Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2003) > Türkiye Siyaset > Körfezde iki kriz, iki yönetim
Türkiye Siyaset
Körfezde iki kriz, iki yönetim
Yunus Sönmez
İKİNCİ Körfez Savaşı bitti. Etkileri ve hükümetin savaştaki tutumuna yönelik spekülasyonlar ise daha uzun müddet süreceğe benziyor. Hükümetin kriz politikasını değerlendirenler, bugün yaşanan krizle 1991’deki Körfez Krizi arasında karşılaştırmalar yapıyor. 1991’de -haklılığı haksızlığı bir tarafa- şeklen de olsa- BM Güvenlik Konseyi kararına dayanarak, BM üyesi bir ülkenin toprak bütünlüğüne, egemenliğine ve bağımsızlığına yönelik bir saldırının bertaraf edilmesi iddiası söz konusuydu. Şimdiyse BM’i hiçe sayarak, tek taraflı bir saldırıyla BM üyesi bir başka ülkenin toprak bütünlüğü, egemenlik hakları ve bağımsızlığı ihlal ediliyor. 1991’de devletin neredeyse bütün gücünü tek başına kullanan, Başkan Bush ile gece yarıları özel telefon görüşmeleri yapan, gerektiğinde komutanlara ve meclise sert çıkan bir cumhurbaşkanı vardı. Oysa şimdi devlet çarkları daha alışılmış mekanizmalar çevresinde dönmekte. Savaş lobisi ve Amerikan muhibi neoliberal/realist uzmanlar bir tarafa bırakılacak olursa, en baştan beri Cumhurbaşkanı ve Meclis, iktidar ve muhalefet, askeri ve sivil bürokrasi hemen hemen ittifak halindeler. Buna rağmen savaş lobisi tarafından bazen yönetim birimleri arasında uyumsuzluk, bazen de yönetimde kararsızlık görüntüleri sergilendiği eleştirileri ifade edildi. Şartların, olayın aktörlerinin konumlarının ve gelişmelerin sürekli değişim gösterdiği bir ortamda acaba sabit kalmak mı daha doğru olurdu? ABD’nin müttefiki olarak Irak’a giren İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Jack Straw’un bile, Ocak başına kadar, savaş olasılığının sanıldığından çok daha az olduğunu ve BM kararı olmadan Irak’a yapılacak tek taraflı bir müdahalenin doğru olmayacağını savunduğu bir ortamda Türkiye Özal’ın stratejisini mi izlemeliydi?
 
Gevşeyen İttifak
Son on yılda yazılan makalelerde en popüler kelime olan “Soğuk Savaş sonrası dönem” gerçekten bu popülerliğini hak edecek bir açıklayıcılığa sahiptir. Soğuk Savaş dönemini, öncesi ve sonrasından farklılaştıran “taraf olma” zorunluluğuydu. Bu dönem boyunca birçok ülke, NATO ve Varşova paktlarından birinde taraf olmaya itilirken, durumun bireylere yansıyan boyutu sağ ve sol kamplaşmaları getirdi. Soğuk Savaş bitene kadar her iki paktın üyeleri de birbirlerine ekonomik ve askeri yönden sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Türkiye de askeri ve ekonomik bakımdan ittifaktaki bağımlılık ilişkilerine oldukça dikkat eden bir taraf oldu. İşte bu ilişkiler ağının bir neticesi olarak ABD, 1991 Irak operasyonunda Türkiye de dahil olmak üzere “bağlılık sözü” vermiş ülkelerin desteğini almakta hiç zorlanmadı. Türkiye ile ABD’yi aynı hedefte birleştiren, son dönemde iki ülkenin dış politikalarına yön veren “stratejik ortaklık” tercihi oldu. İzlenen strateji gereği ABD, Ortadoğu’da kontrolü sağlamasına yardım edecek Arap olmayan bir devlete, Türkiye ise bölgedeki gücüne uluslararası arenada arka çıkacak bir küresel güce ihtiyaç duyuyordu. Bu iki ülkeyi kol kola yürüten diğer sebep de Türkiye’nin bölgede kendi güvenliği ve çıkarları aleyhine gerçekleşecek olası tehditleri engelleme arzusuydu. Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle, güneyinde yükselen tehdide karşı Türkiye, onu durduracak ve tehlikenin kuzeye yayılmasını önleyecek hareketleri desteklemekte bir sakınca görmedi.
