Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Beslan’ın ardından / Toma Gomar, Nezavisimaya Gazeta, 14 Eylül 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Beslan’daki bir okula saldırıp yüzlerce kişiyi rehin alan teröristler, üç farklı hedefe ulaştılar. Herşeyden önce bu saldırıyı düzenleyenler, Rusya halkının tamamını şok etmeyi başardılar. Terör saldırısının savunmasız çocuklara yönelik olması, tüm vahşet sınırlarını aştı ve Rus halkının psikolojisine son derece ağır bir darbe indirdi. Aynı zamanda teröristler, tüm dünyanın dikkatini Beslan üzerinde toplayarak dünya kamuoyunun bu olaylara tanık olmasını sağladılar. Son olarak da bu saldırıyı gerçekleştirenler, Rusya hükümetinin terörizme karşı açtığı savaşta ne denli başarısız olduğunu ve aldığı tebirlerin tamamen etkisiz kaldığını gözler önüne serdi.
Yüzlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan nedenlerden biri, Rusya hükümetinin ve yetkililerin bu terör saldırısını bir savaş eylemi olarak görüp, duruma askerî güç kullanarak müdahale etmesidir. Bu saldırının siyasî altyapısı; yani Çeçenistan’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri, teröristlerin daha önceki eylemleri, bölgedeki istikrarsızlık ve benzeri faktörler tamamen göz ardı edilerek olaya yalnızca bir askerî operasyon gözü ile bakılması yüzlerce kişinin hayatına mal oldu. Hükümet teröristleri etkisiz hale getirmeyi başardı; fakat bu müdahale çok ağır kayıplara neden oldu. Söz konusu durum, Beslan’daki şartların zorluğunun yanı sıra, hükümetin olağanüstü şartlarda doğru ve etkili kararlar verme konusundaki yetersizliğinden ve Beslan’daki operasyona katılan askerî güçler üzerinde denetim eksikliği bulunmasından kaynaklanıyor.
Beslan’da yaşanan olayların Çeçenistan sorunu ile bağlantılı olması inkar edilemez bir gerçek. Putin’in Çeçenistan’a karşı düzenlediği “Haçlı Seferleri”, başkanlık süresi zarfında kurduğu yönetim sistemi ile bütünlük arzediyor. “Terörle mücadele” adı altında başlatılan bu savaş, Rusya hükümetinin iç ve dış siyaset alanlarında kullandığı önemli kozlardan biridir. Ülkenin iç işlerinde icra kuvvetinin yetki alanının olabildiğince genişlemesi, güvenlik güçlerinin faaliyet sahasının fazlalaşması, basın yayın organları üzerindeki denetimin artması ve halkın medenî hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması terörle mücadelenin bir gerekçesi olarak ileri sürüldü ve yürürlüğe kondu. Dış siyaset alanında ise 11 Eylül 2001 sonrasında terörle mücadele, Rusya hükümetinin güvenlik sahasında önemli bir kozu oldu. Ve Putin, ikili ve çok taraflı uluslararası görüşmelerde bu kozunu kullanmaya devam ediyor. Rusya devlet başkanı, Çeçenistan’ı uluslararası terörle savaş alanı olarak gösterirken, aynı zamanda Rusya’nın iç işlerine müdahale edilemeyeceği gerekçesiyle yurtdışından gelen tüm eleştirilere karşı tepkisiz kalıyor. Rusya hükümetinin tavırlarındaki bu tezat, ülkeyi şu anda içinde bulunduğu çıkmaza doğru sürükleyen en önemli etkenlerden biridir.

Tavsiye Et
İslam terörden mesul mü? / Andrey Kurayev, İzvestiya, 16 Eylül 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Rusya’daki Müslüman camianın liderleri, İslamî cihad adı altında gerçekleştirilen saldırıların birer terör eylemi ve cinayet olduğundan İslam’ın özüne aykırı olduğunu ve bu yüzden İslam’la bağdaştırılamayacağını savunuyorlar. Fakat bu konu ile ilgili farklı bir görüşe sahip olanlar da var: Suudi Arabistan’daki Vehhabi mezhebinin uleması, Rusya’daki intihar saldırılarının kadınlar tarafından gerçekleştirilmesine izin verdi ve hatta bunu tavsiye etti.
