Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Rus-Amerikan stratejik ortaklığına doğru / Sergey Kortunov, Konstantin Mihaylovskiy, İzvestiya, 15 Şubat 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Neden Rus-Amerikan ilişkileri hep zikzak şeklinde seyrediyor? Bu iki ülke arasındaki diyaloğun uluslararası dostluk ve ittifak içinde gelişip, Amerikan-İngiliz diyaloğu kadar yakın olmasa da, hiç değilse yeterince kararlı bir şekilde seyretmesini engelleyen nedir?
SSCB’nin dağılmasıyla “Rus-Amerikan ilişkilerinin iyileşmeye doğru gittiği” tezi geniş bir yaygınlık kazandı. Fakat bu tez yanlış. Aslında Rus-Amerikan ilişkileri diye bir şey yok. Bugün itibariyle devlet başkanları, dışişleri bakanlıkları ve değişik güvenlik teşkilatları arasındaki diyalog bir tarafa bırakıldığında, iki ülke ve o ülkelerin halkları arasındaki bir diyalogdan söz etmek mümkün değil.
Yaygın olan görüşe göre, Rus-Amerikan ilişkilerinin zirvesi Soğuk Savaş’ın bittiği döneme tekabül eder. Fakat aslında Rus-Amerikan ilişkileri bundan yüz sene evvel, Rusya’da Ekim Darbesi gerçekleştirilmeden önce altın çağını yaşıyordu. O dönemde Amerikan halkı bağımsızlık mücadelesini sürdürürken, Rusya’nın dış siyaseti ona büyük destekte bulundu. Rusya ile Amerika arasındaki diplomatik diyalog kurulmadan önce, Rusya, İngiliz Kralı III. George’un Kuzey Amerika’ya Rus askerî kuvvetlerini gönderme teklifini reddetti ve “silahlı tarafsızlığı” ilan ederek Kuzey eyaletlerinin dışarıdan gelen istilacıları püskürtmesine ve Güney eyaletlerine galip gelmesine yardımcı oldu.
I. Dünya Savaşı sırasında Rusya ile Amerika, Almanya’ya ve müttefiklerine karşı el ele verdiler. İki ülke arasındaki askerî, siyasî ve sosyal konulardaki diyalog, Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle ciddi anlamda köreldi. 1917’deki ihtilalle Rusya’da Çarlık rejimi sona erdi ve ardından kurulan Geçici Hükümet ABD tarafından derhal tanındı. Fakat Çarlık devrini geride bırakan demokratik Rusya’nın, Bolşeviklerin demokrasi sloganları altında kurdukları totaliter yönetim sistemi ile bir olmadığını gören ABD hükümeti, SSCB’yi resmî olarak tanımayı 16 sene erteledi. 16 Kasım 1933 tarihinde ABD’nin SSCB’yi tanıması ile Rus-Amerikan, daha doğrusu SSCB-Amerikan diyaloğu başlamış oldu. Genel olarak soğuk bir şekilde devam eden bu diyalogda zaman zaman yakınlaşmalar olduysa da, bu yakınlaşma büyük ölçüde ortak tehlikelere karşı birleşmekten öteye gidemedi. Böylece II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki faşist rejim ile Japonya’daki militarist rejime karşı mücadeleyi amaçlayan ABD ile SSCB geçici bir ittifak oluşturdu. 1945’teki zaferden sonra Amerika ile SSCB arasındaki Soğuk Savaş 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına dek devam etti.
