Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Gündem > Devletin hafızasında Dersim
Gündem
Devletin hafızasında Dersim
Ali Balcı
FRANSIZ düşünür Michel Foucault, ifadelere odaklanmanın ve onları “kendi içinde ve dışında (etrafında) yaşanan ilişki oyunlarını betimlemesi”ne imkan sağlayacak şekilde serbest bırakmanın analizci için yeterli olduğunu belirtir. “Deşifre edilemez olanın peşine düşüp, saklı olanı açığa çıkarmak” yoluyla “ifadelerin kendilerinin dışına çıkarak konuşan öznenin niyetini ve onun bilinçli etkinliğini” çözmeye çalışan analizlere karşı çıkar. Böyle bir analizin dokümana “doğruyu söyleyip söylemediğini, samimi ya da sahtekar olup olmadığını” sorarak aslında “tarihi yeniden inşa etme”ye giriştiğinin altını çizer. “Tarihin bu ideolojik kullanımı”ndan kurtulmak gerektiği öğüdünü verir.
Peki, Dersim söz konusu olunca Foucault’nun “söylenen şeylerin tam olarak söylendikleri haliyle” ele alınmasını öğütleyen bu argümanı nasıl işler? Devletin birincil ağızdan konuşmasını temsil eden TBMM Tutanakları bu noktada hayli işe yarar. Bu tutanaklarda Dersim’in hangi ifadelerle birlikte kullanıldığı, nasıl tanımlandığı ve devletin Dersim’i nasıl ele almayı planladığı görülebilir. Elbette tutanaklar tek başına bütün resmi göstermez; fakat o dönemde devletin Dersim’e bakma biçimini ele verir.
 
Meclis Tutanaklarında Dersim
Atatürk’ün 1 Kasım 1935’te TBMM’nin açılışında dile getirdiği “Dersim bölgesinde esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür” ifadesi ile devlet Dersim’i esaslı bir şekilde ele almaya başlar (TBMM, 1935: 2). 25 Aralık’ta Meclis’e Dersim’in isminin değiştirilmesi, teşkilat ve idaresinin yeniden yapılandırılmasına dair bir kanun tasarısı getirilir. Görüşmelerde söz alan dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, bölge halkını “Aslen Türk unsuruna mensub bir kitle” olarak tanımlar ve “halkı cahil, biraz da toprağın fakirliği dolayısı ile halkı fakir olur ve eli de silahlı bulunursa” böyle bir yerde vukuatın eksik olmayacağını dile getirir. Kaya’ya göre, “asıl harekatı askeriyeyi icab ettiren hastalık” o güne kadar “ne tahlil ve ne de tedavi edilmiştir.” Devletin bu hastalık için düşündüklerini de Kaya şu şekilde dile getirir: Cumhuriyet “medeni usullerle bir tedbir düşündü ve bu program ile memleketin her yerinde olduğu gibi buraların da Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini temin edecektir” (TBMM, 1935a: 175).
Kaya’nın konuşmasından hemen önce kabul edilen kanunla “Erzincan vilayetinin Plümur kazası ile Elaziz vilayetinin Nazimiye, Hozat, Mazgird, Ovacik, Pertek, Çemişkezek kazalarından teşekkül etmek üzere Tunceli vilayeti kurulmuştur”. 2884 sayılı “Munzur Vilayeti Teşkilat ve İdaresi Hakkında Kanun” ile de “Tunceli vilayetinde memleketin diğer taraflarında tatbik edilen usullerden ayrı bir usul tatbik edilmesi” mümkün hale getirilir (TBMM, 1935a: 179). Kanunun gerekçesinde bu bölge için, “çok güzel semereler veren Cumhuriyet kanunlarının... arzu edilen faydaları temin etmediği” tespiti yapıldıktan sonra, “kendilerini bir takım ağaların, mütegallibelerin nüfuz tesirlerinden korumağa muktedir olmayan... halkı, Hükümet daha yakından vesayeti altına almağı ve olgun vatandaşların kanunları anlayarak onlara mutekabilen riayet ederek kendi kendilerine koruyabildikleri haklarını buralarda Hükümet cihazları ile kesin, kati ve yakından koruyacak tedbirler almağa lüzum” olduğu belirtilir (TBMM, 1935b: 1). Kanuna göre, bölgenin vali ve komutanı olacak kişi, “vilayeti teşkil eden kaza ve nahiyelerin hudut ve merkezlerini değiştirme”, “vilayet halkından olan fertleri ve aileleri vilayet içinde bir yerden diğer yere nakletme ve bu gibilerin vilayet içinde oturmalarını menetme” ve verilen idam hükümlerini onaylama gibi geniş yetkilerle donatılır.