Birinci Körfez Savaşı’yla birlikte ABD’nin bölge politikasında kazandığı etkin rol dünya güçlerini rahatsız etmekte gecikmedi. 1991 sonrası yıllarda ABD’ye olan bağımlılığı hafifletmeye yönelik en etkin adım Avrupa’dan geldi. Soğuk Savaş sonrası yıllarda, ekonomik, askeri ve siyasi olarak yeni yapılanmalar içerisine giren Avrupa devletleri bugün bunun meyvelerini toplayacak noktaya geldiler. İkinci Körfez Savaşında, daha önce Amerika’ya destek vermiş bazı AB devletlerinin bugün muhalif kanatta yer alması, artık nispi de olsa gevşeyen Amerikan bağımlılığından kaynaklanıyor. Ancak, AB özellikle güvenlik konusundaki problemlerini Amerika’sız halledebilecek durumda değildir.
Bu açıdan 1991 ve 2003 Körfez Krizleri tamamen değişen parametreler üzerine kurulu. 1991’de sorgusuz sualsiz ABD’yi destekleyen birçok Avrupa ülkesi bugün Amerika’ya destek vermekten kaçınıyor. İlk Körfez Savaşını bir işgalin ardından gerçekleştiren Amerika’nın şimdi böyle bir haklı (!) sebebinin olamaması da savaş karşıtlarının sayısını artırdı. 2003’de Avrupalı müttefiklerin bağımlılıklarını azalttıkları bir dönemde, Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığının devam etmesi, yeni krizdeki ABD’siz seçeneklerinin maliyetini yükselterek hareket alanının daralmasına sebep oldu.
 
Özal ve AKP
1991 Körfez Krizi’ne Türk dış politikasında yön veren dönemin Cumhurbaşkanı Özal oldu. “Hesaplı riskleri yüklenme” mantığı üzerine kurulan Özal dış politikası, başbakan olduğu döneme damgasını vurduğu gibi, cumhurbaşkanı olduğu Körfez Krizi döneminin de belirleyici unsuru oldu. Özal’ın bu hesaplı risk politikası, her durumun olumlu ve olumsuz sonuçları olacağı gerçeğinden yola çıkarak, olumlu sonuçların ortaya çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğu durumlarda risk alma stratejisi üzerine kuruluydu. Daha sonra halk arasında “bir koyup üç almak” olarak ifadesini bulan bu politika bir nevi Özal’ın kişiliğini de yansıtmaktaydı. Turgut Özal 1991 Krizi’nin başında hesaplarını ABD’nin kazanacağı yönünde yapmıştı. Bu durum bölgede istikrarı tehdit eden Saddam portresiyle birleşince, Özal hesaplı riskleri yüklenme politikasını dönemin politikacı ve bürokratlarına kabul ettirmekte çok zorlanmadı.
Ancak Özal işi biraz daha ileri götürüp Irak petrol boru hattını henüz ABD’nin bu yönde bir talebi olmamışken kapatınca yoğun eleştiri aldı. Kamuoyundan gelen eleştiriler onu cevap vermeye ve hareketini şu şekilde savunmaya itti. *
“Baker’ın gelmesinden iki gün önce Güvenlik Konseyi’nden Irak’a karşı zecri (zorlayıcı) tedbirlerin alınması için karar çıktı… Ben derhal Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırdım. ‘Derhal Türkiye-Irak petrol boru hattını kapatıyoruz’ dedim. Tabii bu karar şok tesiri yaptı… Oysa ben Baker’ın gelince aynı şeyi isteyeceğini biliyordum… O söyledikten sonra kapatırsanız, ‘Amerika baskı yapıp kapattı’ diyecekler…(Baker) giderken; ‘Eğer boru hattınızı kapatmasaydınız, biz de sizin limanlarınıza abluka uygulayacaktık’ dedi”.