Rus-Amerikan ilişkilerinin yola girmesi için her şeyden önce bu yoldaki en büyük engel olan karşılıklı güvensizliğin kalkması şarttır. Rus siyasetçilerinin büyük bir kısmı ABD’nin BDT’ye ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik siyasetini Rusya karşıtı bir siyaset olarak değerlendiriyor. Diğer taraftan Amerikalı siyasetçiler bu bölgelerdeki Rus dış siyasetinin neo-emperyalist bir nitelik taşıdığı ve ABD’nin çıkarlarına ters davranmayı hedeflediği kanısındalar. Bunun nedeni, Amerika’nın Rusya’yı hem hukukî, hem tarihî, hem de zihnî ve sosyo-ekonomik olarak SSCB’nin direkt varisi ve devamı olarak görmesidir. Bu durumda Rusya, eski SSCB ile bir ilişkisi olmadığını kanıtlamak zorunda. Ve bu konuda atılması gereken ilk adım, bütün 20’nci yüzyıl boyunca yanlış yolda ilerlediğimizi itiraf etmektir. Bugünün Rusya’sı, on sene evvel son bulan komünist SSCB’nin değil, 1917’de Çarlık rejimine son verip demokrasiye doğru ilk adımını atan Rusya’nın varisi olduğunu göstermeli. Amerika’nın payına düşen ise, kendini “Soğuk Savaş’ın galibi” olarak görmekten vazgeçip, SSCB’nin dağılmasıyla dünya siyasetinde “süper güç” kavramının tarihe karıştığını kabul etmektir. İki devlet karşılıklı güvensizliği geride bırakıp stratejik birlik oluşturduğu taktirde, Kafkasya’daki sorunları çözmeye, Beyaz Rusya’daki reformlara, İran’a ve daha birçok ortak alana yönelik Rus-Amerikan projeler yürürlüğe konulabilir. Rus-Amerikan stratejik ortaklığı imkansız değil. Ve bu ortaklığın her iki ülkeye büyük yarar sağlayacağı şüphesiz.

Tavsiye Et
Terörün darbeleri giderek ağırlaşıyor / Nikolay Litvinov, İzvestiya, 17 Şubat 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
FSB, 6 Şubat Cuma günü Moskova metrosunda yüze yakın kişinin ölmesine yol açan patlamanın bir intihar saldırısı olduğunu açıkladı. Herhangi bir örgütün olayı üstlenmemesine rağmen FSB yetkilileri bu saldırının bir Çeçen terör örgütü tarafından düzenlendiği kanısında.
Rusya halkını ilgilendiren bir başka konu ise giderek ağırlaşan ve her defasında yüzlerce kişinin hayatına mal olan bu terör saldırılarının bundan sonra nereye varacağı. Bir sonraki saldırının ne zaman ve nerede olacağını tahmin etmek mümkün değil. Böyle bir saldırı, Rusya’nın herhangi bir yerinde yeniden gerçekleşebilir. Bu dönemde terörün hedefi hükümet ve onun siyaseti; teröristler bu hedeflerine savunmasız vatandaşları öldürerek ulaşmaya çalışıyor. Aynı zamanda teröristler toplumda olabildiğince fazla panik yaratmayı amaçlıyor. Metrodaki patlamaya bakılırsa toplumsal panik yaratma çabası amacına ulaşmış görünüyor: Moskova halkının büyük bir kısmı artık metroya güvenmediğini ve metro ile yolculuk yapmaktan kaçınmaya çalıştığını söylüyor.
Son zamanlarda hükümetin terör saldırılarına karşı tepkisi giderek azalıyor. Artık bu saldırılara karşı sürdürülen mücadele sıradan cinayet vakalarında yapılan çalışmalardan farksız. Fakat şu unutulmamalı ki, terör şahıslara değil, devlete saldırmayı amaçlar ve bu saldırılara karşı koyamayan devletlerin tarihe karışması kaçınılmazdır.

Tavsiye Et
İşgalin kanlı bedeli / Tarık Ali, The Guardian, 14 Şubat 2004
Çeviri: Ebru Afat
Bütün dünya Bush ve Blair’in savaşı haklılaştırmak için yalan söylediğini biliyor; ancak Irak topraklarında ödenen bedeli de biliyor mu? Birincisi, kan bedelidir ki her hafta olduğu gibi bu hafta da siviller tarafından ödendi. 10 Şubat günü, polis kuvvetlerine katılmak için sırada bekleyen Iraklılar arasına dalan bomba yüklü bir aracın patlaması sonucu 50’den fazla kişi hayatını kaybetti. ABD ordusu bu saldırıdan ve diğer intihar saldırılarından el-Kaide yanlılarını ve yabancı militanları sorumlu tuttu. Ancak işgaller genellikle çirkindir. İşgale karşı direniş nasıl güzel olabilir?
