıyla rakiplerin zayıflığı Türkiye’nin, dolayısıyla AK Parti’nin de çıtasını düşürüyor. Üstelik AK Parti’ye konan rejime dair rezervler, bu partiye yapamadıkları işler konusunda bir muhalefet partisi gibi taze ve diri kalma fırsatı veriyor ve “daha fazla iktidar” taleplerine meşruiyet kazandırıyor.
Her hal ve şartta AK Parti -iki kongre arasında kat ettiği mesafeye bakılırsa- kısa bir zaman aralığına uzun bir ömrü sığdırmış durumda. Sadece, surların önünde, hiç olmazsa şimdilik, yeni bir bedevî kabilesinin bayrağı görünmüyor.


Paylaş Tavsiye Et