Belki de terörün temelinde yatan, Kuran’ın yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanmasıdır. Bu durumda şu hususa da dikkat çekmek gerekiyor: İslam’ın terör ile bağdaştırılmasına neden olan kişiler, öğretilenin tersine hareket eden “kötü öğrenciler” değil, fakat onlara bu ideolojiyi empoze eden muallimlerin bizzat kendileridir. İslam dünyasını terör saldırılarının sıklaşmasından mesul kılan başka bir neden de, İslamî bir kimliğe sahip olan bu teröristlerin birçok Müslümanın gözünde katil değil, aksine birer kahraman olmasıdır. Fanatizm, Arap toplumunun sosyal hastalığı haline geldi. İnsanların zihinleri, Müslüman olmayan herkesin düşman olduğunu ileri süren kışkırtmacı imamların vaazlarının etkisinde kaldı. Aynı zamanda, Araplara ve Müslümanlara daima mazlum kimliğini atfeden Yakın Doğu’daki basın yayın organları da, bütün kurbanların Filistinli, Iraklı ya da Çeçenistanlı; bütün zalimlerin ise Batılı ya da İsrailli olduğunu ileri sürerek bu durumu pekiştiriyor. Fakat buna rağmen topyekûn İslam dünyasına terörist damgasını vurmak yanlış olur. Beslan’daki okulda hayatını kaybeden çocuklar arasında Müslüman olanlar da vardı.
Geniş anlamda İslam dünyasını terör yüzünden sorumlu tutmak doğru olmasa da, İslam’ın kutsal kitabı olan Kuran’ın fanatikler tarafından yanlış yorumlanmasından ve teröristlerin bu ideoloji ile hareket etmesinden kısmen de olsa tüm Müslümanlar mesuldür.
Müslümanlara karşı olduğu gibi Hıristiyanlara karşı da düşmanlık besleyen güçler, Batı ile Doğu’yu birbirine düşürmenin peşindeler. Bunlar, “yeni dünya düzeni”nin kurucularıdır.
“Yeni dünya düzeni”, daha önce hiç olmadığı kadar özgürlüğün, yine daha önce hiç olmadığı kadar sıkı bir denetimle bir araya gelmesidir. Küreselleşen dünyada insanlar istediği yere seyahat etme, istediği yerde ikamet etme, çalışma, ideoloji ve hayat tarzını seçme özgürlüğüne sahip. Fakat diğer yandan bu kadar özgürce seçilen yaşam, aynı zamanda sıkı bir denetim altındadır. İnsanın her adımını kaydeden uydu ve kameralar, yapılan her alışveriş ya da seyahatin elektronik aletler tarafından kaydedilmesi, telefon görüşmelerinin dinlenmesi ve sair tedbirler, bizi küresel bir hapishanenin birer mahkumu haline getiriyor.

Tavsiye Et
Karşılıksız aşk / Chicago Tribune, 18 Eylül 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Avrupa’da bazılarının, Türkiye’nin zinayı suç sayma girişimi üzerine yaygara koparmasına şaşırmamak gerekir. Ne de olsa daha birkaç yıl önce Fransa Cumhurbaşkanı Francois Mitterrand’ın cenaze törenine eşi, metresi ve gayrimeşru çocuğu beraber katılmışlardı. Farklı değerler diyebilirsiniz. Ancak Avrupalı liderlerin, Türkiye’nin zinayı suç haline getirme girişiminin, bu ülkenin uzun süredir devam eden Avrupa Birliği’ne katılma isteği önünde zorluklar çıkaracağını ileri sürmeleri gerçekten de garip. Türkiye’nin iktidardaki partisi baskılara boyun eğdi ve kanun tasarısını askıya aldı.