İkincisi, iç çatışma bedelidir. Din, işgale karşı silahsız direnişin siyasî odağıdır. Bağdat ve Basra sokaklarında tanık olduğumuz şey, Şii cemaati içinde yaşanan bir güç mücadelesidir. Yeni Irak devletinin karakteri ne olmalıdır? Ve BM seçimlerin zamanı konusundaki kararsızlığını sürdürürken bu devlet ne zaman ortaya çıkacaktır?
Üçüncüsü ise, en acil sorun niteliğindeki seçimlerle bağlantılı olan karmaşa bedelidir. Amerikalı işgalciler ile onların çeşitli çıkar grupları arasında antlaşma ve rüşvetlerden meydana gelen karmaşık bir ağ oluşturulmaktadır; ancak bunun nasıl sona ereceği ucu açık bir sorudur.
Bu haftaki olayların da gösterdiği gibi şu anki kilit mesele, doğrudan seçimlerdir. Kofi Annan harekete geçmeye hazırdır. BM Güvenlik Konseyi, Irak’taki kukla hükümeti tanıdı. İki hafta önce Münih’te yapılan bir toplantı Fransa ve Almanya’yı da sahneye taşıdı. Bir Arap ülkesinin işgali artık kuzey yarımkürenin büyük çoğunluğu tarafından desteklenmektedir. İhtiyaç duyulan tek şey, bunun emperyal bir işgal olmadığını iddia edecek ve Şii dinî liderlerle uzlaşma sağlamaya çalışacak resmî bir BM şemsiyesidir.
İşgal görevlileri tuzağa düşmüş durumdadır. Siyasî açıdan, demokratik bir seçime izin verirlerse, meşruluğu tartışılmayan ve onların ülkeyi terk etmesini isteyen bir hükümetle karşılaşabilirler. Florida tarzı tartışmalı bir seçime giderlerse, Şiilerin öfkesini bastırmak imkansız olacak ve güneyde iç savaş hayaletini canlandıran silahlı bir direniş başlayacaktır.
Askeri açıdan, Saddam’ın yakalanması ABD’nin verdiği kayıpların oranını azaltmadı ve Irak’ı işgal eden ABD ordusundaki sinir bozuklukları ile intiharların sayısı, benzeri görülmemiş seviyelere ulaştı. İşgal, herkesin tahmin ettiğinden daha kısa sürede savunulamaz hale geldi. Irak’ta yaşananlarla kıyaslandığında Washington ve Londra’daki hükümet değişiklikleri küçük birer ceza olacaktır.

Tavsiye Et
Bir Arap devletinde demokrasi / Robert Fisk, The Independent, 13 Şubat 2004
Çeviri: Ebru Afat
Irak’ın Batı demokrasisi için asla verimli bir toprak olmadığını iddia ettiğimiz zaman ırkçı olmakla suçlandık. Arapların demokrasi üretme kabiliyetinden yoksun olduğunu mu düşündüğümüz soruluyor. Onların ikinci sınıf insan olduğunu mu düşünüyoruz?
Bu tür bir saçmalık, İsrail’i eleştiren herkesi anti-Semitik olmakla yaftalayan aynı fesat ailesinden gelmektedir. Eğer dünyaya neo-muhafazakârın Başkan Bush ve ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i demokratik, İsrail yanlısı Arap devletlerden meydana gelen yeni bir Orta Doğu gibi acayip ölçüde hatalı kehanetlerle savaşa teşvik ettiklerini hatırlatırsak, onların isimlerini belirtmiş bile olsak, ırkçı olduğumuz söyleniyor. Öyleyse, Tony’nin George ile Bağdat’ın Hitler’ini yok etmek için mutabakata vardığı 2002’nin altın sonbaharında neo-muhafazakârlar neyi savunuyorlardı şöyle bir hatırlayalım.
