Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2003) > Dünya Siyaset > Rus stratejisi tarihî kodlarına dönüyor
Dünya Siyaset
Rus stratejisi tarihî kodlarına dönüyor
Ahmet Okumuş
Şarklı kimliğiyle Rus, büyüleyicidir.
Fakat Şarklıların en Garplısı olmak yerine,
Garplıların en Şarklısı olmakta ısrar ettiği zaman,
bir ırkî anormalliğe düşer.
Kipling
 
İNSANOĞLU tarihin hem öznesi, hem öykücüsü. Tarihin meşruiyet aracı olarak kullanıldığı, siyasi angajmanları haklılaştıran bir yönü bulunduğu ise öteden beri bilinen bir gerçek. Aslında tarihin insanın varoluşsal bir ihtiyacına cevap verdiğini söylerken Nietzsche, tarihin yararları konusunda en radikal yorumlardan birini yapmıştı. Ona kalırsa, sürekli değişen dünya karşısında bocalayan ve bir sübut arayan insan, o sübut ve sürekliliği kendine bir mazi inşa ederek yakalama eğilimindedir. Gerçekten de, özellikle toplumların ciddi dönüşümlerle sarsıldığı dönemlerde farklı ve çatışan tarih telakkileri aslında istikrar arayan gelecek vizyonlarına işaret eder. O kadar ki, tarihe ilişkin temel kabuller, uzun dönemli stratejik yönelimlerin merkezi referanslarından biri olur. En genel stratejik istikametin belirlenmesinde tarih bilincinin rolü yadsınamaz. Zihniyet ve kimlik kurucu özelliğiyle tarih, siyasi imge, algılama, ve beklentilerin membaıdır. Özellikle stratejik öznenin ‘kurucu ötekisi’ni veren, tarihin tortularıdır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Rus entelektüel çevrelerinde sıklıkla karşılaştığımız tarihin anlamı, tarihi miras ve tarihle diyalog gibi söylemler tarih bilinciyle stratejik zihniyetin kesiştiği yeni bir konjonktür yarattı. Liberalleşme siyasetinin Rus tarihinde otantik temelleri olup olmadığı, Rus emperyal geçmişine ne şekilde yaklaşılması gerektiği ve alternatif ve özgün bir Rus kimliğinin olup olmadığı konusundaki tartışmalar bunun en belirgin yansımaları. Rusya gibi tarihi referans zemini muazzam ülkelerde tarih tahayyülü uluslararası ilişkilerin teori ve pratiğinin teşekkülünde derin içerimleri haizdir. Kökleri 9’uncu yüzyıla kadar giden oluşum süreci açısından baktığımızda Rus tarih tahayyülünün iki temel özelliğinden bahsetmek mümkün. İlki, değişik dönem ve değişik tarzlarda tezahür eden ‘Rus biricikliği’ ve bunun tabii sonucu kabul edilen Rusya’nın tarihi misyonu fikri. Bizans’ın çöküşüyle kendilerini 3. Roma’nın hamisi olarak tanımlayan Ruslar, Ortodoks Hıristiyanlığın başat olduğu dönemden Komünist döneme daima tüm insanlığın kaderini belirleyecek tarihi bir misyonun taşıyıcısı olmakla övündüler. Kimi zaman kendini mesiyanik beklentiler şeklinde gösteren Rusun yeganeliği ve tarihi kurtarıcılık misyonuna ilişkin bu inanç, radikal batıcılıktan Slavofil milliyetçiliğe kadar hemen tüm Rus fikir akımlarında görülebilir. Ne ki, bu tarihi misyon ve biriciklik fikri Rus tarih bilincinde bir süreklilik unsuru olarak kendini gösterse de, yükselen Batı karşısında hissedilen geri kalmışlık duygusu ve Batı-Doğu gerilimi modern dönemlerde Rus tarih tahayyülünün ikinci özelliği olarak çıkar karşımıza. Rusya, kimi zaman yücelterek, kimi zaman küçümseyerek baktığı Avrupa karşısında daima ikircikli bir konumda kalmıştır. Fakat Asya’yla olan ilişkisi de bundan pek farklı değildir. Esasen, hem Asya, hem Avrupa Rus kimliğinin ‘kurucu dışarısı’ olmuş iki güçlü ‘öteki’ imgesi sunarlar. Rus tarihinde başkentlik yapmış Kiev-Moskova ve St. Petesburg-Moskova şehir ikilileri aslında iki alternatif çekim alanının, iki kutbun ve Rusya’nın bu iki kutup arasındaki ikircikli halinin sembolleri olarak okunabilir. Önce ilham kaynağı olarak Batı’ya yönelen Rusya, Batı’nın kendi iç tutarsızlıkları karşısında bocalayarak yüzünü alternatif bir referans noktası olarak Asya’ya çevirir. Fakat Avrupa’yı da unutmaz ve özgün kimliğini her ikisini de sentezleyen, ama aşan bir üst referansta arar; Avrasya’da.
