Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2003) > Dünya Siyaset > Amerikan liderliğinin açmazları
Dünya Siyaset
Amerikan liderliğinin açmazları
Richard Falk
İKİ kutuplu dünya düzeninin hegemonyacı güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, ABD’nin küresel gücü de sorgulanmaya başlandı. ABD’nin diğer devletlerle karşılaştırıldığında çok büyük bir askeri, ekonomik ve diplomatik güce sahip olduğu yapısal bir gerçektir. Ancak ABD’nin dünya düzeni içinde hegemonyacı bir güç olarak hakimiyet kurmasının mümkün olmadığı da bir diğer yapısal gerçektir. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla II. Irak Savaşı arasında geçen süre içerisinde ABD’nin hegemonyacı bir güç olarak sergilediği liderliğin her safhasında ciddi sorunlar ve eksiklikler görüldü.
Amerikan liderliği ilk başarısızlığını, Başkan George W. Bush’un babası George Bush’un başkanlığından itibaren, bilhassa Güney ülkeleri ve Orta Doğu ile daha iyi bir ilişkiler dizisi oluşturacak şekilde sorumlu bir yol tutamayarak yaşadı. Özellikle İslam dünyası ile olan ilişkilerde çok önemli olan Filistin meselesinin tatmin edici bir çözümü hâlâ bulunamadı. ABD, Soğuk Savaş’ın hemen ardından dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan diğer sorunların çözümü için de uygun bir diplomatik yol takip edemedi.
Amerikan liderliğinin ikinci başarısızlığı, Soğuk Savaş’tan sonra nükleer silahsızlanmanın sağlanamamasıdır. Sovyetler Birliği, kendisinin ve Batı ülkelerinin sahip olduğu nükleer silahların sınırlandırılmasının bir yolunun bulunması düşüncesini gündeme getirmişti. Birliğin çökmesinden sonra, nükleer silahlara sahip olmanın mazereti de kalmamıştı ve artık nükleer silahların olmadığı bir dünya kurma fırsatı vardı. Bazı ülkelere nükleer silahlara sahip olma hakkı verirken, diğerlerine yasak getirerek ikilik yaratan bir kanun bunu sağlayamazdı. Dünyadaki bütün halklar ve ülkelere eşit yaklaşacak bir kanun çıkarılmasına fırsat doğmuşken, ABD bunu değerlendirmedi. Amerikan liderliğinin nükleer silahsızlanma çabalarını reddetmesi, sadece kendi liderliği için değil, dünyanın geleceği için de büyük bir kayıptır.
Amerikan liderliğinin üçüncü başarısızlık noktası ise BM’nin, dünyada zarar görmesi muhtemel insanlar için bir koruma kalkanı haline getirilmemesidir. Soğuk Savaş sonrasında, Dünyada, BM Barış Gücü’nün, Bosna, Kosova, Ruanda, Sierra Leone ve en son Liberya gibi iç savaş yaşanan ülkelerde ‘etnik temizlik’ operasyonlarını önleyecek bağımsız bir güç haline getirilmesi için büyük bir istek vardı. Ancak bu da gerçekleşmedi. Bütün bu başarısızlıklar, Amerikan liderliğinin meşruiyetini zayıflattı.
ABD son yıllarda ekonomik küreselleşmeyi teşvik etmek için geleneksel yöntemler kullanarak hegemonyacı etki alanını genişletmeye başladı. Özellikle George W. Bush’un başkanlığı döneminde bu yaklaşım daha da ön plana çıktı. Yatırım imkanlarını artıran, ekonomik ilişkilerini geliştiren ve devletin sosyal yükümlülüklerini en aza indiren serbest ticaret felsefesi, ABD’nin desteğiyle ekonomik küreselleşmeye hakim oldu. Ekonomik küreselleşmenin benimsediği bu neoliberalist yaklaşım, ABD’nin dünyanın geri kalanı, özellikle de Arap dünyası ile olan ilişkilerini çatışmalı bir alana soktu. Bu yaklaşım yaşanan acıları daha da derinleştirdiği gibi 11 Eylül’ü üreten süreci de başlatmış oldu. Burada üzerinde durulması gereken esas nokta, Washington’un ekonomik küreselleşmeyi, dünya nüfusunun %50’sinin günde 2 doların altında bir gelirle yaşadığını görmezden gelen bir tarzda teşvik etmesidir. Amerikan liderliği, dünyadaki eşitsizlik ve yoksullukla mücadeleyi; zengini daha zengin etmek uğruna kurban etmiştir ki bu onun adına çok ciddi bir eksikliktir.