Orta Doğu haritasını yeniden şekillendirmeye gidiyor ve bölgeye demokrasi getiriyorlardı. Diktatörler devrilecek ya da taraf değiştireceklerdi ve Nil’den Fırat’a kadar demokrasi çiçek açacaktı. Nitekim şimdilerde dünyayı, çocukça nükleer ihtiraslarından vazgeçtiği için mantıksız Kaddafi’nin bir “devlet adamı” olduğuna inandırmanın önemi burada ortaya çıkıyor. Araplar demokrasi istedi. Bunu kavrayacaklardı. Sevilecek, hoş karşılanacak, şükran duyulacak, peşinden çok koşulan bu değeri bölgeye getirdiğimiz için kucaklanacaktık. Tabii ki neo-muhafazakârlar yanıldılar.
Orta Doğu’nun çoğundaki harap edici ve tamamı çok doğru olan bir hayat gerçeğinin iyice farkına vardılar: Arap devletleri büyük ölçüde sefil, çürümüş, vahşi diktatörlüklerdir. Burada şaşılacak bir şey yoktur. Bu diktatörlüklerin çoğunu biz yarattık. Krallar ve prenslerle oyuna başladık ve eğer onlar kitleler üzerinde etkili bir kontrol sağlamamışlarsa, daha sonra sefil bir generaller ve albaylar takımını destekledik.
İşin aslı, biz Arapların demokrasiye sahip olmasını asla istemedik. Biz Batılılar Arap uluslarının çoğunun sınırlarını çizdik, onların devletlerini yarattık ve itaatkâr liderlerini destekledik; eğer Süveyş Kanalı’nı millileştirirlerse, IRA’ya yardım ederlerse ya da Kuveyt’i işgal ederlerse tabii ki onları bombalayacaktık.
Şimdi orada, demokrasi olarak adlandırılan bu kıymetli cevherden bir parça olsun hoşlanacak birçok Arap vardır. Gerçekten de, Batıya göç ettikleri, ABD, İngiltere, Fransa ya da başka bir Batı ülkesinin pasaportunu alıp oraya yerleştikleri zaman “demokrasi”ye bizim kadar meyil gösteriyorlar. Yani Arap dünyasının demokrasiyi kavrama kabiliyetlerinin genetik bir yönü yok.
Sorun halklar değildir. Sorun çevre, ataerkil toplum görüntüsü ve hepsinden önemlisi, onlar için yarattığımız suni devletlerdir. Para akıttığımız, silahlandırdığımız ve vurduğumuz diktatörler, işkence ve aşiret vasıtasıyla hüküm sürdüler. Arap halkları yalnızca aşiretleri arasında kendilerini güvende hissettiler.
Bremer, Haziran’daki “egemenlik devrinden” önce seçim olamayacağını söylüyor ki bu bizzat yalandır; çünkü devir, “mitsel” Irak egemenliğini Amerikalılar ve İngilizler tarafından seçilen bir grup Iraklıya verecektir. Onlar da sonra Irak halkına yanlışlıkla söz verdiğimiz ve Iraklı Şiilerin şimdi bağıra çağıra talep ettikleri demokratik seçimleri gerçekleştireceklerdir. Ve bu seçimler gerçekleştirilse bile Iraklıların çoğu, aşiretlere ve dinlere göre oy verecektir. Onların siyasî sistemi yaklaşık yüz yıldır böyle işlemiştir ve Amerika’nın seçtiği “geçici konsey” de bugün böyle işlemektedir.
Biz buradan şimdi yine gidiyoruz. Kitle imha silahları yok. Saddam ile 11 Eylül arasında bağlantı yok. Demokrasi yok. Basını suçla. BBC’yi suçla. Hayaletleri suçla. Ancak Bush ve Blair beyleri suçlama. Ve ABD’yi bu kirli felakete itmeye yardım eden Amerikan neo-muhafazakârlarını suçlama. Onlar mevcut bile değiller. Eğer onların mevcut olduğunu söylüyorsan, nasıl isimlendirileceğini de biliyorsun demektir.

Tavsiye Et
Muhafazakârların ayakları altındaki mayınlar / Fehmi Huveydi, El-Ahram, 24 Şubat 2004
Çeviri: Hatice Boynukalın
İran’daki değişimi anlayabilmek için hiç şüphesiz bazı temel verilerin hatırda tutulması gerekmektedir.