Bu kanunun uygulanmaya konulması istenilen sonuçları vermez. Konu Nisan 1937’de tekrar Meclis’te gündeme gelir ve Şükrü Kaya devletin bölgeye ilişkin politikasını bir kez daha tekrarlar: “Islahat programını doğru yoldan şaşan aşiretlere asla cesaret vermeyecek bir surette tahakkuk ettirmek kararında” olan hükümet, “jandarma ve idare teşkilatını şimdiye kadar girmediği yerlere sokarak Devlet otoritesini yerleştirmek ve vatanın her tarafında cari olan medeni ve kanuni hayatı tesis etmek” hedefi gütmektedir (TBMM, 1937: 18). Kısa bir süre sonra İsmet İnönü, bölgede uygulanmakta olan ıslahat programının “bu mıntıkayı medenileştirmek için bütün vasıtalarla ve hususi hükümler dâhilinde orada geniş bir çalışma teferruatını ihtiva ettiği”ni belirtir (TBMM, 1937a: 315). Devletin kararlılığı ise İnönü’nün şu sözlerinde görülebilir: “ne kadar müşkülata uğrasa, ne kadar çok sene sürse yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz.”
Devletin Dersim’deki olayları nasıl ele aldığını ise 18 Eylül 1937’de Meclis’te “Tunceli ıslahatı hakkında” verdiği beyanatta İnönü şöyle anlatır: “silahları kullanmak için hiçbir tereddüt olmadığı halde isyan edenlere karşı silah kullanan ordu heyetleri ve Cumhuriyet jandarması… son derecede şefkatle, kuvvet içinde mündemiç olan şefkatle, hareket” etmiştir (TBMM, 1937c: 344). Fakat bu ifade dışında operasyonların sürdüğü dönemde Meclis kürsüsünden devletin Dersim’de askerî anlamda neler yaptığına dair bir bilgi yoktur. 1939’da dönemin Dâhiliye Vekili Faik Öztrak, Tunceli Kanunu’nun süresinin uzatılmasına ilişkin bir oturumda belli bir zümrenin bölgedeki uygulamaları “halkı ifsad için vesile ittihaz eylediği”ni belirttikten sonra, devletin “katği bir tedib (haddini bildirme) hareketi”ne geçtiğini ifade eder (TBMM, 1939: 175). Bu hareketin sonucunda ise bölge “haydutlardan tamamen temizlenmiş bir hale” getirilir ve böylelikle Dersim’de “müstakar, daimi ve asla bozulmayacak olan nizam ve asayişin ebediyen takriri” sağlanır (TBMM, 1939: 176).
Bu aşamadan sonra ise Devletin Dersim’e ilişkin planları açık bir şekilde dile getirilir. “Türkün esaslı bir yurdu ve esaslı bir köşesi olan ve bütün evlatları Türk kanından iken her nasılsa biraz ihmal yüzünden bugüne kadar atıl bir vaziyette kalarak menfi bir vaziyet almış olan bu vatan köşesi”nin Türklüğünün farkına vardırılması gerektiği 1939 yılı geldiğinde dillendirilir (TBMM, 1939: 178). Kazım Karabekir “tamamı ile bizden hiç farkı bulunmayan Türk olduklarını bunlara sindirmek… öz Türk olduklarını her vasıta ile, muhtelif kanallarla anlatmak... ve bu fikri yerleştirmek” lazım geldiğinden bahseder (TBMM, 1939: 178). Bütün bunları hayata geçirmek ise “her tarafta Hükümet kudreti, Hükümet nurunun parladığı” bir ortamda bu kişilerin “kendilerinin halis Türk oldukları”nı fark etmeleri zor olmaz (TBMM, 1939: 177 ve 178).

Paylaş Tavsiye Et