Türkiye’deki bu çalkantı, Avrupalıların bu ülkeyi kulüplerine dahil etmekte gerçekten ciddi oldukları konusunda şüpheleri artırmaktadır. Ekim’in ilk haftasında Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin Birliğe üyelik yönünde kaydettiği ilerleme hakkındaki son raporunu sunacak. 25 üye ülkenin liderleri Aralık’ta Türkiye ile normal resmî müzakerelere başlayıp başlamayacaklarına karar verecekler. Müzakerelere başlanması yönünde karar vermek zorundalar. Bunun zamanı geldi.
Recep Tayyip Erdoğan’ın 2002’de başbakanlığa seçilmesinden bu yana Türkiye, ileriye dönük büyük adımlar attı. Terörle mücadele yasalarının birçoğu kaldırıldı ve yeniden düzenlendi. İfade özgürlüğü büyük ölçüde iyileştirildi ve bir zamanların kadir-i mutlak ordusunun gücü azaltıldı. Yine de AB hâlâ tatmin olmadığının sinyallerini göndermektedir. AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen, “Türkiye’de temel sorun şu: Siyasî reformlar kağıt üzerinde gayet iyi görünüyor ve yaptıklarına gerçekten hayranlık duyuyorum. Ancak uygulamaya baktığınızda resim oldukça karışıyor” diyor. 
Türkiye’ye dayatılan uzun ertelemenin sadece “uygulama” ile değil, coğrafî ve dinî nedenlerle de ilgili olduğu şüphesi uzun zamandır mevcuttur. Birçok Avrupalı, AB üyeliği ile gelen, Birlik sınırları dahilinde serbest dolaşım hakkına kavuştuktan sonra Türklerin Avrupa’ya iş aramaya geleceğinden korkuyor. Avrupa’daki bazıları için Türkiye çok büyük, çok fakir ve çok Müslüman.
AB ile Türkiye 1963’te, Türkiye’nin müstakbel üyelik düşüncesini ortaya çıkaran bir anlaşmaya vardılar. O tarihten beri ilişkiler daha da gelişti. AB 1993’te Türkiye’nin nihai üyeliği için resmî bir kriter belirledi. 1995’te her iki taraf da Türkiye ile AB ülkeleri arasında malların serbest dolaşımını sağlayan gümrük kurallarını kabul ederek aralarındaki bağları daha da kuvvetlendirdiler. Türkiye yıllardır NATO’nun da değerli bir üyesidir.
Dünyada meydana gelen son olaylar, Avrupa’nın Türkiye gibi ılımlı Müslüman demokratik bir devletle bütünleşmeye teşvik edilmesinin önemini göstermiştir. AB’ye üyelik müzakereleri zorlu olacak ve zaman alacaktır. Ve işte tam da bu sebeple müzakerelere bir an önce başlanmalıdır.

Tavsiye Et
Türkiye ile AB yakınlaşıyor / The Guardian, 25 Eylül 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu hafta Brüksel’den, ülkesinin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerine nihayet başlayacağından emin olabildiği ölçüde mutlu bir adam olarak ayrıldı. 25 AB üyesi ülkenin liderlerinin bir araya geleceği Aralık Zirvesi’ne kadar kesin bir tarih verilmeyecektir; ancak kazanılan ivme artık durdurulamaz görünüyor. Görüşmeler başladığında, ki muhtemelen gelecek baharda başlayacak, her iki taraf da bu sürece dahil olan diğer bütün ülkelerin sonunda üyeliğe kabul edildiğinin tamamıyla bilincinde olacaktır. Bu çok büyük önem taşıyan bir olay haline gelecektir. Türkiye’nin Polonya, Letonya, Malta ve kulübe bu yıl katılan diğer ülkeleri izlemesi, on yıl, belki de daha fazla bir süre alacaktır. Ancak bu gerçekleştiğinde Türkiye, AB’nin en kalabalık, büyük ölçüde en yoksul ve en önemlisi de halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan yegane ülkesi olacaktır.
Ankara’daki parlamento işkence ve tecavüze verilen cezaları ağırlaştıran ve kadın haklarını geliştiren yeni ceza kanununu geçirmeyi başaramayınca, muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi’nin lideri Erdoğan ciddi bir krizle karşı karşıya kaldı. AB hükümetleri, zinayı suç haline getiren ve modernlikle pek bağdaşmayan son derece tahripkâr yasa maddesinden oldukça rahatsızdı. Başbakan’ın içeride ve dışarıda eleştirilerle boğuşmak zorunda kaldığı birkaç endişeli günden sonra bu madde geri çekildi.
