Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2003) > Toplum > Müziğimizle ilgili bazı “gerekli” sorular
Toplum
Müziğimizle ilgili bazı “gerekli” sorular
Yalçın Çetinkaya
BİR Batılı müziksever, mesela Şeyh Sâid Dede’nin Şevkefzâ Saz Semâîsi’ni, bir Caz saksafonist (Theo Loevendie), bir Caz piyanist (Guus Janssen) ve bir kemençevî (İhsan Özgen) tarafından, tema olarak alınıp üzerine çeşitleme ve doğaçlamalar yapılmış yorumuyla dinlerse, daha mı çok sever? Bu toprağın ilâhîlerini, türkülerini, saz semâîlerini Batılılara dinletmek ve sevdirebilmek için, onları ille de Batı Müziği formlarından birinin içine sokuşturup öyle mi icra etmek gerekiyor?
“Urum’da Acem’de âşığı oldum/Yemen illerinde Veysel Karânî” güfteli ilâhîyi Caz yorumuyla dinlerken, Caz intervallerinin (aralıklarının) arasında Veysel Karânî’yi bulabilmek, hissedebilmek mümkün mü? Bu ilâhînin bestecisi yattığı yerden kalksa da, bestelediği ilâhînin başına gelenleri görse, acaba neler hisseder? Veysel Karânî’yi o ilâhînin Caz yorumu içinde bulamadıktan sonra ilâhînin tadı tuzu kalır mı? Sonra bu ilâhîyi ve benzer eserleri, ayrıca halk müziği formundaki birçok ezgiyi neden ille de Caz formunu kullanarak icra etmek gereği hissedilmektedir?
Türkiye kökenli otantik müzikleri, bu tarz bir icra ile tanıtmanın dışında başka bir yol yok mudur? Farklı kültürlerin müzikleri karşılaştığında (meselâ Batı müzikleri ile Türk müzikleri) ortaya hep böyle bir karışım mı çıkmaktadır? Ya da bu iki müzik ille de karışır mı, karışmalı mı? Karışmasa ve her müzik kendi tabii seyri içinde yaşamaya devam etse olmaz mı? Karışmaları kaçınılmaz ise, bu şekilde mi (yani Türk müziklerinin edilgenleştiği ve değişime uğradığı biçimde mi) karışmalıdır? O müziklerin kendilerini yine kendi tabiilikleri içinde ifade edebilme hakları yok mudur? Kendi tabiiliklerinden çıkarılıp başka bir şekle büründüklerinde artık “kendileri” olabilirler mi? Onları tabiiliklerinden çıkarıp başka bir şekle, forma sokmak, onlara yapılmış bir haksızlık değil midir?
Böyle bir karşılaşma olduğunu kabul edelim. Bu tür karşılaşmalarda neden, olan bizim müziklerimize olur ve değişmesi, Batılıların anlayacağı hale dönüşmesi zorunluluğu duyulur? Mesela neden bir Batılı müzisyenin eseri Türk insanına dinletilirken, onun dinlemeye alışkın olduğu formlarda icra edilmez? Edildiğinde komik olacağı kesin! (Mesela Vivaldi’nin “Mevsimler Süiti’nin sıradan Türk vatandaşlarının anlayabileceği, alaturka formlarda icra edildiğini düşünün!) Buna mukabil bu toprağın hüzün dolu türküleri, ilâhîleri Batı müziği formlarından birine uydurulsa, ortaya çıkan şeyin komik olma ihtimali yok mudur? Komik olmasa bile, bu o müziğe yapılmış bir haksızlık değil midir? Yoksa müziklerimizi Batılı müzik formlarının içine sokmakla, bizim de aslında her türlü formun içine girebileceğimizi, başkalarınınsa bizim formumuza asla dahil olamayacağını mı anlatmaya çalışıyoruz?
Türk müziklerinin ne kadar evrensel olduğunu ispatlayabilmek için onları ille de Batılılaştırmak mı gerekmektedir? Onlar, tabii halleriyle evrensel değil midir? (Sonra bu “evrensellik” denilen şey nedir?) Bir Batılıya onları tabii ve otantik halleriyle tanıtıp sevdirsek olmaz mı? Eserlerimizin, kültürümüzün tabiiliğini koruyamayışımız, acaba kendi tabiiliğimizi koruyamayışımızdan mı kaynaklanmaktadır? Acaba asıl sorun, tabiiliğimizi ve kendi kültür ve medeniyetimize olan güvenimizi, temelde de kendimize olan güvenimizi kaybetmemizde mi yatmaktadır? Otantik icra sözün, şiirin içeriğini koruyan, onun hakkını veren bir icra tarzı değil midir?