Islahatçılar ile muhafazakârlar arasındaki savaş, kimilerinin zannettiği gibi iyi ve kötü bloklar arasında yapılan bir savaş değil, siyasetin çok değişik kanatlarında yer alan grupların verdiği mücadeledir.
Siyasi yelpazenin tüm renklerini içinde barındıran bu bloklardan ıslahatçılar, 18 parti ve topluluktan oluşurken muhafazakârlar 17 değişik grup ve partiden oluşmaktadır.
İki akım arasındaki anlaşmazlık İslam ya da Cumhuriyet üzerinde değil, otorite üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu açıdan iki cephe arasındaki esas anlaşmazlık, temel hak ve hürriyetlerin bazı ayrıntılarında kendisini göstermektedir. Bunun dışındaki dış ilişkiler veya iç işleyişle ilgili konularda ise anlaşmazlık sahası çok sınırlıdır. Islahatçılar kimilerinin yaydığı gibi Millet Meclisi’nden tamamıyla atılmamışlar; seçimlere katılmaları da tamamen engellenmemiştir.
Arap medyasında birçok yazarın adayların seçimlere girmesinin engellenmesini tenkit bağlamında, fukahanın İran toplumu üzerindeki vesayetini ve Velayet-i Fakih müessesesini eleştirdiklerini görüyoruz; ki ben de bu konuya tamamıyla katılıyorum. Fukahanın bu konumu, temelde benim kabullenemeyeceğim bir durum olduğu gibi, İslamî olarak da birçok açıdan çürütülebilir. Fakat bununla beraber kendileri sırma köşklerde oturan Arap yazarlara eleştirilerini serdederken biraz sakinleşmelerini tavsiye ediyorum. Zira İran’da kaynağını Anayasa’dan alan ve İran toplumunun bazı kesimlerince de kabul edilen Velayet-i Fakih müessesesinin çok daha kötüsü, Arap ülkelerinde hiçbir kanuna ve halk desteğine sahip olmadan hâlâ sürmektedir. Dolayısıyla toplum üzerinde vesayet kuran rejimler isimleri ve başlarına giydikleri değişse de, tüm bölgenin sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. İran’ın burada göze batmasına sebep olan şey ise bu tür vesayet rejimlerinin İran versiyonunun başında siyah veya beyaz sarıklar bulunmasıdır.
Ancak İran’daki vesayet rejimi sınırları olan ve yarı kör diyebileceğimiz bir tür rejimdir. Örneğin her ne kadar bazı adayların seçimlere katılmaları engellenmişse de, bu insanlara açıkça ilan edilmiş ve insanlar bu tutuma karşı tepkilerini gösterebilmiştir. Sonuç olarak da seçimlerin diğer aşamaları problemsiz ve hilesiz bir şekilde tamamlanmıştır. Bu yarı kör demokrasi bile Arap dünyasında gerçekleştirilen seçimlerde gördüğümüz tam kör demokratik uygulamadan çok daha iyidir.
Muhafazakârlar Şura Meclisi’ne, reformcuların yerlere mayınlar döşemesinden sonra dönmüşlerdir. Mayınlarla kastettiğim ise reformcuların toplumdaki özgürlüklerin çıtasını yükseltmek için gösterdikleri çabadır. Bu çaba artık geri dönülmeyecek bir noktadadır ve atılacak olan her geri adım pahalıya mal olacaktır.

Tavsiye Et
Özgür TV (El-Hurra) Amerikan Uydu Kanalı / El-Quds el-Arabi, 16 Şubat 2004
Soğuk Savaş döneminde totaliter ve sosyalist Arap rejimlerinin çokça başvurduğu, kontrol altındaki medya kullanımının tamamıyla bir benzeri durumunda bulunan ve Araplara alışık oldukları bir dil ve üslupla ulaşacak olan uydu kanalı, ABD tarafından faaliyete geçirildi. Bu kanalın ismiyle müsemma bir şekilde medyanın kalitesini yükseltici bir rol üstlenmesi çoğunluk tarafından tahmin edildiyse de başlangıç itibariyle bu özelliklerden tamamen uzak ve kalitesiz bir görünüm sergilemesi hayalleri kursaklarda bıraktı.