Türkiye’nin tam olarak Avrupalı kabul edilme arzusu, AET ile ortaklık anlaşmasının imzalandığı 1963’ten de önceye dayanmaktadır. Ancak resmî adaylık statüsünü elde etmesi 1999’u bulmuştur. O tarihten beri yaşanan gelişmeler, üyelik beklentisinin ekonomik ve siyasî reform için etkili bir saik olduğunu kanıtlamıştır. Yine de hâlâ Fransa ve Almanya’da çok güçlü olan ancak Avusturya ve Hollanda’da da görülen yaygın bir muhalefet mevcuttur ve bu, AB hükümetlerinin seçmenlerinin dümen suyuna gidecekleri korkusunu artırmaktadır. Avrupa Komisyonu’nun atanmış başkanı Jose Manuel Barroso, Türkiye’nin Avrupa değerlerini benimsemek zorunda olduğunu vurgulamakta haklıydı. Fransa Başbakanı Jean Pierre Raffarin ise “İslam nehrinin laikliğin nehir yatağına akmasına” izin vermenin akıllıca olup olmadığını sorarken haksızdı. Buna verilecek en sert cevap şu olmalıdır: Türkiye laik bir devlettir ve artık Avrupa’nın hasta adamı değildir; AB de yalnızca bir Hıristiyan kulübü değildir.

Tavsiye Et
Kofi Annan’ın gecikmiş itirafları / Abdulbari Atwan, El-Quds el-Arabî, 17 Eylül 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
BM Genel Sekreteri Kofi Annan, hukukî ve ahlakî boyutları çok tartışılacak olan, önemli bir bomba patlattı. Annan, BBC’ye verdiği mülakatta ABD’nin Irak’ın işgaline yönelik kararının gayrimeşru bir zemine dayandığını itiraf etti ve ABD’nin Güvenlik Konseyi’nin işgale izin veren ikinci bir kararını beklemediğini ifade etti. BM Genel Sekreteri, bu itiraflarını ancak ABD’nin ve İngiltere’nin bu ülkeye savaş açmak için ileri sürdüğü gerekçelerin tamamen hayal ürünü olduğunun tüm dünya tarafından anlaşılmasından sonra yaptı.
BM Genel Sekreteri’nin bu itirafları, ABD ve İngiltere’nin uluslararası hukuku çiğneyerek zayıf bir ülkeyi harabeye çevirecek, en az 25 bin insanını ölüme götürecek, binlercesinin evini yıkacak, ülkenin altyapısını tahrip edecek ve böylece ülkeyi ölümlerin, kaçırma olaylarının bataklığına sürükleyecek bir savaş açtıklarına şahitlik yapmış bulunuyor. Bu ise hukukî olarak şu anlamlara gelmektedir:
Birincisi: Gelecekte Iraklıların ya da onları temsil eden herhangi bir tarafın uluslararası mahkemelere başvurarak kendilerinin ve ülkelerinin uğradığı zararları karşılayacak tazminat talep etmelerinin önü açılacaktır.
İkincisi: Iraklılar ve dünya kamuoyu, ABD Başkanı George Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair’in savaş suçlusu olarak yargılanmaları için başvuru hakkına sahiptir. Bu hakkı onlara uluslararası hukuk ve BM kararları vermektedir.
Üçüncüsü: Iraklılar artık muhalefetteki tüm grupların liderlerini yargılama hakkına sahiptir. Özellikle de Kürt politikacılar Celal Talabani ve Mesut Barzani, Davet Partisi ve İslam Devrimi Yüksek Konseyi Başkanları, Muhammed Bahr el-Ulum, Dr. Ahmed Çelebi, Dr. İyad Allavi ve bu savaşa katkıda bulunanların tümüne artık yargının yolu açılmıştır. Çünkü bunların tamamı, Irak’ta meydana gelen felaketin sorumlularındandır.