Bu sürecin tarih içinde değişik tezahürlerini görmek mümkün. Fransız ve İtalyan mimarlarca planlanan ve tamamen Aydınlanma’nın akılcı özüne uygun geometrik mükemmeliyet esasına göre kurulan ilk şehir olan St. Petersburg, Büyük Petro’nun başlattığı Batılılaşma hamlesinin asli ikametgâhı olurken, Büyük Katerina’nın Aydınlanma’nın temsilci düşünürleriyle kurduğu doğrudan temas ve onlardan aldığı ilhamla ‘Aydın despotizmi’ni gerçekleştirme çabası aynı sürecin daha ileri bir aşamasını oluşturur. Fakat daha 18’inci yüzyılın sonlarında Rusya’da Batı’ya ilişkin hoşnutsuzluklar ve kültürel otantiklik arayışları başlar. Batı’nın görünüşte parlak ve fakat özünde çürümüş bir dünya olduğunu dillendiren fikir adamları belirir. İlginç olanı, bunların Batı ile en fazla temas kurmuş kişilikler olmasıdır. Karamzin’in Batılılaşma projesine yönelik tenkitleri, Rusya’nın hiçbir geçmiş ve gelecek hissi olmaksızın Doğu ile Batı arasında zaman-mekan bakımından boşlukta var olduğunu söyleyen ve Moskova’yı ‘ölüler şehri’ olarak tanımlayan Chaadev’in kötümserliği, Rus Hegelcilerinin Rus halkının ve özelde köylüsünün tarihi rolünü yüceltmeleri, Slav otantikliğini vurgulayan Slavofillerin milliyetçi yaklaşımları ve nihayet Avrasyacıların Rusya’yı kendine has Avrasyalı bir entite olarak tanımlamaları, Rus tahayyülünün özgünlük arayışının yansımalarıdır. Peki ya Rus sosyalizmi? Bu konuda Toynbee’ye kulak vermeli: “Rus komünizmi, iki yüzyıl önce Büyük Petro tarafından Rusya’ya empoze edilen Batılılaşma projesini kırmaya yönelik bir gayretkeşliğin ürünüdür”.
Avrupa, Rusya’nın ‘paradigma-içi’ ötekisidir. Kimi zaman mutlak bir model, kimi zaman tam bir karşı-model, fakat her daim paradigma-içi bir referans olarak Batı, Rus kimliğinin kurucu ötekisi olmuştur. Paradigma-içi öteki olarak izlenmeli ama aynı zamanda rekabet edilmelidir. Asya, Rusya’nın ‘paradigmalar-arası’ ötekisidir; Rusya’nın jeo-kültürel yayılma alanı ve Hıristiyanlaştırma (Ortodoks misyonerlik çağları), medenileştirme (Aydınlanma çağı), ya da özgürleştirme (sosyalist dönem) adına yüklendiği tarihi misyonu hayata geçirdiği coğrafyadır. Fakat aynı coğrafya ona Batı karşısında duyduğu hoşnutsuzluğun sonucu kaçtığı alternatif kimlik temelini sunar. Dosto’nun Raskolnikov’u gibi St.Petesburg’dan Sibirya’ya kaçıp, manen yeniden doğar.