60’lı ve 70’li yılların sonlarında Arap ülkelerindeki diktatör yönetimlerin televizyonlarında çokça görüldüğü gibi bu TV’nin de ilk konuğu ABD Başkanı George W. Bush oldu. Dikkati çeken diğer bir husus ise röportajı yapan spikerin sanki bir Arap kanalında değil de devletin resmi kanalında söyleşi yapıyormuşçasına bir tavır takınmasıydı. İşvereni kızdırmayacak ve spikerin görevini sonlandırmayacak nitelikte sorular soruluyordu. Diğer bir deyişle bu röportajda ilk defa yayınlanan hiçbir enteresan bilgi ya da haber atlatma görmedik. Örneğin spiker, başkana kitle imha silahları ile ilgili herhangi bir soru yöneltmedi. Zaten biz de Amerikan hükümetinin 100 milyon dolara yaklaşan bir meblağla kurduğu kanalı muhalif görüşlerin serdedilmesi için kullandırmasını beklemiyorduk.

Tavsiye Et
Türk resmî yetkilileri Uzan Grubu’nun 219 şirketine el koydu / Nicole Pope, Le Monde, 17 Şubat 2004
Çeviri: Hatice Dere
Türk yöneticiler Uzan Grubu’na ait 219 şirkete el koyan operasyona start verirken bu çalkantılı olay Türk basınında geniş yer tuttu. BDDK Başkanı operasyonun amacının kamuya ait fonları geri almak olduğunu açıkladı.
Resmi makamlar gruba ait mal varlıklarının eski yöneticiler tarafından kaçırılmasını engellemek için oldukça hızlı davrandılar. Operasyon, yakın bir zamanda Meclis’ten geçen ve müflis bankaların mal varlığına el koymayı öngören yasaya göre gerçekleştiriliyor.
Uzun süre dokunulamayan ve endüstriden finansa, telekomünikasyondan medya sektörüne her alanda faaliyet gösteren Uzan İmparatorluğu’nun dokunulmazlığı Kepez ve Çukurova Elektrik AŞ’nin lisanslarının iptal edilmesiyle bozulmuştu. Bunu takip eden İmar Bankası iflasıyla devlet garantisi altında bulunan geri ödemeler devlet hazinesinde içinden çıkılmaz bir yük oluşturdu.
Uzan Grubu’nun mal varlığı Türkiye’yle sınırlı değil; New York’ta da helikopterler, yatlar ve gayri menkulden oluşan 40 milyon dolarlık bir servete sahipler. Ancak grubun Amerika’da da başı beladan kurtulmuyor. Nokia ve Motorolla’nın Uzan Grubu şirketleri aleyhine açtığı, Temmuz 2003’te sonuçlanan davaya göre, Telsim 2,7 milyar dolarlık borcunu ödememekten suçlu bulundu.
Bosna’dan göç edip 20’li yıllarda Türkiye’ye yerleşen bir çiftçinin oğlu olan Uzan Grubu’nun kurucusu Kemal Uzan, imparatorluğunun temellerini müteahhitlikle atmaya başladı. Başbakan Turgut Özal’la olan yakın bağları, ona, kamu şirketlerinin özelleştirilmesi sırasında imparatorluğunu büyütme imkanı sağladı. Kemal Uzan’ın büyük oğlu ve aynı zamanda da Genç Parti Başkanı olan Cem Uzan 1989’da, Özal’ın büyük oğluyla yurtdışından yayın yapan Türkiye’nin ilk özel televizyonunu kurdu.
Uzan Grubu’nun kurucuları ve yöneticileri 36 yıla kadar hapis cezasına çarptırılma riskine karşı yurtdışında kaçak yaşıyor. Kurduğu parti sayesinde çok sayıda yandaş toplayan Cem Uzan ise, Mart sonunda yapılacak seçimler öncesi hükümeti, linç etme politikası gütmekle suçladı.

