Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Dosya > Anadolu’nun filozof demircileri
Dosya
Anadolu’nun filozof demircileri
Kemal Erdem
AHMET Mithat Efendi’nin Müşahedat başlıklı romanının kahramanı Seyyit Mehmet Numan, Bill Gates veya Michael Dell’i aratmayacak derecede icatçı bir girişimciydi. “Uluslararası Turfandacılığı” icat etmişti: Odesa, Varna yoluyla Rusya ve Avrupa’ya turfanda ürünler gönderiyordu. “Evet, bu da bir icattır. Yalnız bu değil, ticaret hayatında her şey icattır. Yeniden yeniye kâr getirecek şeyler bulunmazsa, zaten bilinip öğrenilmiş olan şeyler pek büyük bir kâr getirmezler. Ah! Ticaret insanda ne güzel uyanıklığı gerektiren bir uğraştır. En küçük bir başarı, kendi kumandasındaki askerle bir zafer kazanan kumandanın aldığı lezzet kadar vicdanî bir lezzet doğurur.”
Mithat Efendi sonra daha ileri gidiyor ve devrinin ticarete karşı önyargılarına veryansın ediyordu: “Bir tâcirde ne büyüklük olabilir? Tâcirler arasında da büyük adam bulunacaksa, cihanda küçük adam kalmamış olmaz mı?” derler. “Ne manasız bir hitap. Büyük adam her meslekte bulunabilir. İnsanın kendi mesleğinin büyük adamlarından sayılması için emsaline nispetle, üstünde taşıması lâzım gelen seçkin vasıflara ulaşması onu büyük adamlar arasına katabilir. Büyüklük denilen şeyin diğer mesleklerden ziyade ticaretle uğraşanlar arasında bulunabileceğini inkâra gerek yoktur.”
Mithat Efendi’nin sözleri karşılıksız kalmadı. Yirminci yüzyıl Türk düşüncesi, Yusuf Akçura’nın aforizmasıyla başlatılabilir: “Bize filozof değil demirci lazım.” Osmanlılara Türklük bilincini aşılayan birkaç “filozof”tan biri olan Tatar düşünür, demirci kelimesiyle girişimcileri kastediyordu. Aradan bir asır geçti. Ne Meşrutiyet bir filozof çıkarabildi, ne Cumhuriyet. Filozofsuz toplumun demircileri çaresiz “felsefe yapmaya” başladılar!
Çorumlu Avni Çelik “yuvamızı yapmak”la yetinseydi böyle bir yazıya konu olmayacaktı. Fakat bu mistik girişimci sadece betona değil, betonlaşmış beyinlerimize de çivi çakıyor. O kadar ağır ve sükûna ermiş bir hali var ki, bu adamın Türkiye’nin en önemli girişimcilerinden biri olduğuna inanmakta bile zorlanıyorsunuz. Sinpaş önümüzdeki beş yılda on binin üzerinde konut “üretecek”. (Ev artık inşa edilmiyor, üretiliyor. Tıpkı otomobil gibi!) Bu on bin konutun değeri yaklaşık 2,5 milyar dolar. Türkiye ekonomisi öyle bir dönüşüm geçiriyor ki, dönüşümün gerçek kahramanları toz duman içinde seçilemiyor.
Önderliğin ana ilkesi, vazgeçmeyi bilmektir. Küçük yaşta babasını kaybedince, çocukluğun tatlı rüyalarından, oyunlarından, hatta mühendislik hayallerinden vazgeçmiş Avni Çelik. Liseden vazgeçip sanat okuluna yazılmış. Üniversite aşamasında ise kazandığı halde gündüzlüden vazgeçip akşam bölümünü seçmiş. Çalışmış ve okumuş. Okumuş ve çalışmış. Mezuniyetten sonra hukukçu bir arkadaşıyla Ankara’da gayrimenkul işine başlamış (1974).
“Tam 17 yıl at gözlüğü takıp sadece bildiğimiz işi yaptık. Fakat Ankara kör noktaydı. İstanbul’a gelince anladık ki, orada on yılda aldığımız yolu İstanbul’da bir yılda alabilirdik.” Seranitile porselen seramik üretimine giren grup, bugün Sinpaş Yapı ile ticarî gayrimenkul işini sürdürüyor; Sinpaş GYO ile de Türkiye’nin halka açık en büyük gayrimenkul yatırım ortaklığını işletiyor. Üç fabrikalarında 3.000’den fazla insan çalışıyor.
Avni Çelik kendi deyişiyle 33 yıldır “inşaat değil yuva yapıyor.” Yaptığı işi biliyor ve sadece bildiği işi yapıyor. Başarısının ilk sırrı budur. İkincisi, aile değerlerini yaşatıyor. “İstanbul’a ilk geldiğimiz yılın aile iftarında toplam 17 kişiydik. Bu yılın iftarında ise sofrada 211 aile üyesi vardı.” Üçüncü sırrı, varlığa bakışında yatıyor ve bir filozof tavrıyla şunu soruyor: “Çocuklarımıza miras olarak ne bırakmak istiyoruz? Bir servet mi yoksa bir organizasyon mu? Benim tercihim ikincisi. Fakat bu kuralsız, ilkesiz, sistemsiz olmaz.”