Tavsiye Et
Araplık ve Türkmenlik arasındaki Irak / Muhammed es-Semmak, El-Mustakbel, 20 Eylül 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Kutsal kent Necef, Felluce, Ramadi, Musul, Basra ve diğer Irak şehirlerinin Tel Afer’in imkanına sahip olmaması oldukça büyük bir şanssızlıktır. Tüm bu şehirler -ki Tel Afer de buna dahil- ABD’nin vahşi işgalini tattı. Direniş hareketlerine katıldıklarından dolayı da toplu halde cezalandırıldılar. Bu şehirlerin her biri onlarca, hatta yüzlerce ölü verdi. Ancak Irak’ın köyleri ve şehirleri içerisinde yalnızca Tel Afer, ABD’lilere karşı duran, “Yeter… Yoksa!” şeklinde cesaretle sarf edilmiş bir sesi yanında buldu.
Türkiye, şehrin sokaklarındaki onlarca ceset karşısında kendi soydaşlarına yapılan bu zulme sessiz kalamadı. Türkiye yalnızca katliamın durdurulmasını istemekle kalmadı; operasyonların devam etmesi durumunda ABD ile bölgedeki tüm işbirliğini durduracağını açıkladı. Bu duruş, Tel Afer’in Türkler tarafından Ankara, İzmir, Adana, İstanbul ve benzeri diğer Türk şehirleriyle aynı şekilde algılanmakta olduğunu kanıtlıyor. Türklerin bu tutumu olmasaydı, ABD’nin operasyonları asla durmazdı. Zira ABD bu tehdidin gayet ciddiyetle yapıldığının farkında.
Peki Necef’in Arapları ne olacak? Ya Felluce’ninkiler? Arap dünyasından hiçbir tepki almaksızın ABD güçleri tarafından derdest edilen Irak’ın Araplarına kim sahip çıkacak? Arap Birliği’nin Kahire’de düzenlediği son toplantıda ABD birlikleri bir yandan Tel Afer’den çekiliyor, diğer yandan da Irak’ın diğer şehirlerini bombalamaya devam ediyordu. Birliğin meclisinden Türkiye’nin tutumu sertliğinde, hatta ona benzer bir tutum dahi çıkmadı. Yayımlanan tek bildiride hiçbir faydası olmayan ve olan duruma gözyaşı dökmekten ileri gitmeyen bir dil kullanıldı. Ne bir kınama, ne de ABD’nin bombalamayı durdurmasına dair bir çağrı!

Tavsiye Et
Birlik için ekonomik şok riski / Pierre Avril, Lefıgaro, 24 Eylül 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
İçerisinde Türk temsilcilerin çoğunlukta olduğu bir Avrupa Konseyi ve Parlamentosu, nüfusu hemen hemen yüz milyon olan bir ülke, birliğin en büyük demografik gücü olsa da sadece birlik ortalamasının %30’una tekabül eden kişi başına düşen gelire sahip bir ülke; bundan sonra sınırları Suriye, İran, Irak, Ermenistan ve Gürcistan’a dayanan bir Avrupa. İşte, on yıl sonra Türkiye üyelik müzakerelerini tamamladığı zaman Avrupa’nın alacağı şekil budur.
Git gide artan sayıda Avrupalı yöneticiyi Türkiye üyeliğinin Avrupa üzerindeki etkileri hakkında tartışmaya iten sebep de bu bakış açısıdır. 1993 yılında devlet başkanları Kopenhag’da ilan ettiler: “Birliğin yeni üyelerini entegrasyon uğraşısı içerisinde tutarak asimile etme kapasitesi önemli bir unsuru teşkil etmektedir.” Bu on yıllık eski vaat günümüzde sessiz bir şekilde aşıldı. 6 Ekim’de ilerleme raporu yanında, Komisyon Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye neticelerini inceleyen “etki çalışması” yayımlayacak. Fakat bunun nihai karar üzerinde etkisi az olacak. Almanya gibi bir ülkenin tersine hızla artan bir nüfusa sahip olan Türkiye, mekanik olarak pek çok Avrupa kurumunda çoğunlukta olacak. Komisyon’da ağırlığı Malta’nın ağırlığına eşit olmakla birlikte, Parlamento’da Türk grubu 80 milletvekili ile çoğunluk olacaktır. Bazı tahminlere göre yirmi yıl sonra, Almanya toplam oyların %14’üne, Fransa ise %12’sine sahip olurken, Türkiye %15’ine sahip olacak. Türkiye’nin üyeliğinin toplam yıllık maliyeti yalnızca Ortak Tarım Politikası bakımından yirmi yedi üyenin toplamından daha fazla olacak. Tabii ki bu durumda tarım politikası ve yapısal fonlara bağımlı Fransa gibi birçok ülkenin ekonomik yapısı sarsılacak.