Tavsiye Et
Kıbrıs’ın birleşmesi için son şans / Marie Michele Martinet, LeFigaro, 20 Şubat 2004
Çeviri: Hatice Dere
Türkiye AB’ye girebilmek için şansını Kıbrıs’la ilgili uzlaşma görüşmelerinde deniyor. Anlaşmazlık halinde, Kıbrıs Rum Kesimi AB’deki yolculuğuna Türk kesimi olmaksızın devam ederken Türkiye AB açısından büyük bir yol ayrımına sürüklenmiş olacak. Görüşmeler sonunda ya Kıbrıs birleşecek ve Türkiye AB’ye girme şansını koruyacak ya da Afrodit adası bölünmüş olarak kalacak ve Türkiye Avrupa kulübüne giriş hayallerini uzun süre rafa kaldıracak.
AB kapılarını kapamak istemeyen Türkiye bu konuda son derece gayretli. Seçildiği günden bu yana Kıbrıs sorununun çözülmesi için büyük çaba sarfeden Başbakan Erdoğan, Kıbrıs’ın yaşlı yöneticisi Rauf Denktaş’ı sorunun çözülmesi gerektiğine ikna etmiş gibi görünüyor. Denktaş bu uzlaşma yolunda özverili bir yaklaşım sergilerken, Türk diplomasisinin ikinci ismi Uğur Ziyal New York’ta süren görüşmelerin sonunda AB kapılarının Türkiye’ye açılacağı görüşünde.
Ancak Türkiye’nin AB’ye giriş süreci görüşmeler açısından çok da kolay görünmüyor. Türkiye’nin önünde çok zorlu bir yol var. Uzlaşmaya varabilmek için her şeyden önce geçmişte yaşanmış olan düşmanlıkları silmek gerekiyor. Bu açıdan uzlaşma görüşmeleri için 74’teki askeri harekattan izler taşıyan Nicosie’nin seçilmesi oldukça manidar.
Kıbrıs’ta taraflar Rauf Denktaş ve Tassos Papodopoulos’un kabul ettiği Annan Planı, iki kurucu devletin öncülüğünde kurulacak bir konfederasyon öngörüyor. Öte yandan uzlaşma görüşmelerinin başlamasına saatler kala Kuzey Kıbrıs Başbakanı’nın evinin önünde patlayan bomba uzlaşma görüşmelerinin ne denli zor bir zeminde gerçekleşeceğini gösterdi. Ancak başbakanın yaptığı açıklama Türklerin her şeye rağmen uzlaşmada kararlı olduklarını ispatlar nitelikteydi.
Zor şartlar altında geçecek gibi görünen görüşmeler birleşik bir Kıbrıs’ın AB’ye girebilmesi için taraflara verilen son şans. Bunu iyi değerlendirip değerlendiremeyeceklerini ise zaman gösterecek.

Tavsiye Et
Hıristiyan Sosyalitler Türkiye’nin AB üyeliğine karşı harekete geçtiler / Hans Jürgen Leersch, Die Welt, 16 Şubat 2004
Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) ve Hıristiyan Sosyalistler’in (CSU) başkanları olan Angela Merkel ve Edmund Stoiber, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çok sert bir tavır takındılar. Stoiber, partisinin Münih’teki bir delege konferansında Avrupa’nın sınır tanımaksızın genişleyemeyeceğini ifade ederek, Türkiye’nin tam üyeliği meselesinin bu noktada anahtar bir karar olacağını söyledi. CSU’nun Türkiye’nin tam üyeliğini kabul etmediğini zikreden Stoiber, AB’nin tarihî bir karar aşamasında olduğunu; ya ortak değerlere sahip bir politik birlik ya da sınır tanımayan genişlemeyle beraber tam bir serbest ticaret bölgesi haline geleceğini bildirdi.
Dün birkaç günlük bir ziyaret için Türkiye’ye giden Bayan Merkel, Ankara’da “üçüncü bir yol” için temaslarda bulunacak. Türkiye’nin AB’yle imtiyazlı bir ortaklık içine girmesi manasına gelen bu çaba, AB ve Türkiye arasında serbest ticaret bölgesi öngörmekte.