George W. Bush’un, Amerika’nın hakimiyet alanını genişletmeye çalışması, dünyada tehlikeli gelişmelerin yaşanmasına sebep oldu. Amerika, hegemonyasını askeri araçlar kullanarak kabul ettirmeye çalıştı. Bu durum, Başkan Bush tarafından temsil edilen Amerikan yönetiminin, askeri gücü ön plana çıkarıp kullanmayı tercih ettiğinin göstergesidir. Bush’un danışmanlığını yapmakta olan neocon ekibi, o başkan seçilmeden önce biraraya gelmiş ve Amerika’nın ulusal güvenlik ve stratejisiyle ilgili bir belge hazırlamıştı. Bu belgeye göre; liderliğini küresel güvenliği tesis etmek için kullanmak isteyen Amerika, askeri gücünün zorlayıcılığını fark etmeli, silah yatırımlarını artırmalı ve küresel hakimiyetini, kendisini tehdit etmesi muhtemel güçlere karşı müdahaleci diplomasiye hazırlamalıydı. Bu ideolojik perspektif 11 Eylül Olayı’ndan önce oluşturulmuştu zaten. Ve de 11 Eylül’ün sarsıcı etkisinin sonrasında, küresel terörle savaş başlatan Amerika askeri güç kullanarak, hakimiyetini gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda pekiştirme yoluna gitti. Küresel terörle savaşın meşruiyet zırhına sarılarak daha da sertleşen ABD, bulunduğu hegemonyacı pozisyonu ve güç hakimiyetini hukuki olmayan bir yolla kabul ettirmeye çalıştı. Amerika’nın teröre ilk cevabı olan Afganistan operasyonu ve Taliban rejiminin devrilmesi dünya tarafından genel kabul gördü. Ancak ABD terörle savaşını başka ülkelere, özellikle de Irak’a kaydırdığında bu hava değişmeye başladı. Dünyanın büyük çoğunluğu, hatta Amerika’nın geleneksel Batı Avrupalı müttefikleri bile Amerikan yönetiminin bu hegemonyacı jeopolitik yaklaşımını onaylamadı. ABD’nin tercih ettiği bu savaş yöntemi, küresel güvenliği temelinden tehdit eden bir askeri yaklaşımdan başka bir şey değildi. Bu yaklaşım, Amerika’nın içinde bulunduğu pozisyonun gerekli bir sonucu değildir. Amerikan yönetiminin uygulayacağı alternatif yöntemler mevcuttur. Devletler arasında bir tür eşitlik öngören farklı hakimiyet yapıları oluşturmak da mümkündür.
ABD her şeye rağmen istikrarlı bir dünya düzeni oluşturabilme potansiyeline sahiptir. 11 Eylül saldırılarının sonrasında ABD’nin hem iç, hem de dış politikalarında dramatik bir değişim yaşandı. Zaten içinde birçok aşırı uç barındırmakta olan Bush yönetimi, içeride özgürlükleri kısıtlayıcı, dışarıda ise müdahaleci politikalar uygulamaya başladı. ABD’nin istikrarlı bir dünya düzeni kurup kuramayacağı büyük ölçüde mevcut yönetimin değişmesine bağlıdır. 2004 yılında yapılacak başkanlık seçimi, ABD tarihindeki en önemli başkanlık seçimlerinden biridir. Hukuku temel alan, işbirlikçi ve barış dolu bir dünya arayışında olan bir yönetimin başa gelmesi, olumlu birçok değişikliğe sebep olabilir. ABD’nin güvenlik ve istikrarının, dünyanın geri kalanının güvenlik ve istikrarına bağlı olduğunu anlayan, farklı bir başkanın seçilmesi durumunda ABD’nin uyguladığı politikalar değişecektir. Ve de istikrarlı bir dünya düzeninin kurulması olasılığı yeniden gündeme gelecektir.

Paylaş Tavsiye Et