Soğuk Savaş sonrası Rus dış siyasetinin izlediği seyir tüm bu tarihi arkaplanın çok daha kısa bir dönemde yeni formlar altında tezahüründen ibaret. Rus tahayyülündeki tüm merkezi unsurlar ve gerilimler, stratejik rotasını yeniden tanımlama ihtiyacındaki Rusya’nın bir kez daha yorumlamak zorunda olduğu veriler olarak geri döndü. Bu bağlamda özellikle Gorbaçov’la başlayıp Yeltsin’in ilk yıllarında devam eden ‘Liberal Atlantikçi’ stratejik yaklaşım aslında Rus kimliğindeki Batıcı eğilimin uluslararası ilişkilerdeki yeni adı idi. Özellikle Kozyrev’in siyasi pratiğe taşıdığı bu çizgi Soğuk Savaş sonrası Rus dış siyasetinin romantik dönemi olarak nitelendirilebilir. Tarihi mirası, özellikle de Rusya’nın emperyal karakterini bir yük olarak gören ve Rusya’nın ‘kullanılabilir’ bir geçmişi olmadığını söyleyen Atlantikçiler, ya da Batıcılar, Batı ile bütünleşmeyi kültürel olarak özgün, stratejik olarak rasyonel bir hedef addediyorlardı. Rusya’nın kendine has bir kimliği ve tarihi bir misyonu olduğu düşüncesinin onu daima uluslararası planda statükoyla çelişkiye sokacağını, içerde de askeri-otoriteryen eğilimleri besleyeceğini düşündüler. Aslında, erken Sovyet-sonrası dönemin şartları açısından bakıldığında bu tür bir çizginin yükselişi gayet anlaşılır gözükmekte. Batı’ya yönelişin ciddi ekonomi-politik getirileri olmalıydı. Fakat zaman bunu pek de doğrulamadı ve Rus stratejisinde merkezci-milliyetçi ve Avrasyacı eğilimler güç kazandı.
Merkezci-milliyetçi, ya da kimilerine göre pragmatik-milliyetçi stratejik düşünce, güçlü ve tutarlı bir dış siyaset paradigmasının teşekkülü için tarihi misyon fikrinin vazgeçilmez olduğunu vurgulayıp, güvenlik söz konusu olduğunda Rusya’nın Batı’dan çok Asya’yı eksen alması gerektiğini düşünenlerin çizgisi. NATO genişlemesi gibi Soğuk Savaş sonrası kimi Batılı yönelimlerin bir tür yeni-çevreleme (neo-containment) siyaseti olduğunu düşünen merkezcilere göre, Rusya’nın ‘büyük güç’ kimliği ancak Asya’da, öncelikle ‘yakın çevre’de bir güç temerküzüne gidilerek ihya edilebilir. Bağımsız Devletler Topluluğu’nu oldukça sıkı bir yapı şeklinde örgütleyerek Rus nüfuzuna alan açma ve bir tür Rus Monroe doktrini olan ‘yakın çevre’ kavramıyla bunu meşrulaştırma çabası bu akımın Rus dış siyasetine katkısıdır.
Avrasyacı yaklaşım merkezci çizginin iddialarını bir adım öteye taşır ve Rusya’nın kendine özgü ve apayrı bir Avrasyalı kimliği olduğunu vurgulayarak, Batılılaşma adına bu biricikliğin yitirilmemesini ister. Rusya, ulusallığı buharlaştıran küreselleşme sürecine direnen son kale, Doğu ile Batı’nın sentezinden oluşan, kendi içinde bütün bir evren ve doğası gereği emperyal bir siyasi bütündür. Rus stratejik yönelimi bu kabuller istikametinde şekillenmeli ve Batı ile bütünleşmekten çok Avrasya’nın merkezinden çevreye yönelen bir güç konsolidasyonuna girişilmelidir.