Avrupalı muhafazakâr partiler arasında CDU ve CSU bu konumlarında yapayalnızlar. Ayrıca CDU’nun içinde de Türkiye’nin üyeliğinin reddi tartışılmakta. Daha önceki CDU başkanlığındaki yönetimlerin Türkiye’yi bu noktada desteklediklerini hatırlatan dışişler sorumlusu Volker Rühe, hükümetteyken savunulan tezleri muhalefetteyken terk etmenin çok büyük hata olacağını dillendiriyor.

Tavsiye Et
Avrupa takıntısı / Bernhard Zand, Der Spiegel, 16 Şubat 2004
Çeviri: Haşim Koç
AB üyeliğinin destekçileri ve muhalifleri Ankara’da bu hafta sazı ellerine aldılar. Başbakan Erdoğan, reform çabalarının idrakine varılmasını umuyordu ve bu umut Kıbrıs sorununda da kendisini gösterdi.
Ankara’daki devlet erkanı için bu yıl yorucu başladı. Evvela Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ziyarete geldi ki bu Ankara ve Şam arasındaki münasebetler açısından bir ilkti. Sonra Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref, onu takiben de Irak yönetiminin temsilcisi ve geçen hafta da Mısırlı Hüsnü Mübarek geldi. Sonrasında İran Cumhurbaşkanı Hatemi’yi bekleyen Ankara çok atak bir diplomasi sürdürmekte.
Bu hafta ise Almanya’dan konuklar var evin içinde. Önce muhalefet lideri Angela Merkel, daha sonra da Başbakan Gerhard Schröder. İkisi de AB misyonuyla geliyor; ancak Merkel’in mesajı daha kuşkuluyken Schröder’inki teşvik edici olacaktır. Buna rağmen Bayan Merkel büyük bir dikkatle kabul edilecektir: Çünkü o Türkiye’nin Batı yolundaki önünü kesmek isteyen her Avrupalının bir temsilcisi konumunda olacak.
Alman heyeti ben idraklerinin farkında olan bir Türk yönetimiyle buluştular. Başbakan Erdoğan, Avrupalı ve Arap meslektaşları gibi uzağı görerek ülkesini Irak krizi esnasında çok iyi yönetti ve Washington’dan yardım paketlerini tekrar almayı bildi. Kendisinin yeni diplomatik ağırlığının etkileri de dış politikada gözüktü. Ocak sonundaki resmi ziyarette Oval Ofis’te Bush ile birlikte bir saatten fazla oturan Erdoğan, sonra da Beyaz Saray’ın bahçesinde iki tur attı. Harvard Üniversitesi’nde Türkiye’yi “genişlemiş Orta Doğu’daki” demokratikleşmenin örnek ülkesi olarak gösteren Erdoğan, Cidde’de de İslam ülkelerinin devlet adamlarına, “hatayı yalnızca Batı ülkelerinde değil, kendimizde de aramalıyız” çağrısında bulundu. Türk yönetimi Yakın Doğu’da bölgesel güç olma yolunda bu kadar yoğun çaba sarf ederken, Erdoğan’ın asıl ilgisi ne Washington, ne de Körfez’deki petrol rezervleriydi: Ankara tam üyelik müzakereleri için tarih almayı umduğu 12 Aralık için puanlar toplamakta. “Açık ve net bir ‘evet’in dışındaki her şeyin Erdoğan için bir felaket ve ülkesi için de şok” olacağını ifade eden bir Batılı diplomat, ikinci bir Lüksemburg’un dramatik sonuçları olacağını da bildirip ekledi: “Avrupa Türkler için her zaman bir vizyon olmuştu; bugün ise bir takıntıdır.”
“Uyum paketi” yasalarının artık pratiğe geçirilmesi gerektiğini Erdoğan’dan ve yeni Türkiye’nin gerçek ruhu olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den daha iyi bilen kimse yoktur. Çünkü kurulu düzen ve “bürokratik oligarşi” her cephede reformlara karşı sıkı bir direniş gösteriyor. Her ne kadar ülkede “daha önce hiç olmamış hukuk reformu gerçekleşse de” Amnesty International’ın raporlarında hâlâ ciddi “insan hakları ihlallerinin” varlığı yer almakta.

Tavsiye Et