Özal’ın henüz Amerika istememişken Irak’a karşı eyleme girişmesi ile günümüzde ABD’nin isteklerine yaklaşım tarzı karşılaştırılınca büyük bir fark göze çarpmaktadır. Özal, 1991’de ABD istemeden Irak’a karşı ambargo tedbirlerini uygularken ABD’nin bu jeste uygun bir tutum sergileyeceğini hesap ediyordu. Ancak 1991’den 2003’e kadar geçen zaman Özal’ın hesaplarının tersine döndüğünü ve Türkiye’nin Amerika’dan beklediği “kadirşinaslığı” bulamadığını gösterince ikinci krizde devletin attığı her adımı tüm Türkiye hem yakından takip etti, hem de her aşamada hesap sordu. Çünkü “yanlış hesap Bağdat’tan dönmekteydi” ve ödenmeyen fatura da halkın omuzlarına yüklenmekteydi.
İlk Körfez Savaşı’nın tarihi öğreticiliği sadece halkla sınırlı kalmadı; karar mercii politikacılar da bundan gereken dersi çıkardılar. İlk tecrübenin gösterdiği gerçekler Türkiye’nin ekonomik alanda zarara uğramış olması, Güneydoğu’da istikrarın öncekiyle kıyaslanmayacak kadar bozulması ve hâlâ Saddam’ın devrilememiş olmasıydı. Son krizde hükümet bu tecrübelerden yararlandı ve bir taraftan ABD’nin Irak’a müdahalesinde Türk üslerinin kullanılması için meclise tezkere gönderirken, diğer yandan çözümün barıştan yana olması için büyük çaba harcadı. Irak’la barış görüşmeleri için bölgeye gönderilen politikacıların tam savaşın konuşulduğu bir dönemde bölgeye büyük bir grup iş adamıyla gitmesi ve ekonomik ilişkileri geliştirmeye yönelik bir dizi anlaşmalar imzalaması bu tecrübelerin ışığında gerçekleşti.
Gerek Birinci Körfez Savaşı gerekse Afganistan operasyonlarında masum halkın zarar görmesi ve binlerce sivilin ölmüş olması da insanların vicdanını harekete geçirdi ve Irak operasyonuna karşı örgütlü savaş karşıtı eylemler dalga dalga tüm dünyaya yayıldı. Bu hareketler dünyada olduğu kadar Türkiye’de de karar mercilerinin üzerinde ciddi baskı oluşturdu. Meclisten ikinci tezkereye ret kararının çıkmasının ardında önemli ölçüde, milletvekillerinin seçmenlerinden aldığı tepkiler de yatmaktaydı.
“Simyacı” kitabının yazarı Paulo Coelho, ABD Başkanı Bush’a opendemocracy.net web sitesinde yayımlanan bir mektupla seslendi. Mektubun bir yerinde Coelho; “Çok teşekkürler büyük lider George W. Bush. …Türk halkının ve parlamentosunun 26 milyar dolar için bile satılık olmadığını herkese gösterdiğiniz için teşekkür ederim. İktidardakilerin aldığı kararlarla halkların istekleri arasındaki uçurumu dünyanın gözleri önüne serdiğiniz için teşekkür ederim. Jose Maria Aznar’ın ve Tony Blair’in aldıkları oylara en ufak saygıları olmadığını, bu oyların onlar nezdinde azıcık olsun ağırlık taşımadığını açığa çıkardığınız için teşekkür ederim. Aznar, İspanyolların %90’ının savaşa karşı olduğunu mükemmel bir şekilde görmezden gelebiliyor ve İngiltere’de son 30 yılın en büyük gösterisi gerçekleştikten sonra bile Blair’in kılı kıpırdamıyor.” diyordu. Anlaşılan Türkiye’de yönetim, halkının taleplerine ve meşruiyete daha saygılı. Problem bunu “yönetim zaafı” olarak gören gözlerde olsa gerek.
* Mehmet Barlas, Turgut Özal’ın Anıları, Sabah Kitapları, 1996 İstanbul, s.127

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR