Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2004) > Türkiye Siyaset > Muhafazakârlık neyi muhafaza eder?
Türkiye Siyaset
Muhafazakârlık neyi muhafaza eder?
M. Akif Kayapınar
AKP’NİN kimliği tartışmaları çerçevesinde son günlerde gündemde olan muhafazakârlık üzerine söylenen ve yazılanların bu kadar farklı ve çelişkili olmasının iki temel nedeni var: Muhafazakârlık kavramının üzerini örten muğlaklık kavram hakkında yapılabilecek efrâdını câmi, ağyârını mâni bir tarifi imkansız kılıyor. İkinci olarak; Batı’nın kendi tarihsel şartlarında vücuda gelmiş pek çok kavram ve ideoloji gibi, muhafazakârlık da bizim düşünce iklimimize aktarılırken aşılması son derece zor sorunları beraberinde getiriyor.
 
Batı’da Muhafazakârlık
Kitaplarda muhafazakâr düşünce Aristo’ya kadar geri götürülüyorsa da modern anlamda muhafazakârlığın temellerinin 18’inci yüzyılda Edmund Burke ile atıldığı genel kabul gören bir görüş. Burke’ün 1790’da yayımlanan ve Fransız İhtilali’ni değerlendirdiği eseri “Reflections on the Revolution in France” muhafazakârlığın en temel metni kabul edilir. Ancak bu eserin, Marx ve Locke’un çalışmalarının aksine, teorik yönünün zayıf kalması sonradan ciddi eleştiri konusu yapıldı. Muhafazakârlığın iç bütünlüğü olan bir düşünce çizgisi oluşturabildiğini söylemek güç. Bununla birlikte David Hume, Justus Möser, Joseph de Maistre, Louis de Bonald, Joseph A. Schumpeter, Michael Oakeshott, Friedrich Hayek, Irving Kristol ve Arnold Gehlen, her ne kadar kendileri bazen aksini iddia etseler de, muhafazakâr düşüncenin başlıca temsilcileri kabul edilirler.
Muhafazakârlığın bir ideoloji mi, yoksa var olanın ifadesi mi olduğu tartışma konusudur. Bu konuda ağırlık kazanan görüş muhafazakârlığın bir zihni temayül, bir yaşam biçimi, Karl Mannheim’in ifadesiyle, bir ‘düşünce üslubu’ olduğudur. Adından da anlaşılacağı gibi, muhafazakârlık bir şeyleri muhafaza etme güdüsü ekseninde şekillenmiştir. Tarihî anlamda ise, 18’inci yüzyıl Avrupa’sında mevcut olan kurumlara yöneltilmiş ‘liberal’ meydan okumalara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki, günümüz itibariyle ‘muhafaza etme’ amacının bu terim için ne ölçüde açıklayıcı olduğu tartışılır. Zira özellikle Avrupa’da, sosyalistler refah devleti politikalarıyla erişilen düzeyi muhafaza etme eğiliminde iken, kurumları modernitenin ve kapitalizmin yıkıcı etkilerine maruz kalmış bir toplumda muhafazakârlar daha radikal bir söylem benimsemişlerdir. Dolayısıyla mevcut kurum ve süreçlerden yola çıkarak bir muhafazakârlık tanımı yapmak yanlış olur.
 
Muhafazakârlık Neyi Muhafaza Eder?
Bütün mesele bu soruya tatmin edici bir cevabın bulunamamış olmasıdır. Zira muhafazakârlığın kendisine referans noktası olabilecek bir metafiziği ve değerler sistemi yoktur. Dolayısıyla da tarihsel anlamda birbirine zıt siyasi ve iktisadi yapılar muhafazakârlık tarafından savunulabilmiştir. Bununla birlikte muhafazakâr düşünce büsbütün omurgasız da değildir. Her ne kadar mutlak anlamda muhafazakârlığın değerlerinden bahsedilemese de, süreçsel anlamda muhafazakârlığın ‘iyi’ ve ‘doğruları’ mevcuttur. Süreçsel değerlerin kaynağı da bu yaklaşımın insan ve toplum algılamasıdır. Muhafazakâr düşünceye göre insan, tabiatı itibariyle gerek bedensel, gerekse de zihinsel ve duygusal anlamda kusurlu bir varlıktır. İnsan zihni içinde yaşadığı dünyayı, özellikle de onun beşerî yönünü hakkıyla kavramaktan acizdir. Zira tabiatın bilgisinden farklı olarak, beşerî bilgiye değişkenlerin kontrol altında tutulabildiği laboratuvar koşullarında ulaşılamaz. Muhafazakârlık bireysel bilgiye ve bireysel akla karşı kolektif bilgiyi ve kolektif aklı ön plana çıkarır. Kolektif bilginin ve aklın vücut bulduğu yapı da toplumdur. Dolayısıyla insanların tabii hallerindeki eksikliklerini telafi eden, aşırı his ve duygularını sınırlayan, kısaca insanı insan yapan içinde yaşadığı toplumdur. Gelenek diye adlandırılan değerler birikimi de, yine tarihin ve toplumun süzgecinden süzülerek geldiği için muhafaza edilmesi gereken bir yapıdır.
Değerlerin süreçsel ve yegane kriterin toplumsal süzgeç olduğu göz önüne alınırsa, muhafazakârlığın tarihi boyunca farklı, hatta birbirine zıt değerleri muhafaza etmiş olması anlaşılabilir. Nitekim zannedilenin aksine muhafazakârlık değişime muhalif değildir. Muhafazakârlığın reddettiği şey insan aklını ve bilgisini merkeze alan toplum projeleridir. Zira toplumsal değişim ne önceden planlanabilir ve ne de bütün yönleriyle öngörülebilir. Bu anlamda muhafazakârlık devrimsel değişimin yerine evrimsel değişimi benimser. Muhafazakârlığı Liberalizm ve Marksizm gibi, insanî bilgi ve akıl eksenli toplumsal projeler üzerine bina edilmiş diğer ideolojilerden ayıran en önemli vasıf da bu değişim anlayışıdır.
 
Bizde Muhafazakârlık
Batı ile Batı-dışı toplumların arasındaki en önemli fark gelenek ile modernite arasındaki ilişkidir. Batıda gelenekten moderniteye geçiş zihinsel ve kurumsal anlamda küllî bir dönüşümün eseridir. Bir başka deyişle gelenek moderniteye tahvil olmuştur. Bizde ise gelenek ile modernite arasında böyle bir süreklilik ilişkisi yoktur. Modernite, geleneğin terki üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla Batı’da geleneğin tanımı ve muhafazası modernite içerisinde bir alternatif teşkil ederken, bizde geleneğin muhafazası moderniteye bir alternatif, yani modernite öncesine dönüş anlamına gelir.
İşte Türk muhafazakârlığının açmazı bu noktada ortaya çıkar. Yahya Kemal’den Peyami Safa’ya, Ali Fuat Başgil’den Mümtaz Turhan’a Türk muhafazakârlarının en mühim problemi toplum algılamalarında geleneğe, yani dine atfettikleri rol olmuştur. Batı muhafazakârlığında olduğu gibi, Türk muhafazakârlığında da din, tarihsel varlığı ve toplumsal işlevi bakımından muhafaza edilmesi gereken geleneksel bir değerdir. Ne var ki burada göz ardı edilen İslam ile Hıristiyanlık arasındaki, kökü çok derinlere giden büyük farktır. Batı’da geleneğin moderniteye tahvil olması bir anlamda Hıristiyanlığın da dönüşmesi ile mümkün olmuştur. Modernitenin bizim hayat alanımıza girişi ise bir dönüşümden ziyade yukarıdan aşağıya bir değişimin eseridir ve geleneğin evrilmesinden ziyade geleneğin terk edilmesi sayesinde vücut bulmuştur. Dolayısıyla hem moderniteyi içselleştirmek ve hem de İslam eksenli geleneği muhafaza etmek özü itibariyle bir çelişki doğurur. Böyle bir çabanın devrimsel değişime ve toplum mühendisliğine muhalif olan muhafazakârlık açısından da problemli olduğu gözden kaçmamalıdır.
Doğu ile Batı arasında kurulmaya çalışılan sentez ya da ‘kökü mazîde bir âti’ olmak fikri gibi melez yaklaşımlar Türkiye’nin içinden geçtiği şu dönemde bir çözümmüş gibi algılanabilir ve hatta pratikte belki geçici olarak bir çözüm de olabilir. Ne var ki uzun vadede, yukarıda bahsettiğimiz medeniyet kayması bağlamında, böyle bir yaklaşımın ciddi bir açılım sağlayabilmesi zor görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et