Bilenler bilir, yazılarımda dönüp dolaşıp mülk anlayışımızı değiştirmemiz gerektiğini söylüyorum. Şirketler mülkümüz değildir. Avni Bey’in sözleri beni teyit ediyor: “Babalar, çocuklarına dönüp: ‘Her şeyimiz sizin; ne kazandıysak sizler için kazandık’ diyorlar. Çocuklar diyor ki: ‘Ne karar yetkimiz var, ne operasyon kabiliyetimiz. Bizim için kazandıklarınızı siz öldükten sonra mı kullanabileceğiz?”
Evet, bir iş adamı Türk toplumunda filozofların soramadığı trajik soruyu soruyor ve cevabını da kendi veriyor: “Hayır, dürüst olalım; çocuklarımız için değil, kendimiz için çalışıyoruz. Onların sadece bizim ortaya koyduğumuzu, bizden sonra devam ettirmelerini istiyoruz. ‘Çatıyı çattım, oğlum/kızım benden sonra bu işi devam ettir, yani beni yaşat!’ demek istiyoruz. Yeni nesilleri işe dahil etmiyoruz; yeterince motive etmiyor ve sorumluluk vermiyoruz.”
Avni Bey’in gayesi Çelik ailesini Sinpaş ailesine dönüştürmek. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluşturmak. Bunun için, soyadı Çelik olan hiçbir kişinin ayrıcalıklı muamele görmemesi lazım. Aksi halde, ne altlarında kimse çalışır ne de üstlerinde. Başarısız aile fertlerine tenzil-i rütbe bile yapılmalı. “Böyle olursa aile işletmesi, işletmeye dönüşür. Bir Japon şirketi var, tam 1.400 yaşında. Geçen yıl el değiştirdi. Bu kadar uzun süre nasıl ayakta kalabilmiş? Mutlaka bir ilkesi, bir temel değerler manzumesi olmalı.”
Avni Bey’in sözünü ettiği Japon şirketi Kongo Gumi’nin kuruluş tarihi 578. Koreli bir muhacirdi Kongo, tıpkı Çorumlu Avni gibi. Onun şirketi de 1.400 yıldır sadece inşaat yapıyor. Sinpaş’a kıyasla söylersek, “inşaat değil mabet yapıyor.” Japonya’daki Budist tapınaklarının önemli bir kısmı bu şirketin eseri.
Avni Çelik, aile ile işletme arasındaki sorumluluk ilişkisini şöyle açıklıyor: “Ailemizin şöyle bir genel kuralı vardır: Çelik ailesinden hiç kimse olumsuz bir ekonomik duruma düşmeyecektir. Bu şemsiye üzerimizde olduğu sürece Çelik ailesinin her birinin mutlaka bir evi olacak, ekonomik anlamda zor durumda kalmayacaktır. Bu zorunlu. Ama Çelik ailesinin her ferdi mutlaka Sinpaş’ta çalışmayacaktır. Yeteneği müsait ise Sinpaş’ta çalışacaktır.”
Peki, çocuğun yeteneği ve arzusu var; Sinpaş’ta çalışmak istiyor ve çalışmaya başlıyor. Nasıl ilerleyecek? Onunla diğer çalışan ve yöneticiler arasında hiçbir fark olmayacak mı? İşte Avni Bey’in cevabı: “Aile üyeleri hissedar bile olsa kurumda hesap verme noktasında olduğunu bilmeli. Baştan böyle yönlendirilmeli. Aile üyeleri eğer hesap vermiyorlarsa; ben burada hissedarım, ayrıcalıklıyım diyorlarsa; altlarındaki yöneticileri doğru şekilde yönlendirmek mümkün olmaz. Yine aile üyeleri düşük bir performans gösteriyorlarsa onların rütbelerini tenzilde, görev yerlerini değiştirmede bir an bile tereddüt edilmemeli. Aile üyelerini kollamayıp diğer profesyonel yöneticiler ile aynı düzlemde tutuyorsanız, performanslarını değerlendirip hesap verebilir noktaya getiriyorsanız, ortaya işte o zaman bir işletme çıkıyor.”
Üç tür girişimci var galiba. Birinciler, fazla düşünmeden çalışanlar. Girişimcilerin belki üçte ikisi bu gruba giriyor. Önlerinde hazır buldukları veya tesadüfen gelişen bir işi ite kaka götürüyorlar. İkinci tür, düşünerek çalışanlar. Girişimcilerin üçte biri de bu gruba giriyor. Bunlar hazır bulduklarıyla veya rastlantılarla yetinmeyip, bilinçli gelişim peşindeler. Onlar için başarı, planlamayla icatçılığın kesiştiği yerdedir.
Üçte iki artı üçte bir, geriye kaldı felsefe ile demir. Evet, üçüncü türdekiler yüzdelik hesaba girmiyor. Sayıları o kadar az ki, ancak parmakla gösteriliyor. Bunlar sadece bilinçli gelişme peşinde koşmuyor; ayrıca oturup niçin koştuklarını da sorguluyorlar. Hem demiri dövüyor, hem demirle beraber tava geliyor.
Anadolu, filozof demirci kaynıyor.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Kemal Erdem