Rus dış siyasetinin ilk başlardaki romantikliği üzerinden atıp Batı aşkından önemli ölçüde vazgeçerek merkezci-Avrasyacı eğilimlerin sentezine gittiği söylenebilir. Putin’in göreve gelişi ile başlayan neo-emperyal dönüş bunun yansıması. Rus gücünü eski Sovyet sahasında yeniden hakim kılıp Avrasya kara kütlesinde baskın unsur haline gelme çabası bu siyasetin sonucu. Kimileri itiraz ederek Putin’in en az Gorbaçov ve Yeltsin kadar Batıcı olduğunu iddia edebilir. Fakat bu iddia ancak yukarıda yaptığımız ayrımın tashihinden geçerse kabul edilebilir. Batı, Rusya’nın paradigma-içi ötekisidir; Doğu ise paradigma-dışı. Medeniyet aidiyeti bakımından Putin Avrupacı/Batıcı olabilir, fakat jeopolitik yönelim bakımından kesinlikle Avrasyacıdır. Paradigma-içi öteki ile özdeşleşebilir, fakat bunun için bile paradigmalar-arası öteki üzerindeki hükmünü tahkim etmelidir.
Esasen, Rus stratejik yöneliminde Atlantikçilikten merkezci (jeopolitik)-Avrasyacılığa geçiş Rusların daha önceki tarihi serüvenlerinden pek de farklı olmayan bir sürece işaret etmekte. Gorbaçov Avrupa’yı “Ortak Evimiz” diye selamlarken, Büyük Petro ve Büyük Katerina’nın diliyle konuşuyordu. Batı ile her alanda azami işbirliği, piyasa ekonomisine geçiş, liberalleşme, GATT ve G7 üyeliği gibi politikalar bu dilin siyasi pratikleri oldu. Fakat piyasa ekonomisine geçişte yaşanmaya devam eden sorunlar, Rusya Federasyonu içinde ve çevresinde dinmek bilmeyen istikrarsızlıklar ve NATO’nun genişleme siyaseti Rusya’da milliyetçi, Avrasyacı ve hatta komünist akımların yeniden güçlenmesine zemin hazırladı. Giderek Rus stratejik yönelimine hakim olan bu akımlar ise Karamzin’in, Slavofillerin ve eski Avrasyacıların diliyle konuşuyor. ‘Yakın çevre’ stratejisi, Rusya temerküzünde bir Bağımsız Devletler topluluğu ve nihayet 2000 yılında Putin liderliğinde kabul edilen ve Rusya’nın emperyal nüfuzunu diriltme çabasının ifadesi olan yeni Ulusal Güvenlik konsepti bu ikinci aşamanın en önemli sonuçları. Diğer taraftan son Irak Savaşı Rusya’nın Avrasyacı yönelimine en uygun zemini yarattı ve klasik jeopolitik teorilerin varsayımlarını hatırlatan bir ayrışmaya yol açtı; bir yanda Fransa, Almanya, Rusya ve Çin gibi Avrasya boyunca yayılan kara güçleri, diğer yanda ABD, İngiltere, Avustralya, İspanya ve İtalya gibi Avrasya’nın dışında yahut denizle bütünleştiği noktalarda bulunan deniz güçleri. Amerika’nın tek-yanlı siyasi yönelimleri devam ederse Rusya, Avrupa’nın da desteğini alarak, Avrasya stratejisini daha tutarlı ve meşru bir noktaya taşıyabilir. Rus stratejisi tarihi kodlarına döndükçe derinleşerek manevra alanını genişletmekte. Bunun uluslararası düzene ciddi tesirleri olacağı açık, zira Voegelin’den ilhamla söylersek, düzenin tarihi, tarihin düzeninden gelir.

Paylaş Tavsiye Et