Sonra güzelim klasik ve sanat değeri yüksek ilâhîleri bugünün gençliği daha iyi anlasın diye neredeyse bir pop müzik icrasıyla, üstelik acemi müzikçileri bir araya “toplayıp” televizyonlarda, radyolarda icra etmek, kaset ve CD’ler çıkarmak doğru ve ahlâkî midir? Bu, o müziğe “içeriden” verilmiş bir zarar değil midir? Bu müzik, konservatuarı veya herhangi bir müzik mektebini -hasbelkader- bitirip, sazını da yarım yamalak çalan acemilerin eline düşmeyi hak etmekte midir? Bu müzisyen takımı, hangi hakla ve hangi kabiliyetleriyle Türk müziğinin her formundan eseri okumaya cüret etmektedirler? Bu müzik, herkesin çalıp söyleyebileceği kadar basit midir ve bu kadar ayağa mı düşmüştür? Bu tür yarım müzisyenleri bir araya toplayıp onlara maddî destek vererek kaset çıkarmalarını sağlamak, televizyon kanallarını açmak, hazırlanan programların değişmez unsurları haline getirmek bu müziğe yapılmış bir hizmet midir? Bu maddî desteği sağlayan, müzikten, müzikaliteden dahası “kalite”den anlamakta mıdır? Kaliteden anlıyorsa, neden kendi hizmet alanında ve müesseselerinde bu kaliteyi ortaya koymamaktadır?
Bugün ortaya “müzisyenim” diye çıkan, ilâhî bestelediğini zanneden, müzik yaptığını düşünen, aslında muhtemelen nota okumak gibi müziğin en basit aşamasını, yani alfabesini dahi bilmeyen (nota okumayı bilmenin bir ayrıcalık olmadığını da ifade etmeliyiz); bunların yanı sıra müzikle ilgili her şeye balıklama atlayan, her şeyi yapıyor gözüken, her taşın altından çıkan, her prodüksiyona imzasını atıp “ben yaptım” deme saygısızlığını gösteren, kendilerini müzisyen gibi sunma fırsatını etraflarındaki bilgisizler (televizyon, radyo ve gazetelerin, birtakım resmî kurumların yöneticileri, kültür ve sanattan habersiz muhabirleri, programcıları, politikacılar, vs.) sayesinde yakalayan adamlar, mûsikîmizin nasıl bir cevher olduğunun idrakinde midirler? Yaptıkları işlerle mûsikîmize hizmet etmekten çok ona zarar verdiklerini, ama daha da önemlisi “ego”larını, “ben”liklerini tatmin etmekten başka hiçbir amaçları olmadıklarını fark edebilmekte midirler?
Sorulacak o kadar çok soru var ki… Ama daha başka ve ciddi bir sorun var: Ahlâk sorunu. İş ahlâkı olmadığı için, yapılan işin bereketi de olmuyor. İstediğiniz kadar kaset çıkarın, istediğiniz kadar virtüöz yetiştirin, istediğiniz kadar beste yapın. Ama ahlâk yoksa ve benlik her şeyin önüne geçiyorsa, Allah’ın yardımını beklemek de anlamsız olur. O’nun yardımı olmayınca bereket de olmaz. Daha da önemlisi, bu işin onun rızası için yapıldığını söylemek, yalan olmaz mı?
Ne demiş Yunus: “Kaldır benliği aradan/Çıksın ortaya Yaradan”
Yaradan ortaya çıkmamışsa, onun ortaya çıkmasını engelleyen şey, “ben”likler değil midir? “Ben”-liklerimizin ortalarda dolaştığı yerde, Yaradan ortaya çıkar mı? Kendi “ben”liğimizin ortaya çıkmasını, Yaradan’ın ortaya çıkmasına tercih etmek, bir tür “şirk” değil midir? Yaradan’ın ortaya çıkmasının engellendiği yerde, Yaradan’ın rahmeti ve bereketi olur mu?
Bu müzikte de böyle… Hatta, asıl müzikte böyle. Yukarıda anlatmaya çalıştığım ve sorduğum sorular, bugün yaşadıklarımızdan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Arif olan anlar…
Bu soruları sorup cevapları üzerinde biraz kafa yorduğum zaman, sahip olduğumuz müzik kültürünün pek farkında olmadığımızı anlıyorum. Acaba yanılıyor muyum?  

Paylaş Tavsiye Et