Buna karşın Türklerin birliğe doğru göçünün etkisi daha fazla tartışma konusu olacak. Komisyon’un çalışması Türk göçünün çok önceden başladığını (şu anda 3 milyon göçmen var) ve Türk işçilerinin AB ile imzalanmış iki taraflı anlaşmalar gereği bu haklardan ve pek çok sosyal haktan istifade edeceğinin altını çizmelidir.

Tavsiye Et
AB Komisyonu: Türkiye 2015’ten önce üye olamaz / Arnaud Leparmentier ve Philippe Ricard, Le Monde, 25 Eylül 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Komisyon, Türkiye’nin üyeliğini 2015’ten önce imkansız kılacak bir teklif hazırlama çalışması içerisinde. AB, Ankara ile müzakerelerin başlaması konusundaki görüşlerini 6 Ekim’de hazırlıyor. Romano Prodi şartları artıracak ve 2015 yılından önce üyeliği zorlaştıracak bir ara yolu tercih ediyor.
AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi, Türkiye’nin üyelik dosyasını tepedekilerle halletmeye çalışıyor. Kopenhag’da 2002 yılında, devlet ve hükümet başkanları hem bu ülkenin demokratik gelişmesiyle ilgili bir rapor hazırlamasını istemiş, hem de Ankara ile üyelik müzakerelerinin başlatılmasının veya tersinin sonuçları üzerine görüşlerini bildirmesini istemişti. Her ne kadar müzakere sorununu çözmek 17 Aralık’ta toplanacak olan devlet ve hükümet başkanlarına düşüyor olsa da, Komisyon bu işe girişmek zorunda kalacaktır. Pek çok komiser, Genişlemeden Sorumlu Günter Verheugen’in ve Türk hükümetinin elinden samimi bir “evet”i öven karar çıkmasını istemiyor. Prodi, Verheugen’in sergilediği eksik görüntüyü kıyasıya eleştiren komiserleri ikna edecek bir orta yol bulmak zorunda kalacaktır. AB Parlamentosu’nun talebi üzerine harekete geçen Komisyon, Türkiye’nin üyeliğinin özellikle bütçeye yapacağı etkiler üzerinde bir çalışma yapacaktır. 6 Ekim’de bildireceği görüşünde, müzakerelerin başlatılmasının geçen genişlemede olduğu gibi hızlı ve kesin üyelik anlamına gelmemesi için kati surette görüşmelerin çerçevesini belirleyecek bir müzakere tarzı hedeflemektedir.
İnsan Hakları: İnsan Hakları Raporu yasal çerçeveyi ele alacaktır. Ceza yasası reformu kabul edildiği zaman durum Kopenhag Kriterleri’ne daha da uyumlu hale gelecektir.
Birlik Bütçesine Etkisi: İkinci olarak Türkiye’nin “kolay yutulur lokma” olmadığını gösterecektir. Özellikle ekonomik neticeler oldukça ağır olacaktır. Nüfus konusunda Türkiye on farklı ülke kadar ağır basacaktır. Çünkü Türkiye fakir bir ülke ve hâlâ kırsal kesim nüfusu oldukça fazladır.
2015 Ufku: Bu analiz Komisyon’un, müzakereleri yürütme tarzı konusunda görüşlerini daha kesin olarak formüle etmesini sağlayacaktır.

Tavsiye Et
Türkler Brüksel önünde/ Joachim Fritz-Vannahme, Die Zeit, 16 Eylül 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
AB Komiseri Verheugen geçtiğimiz beş yıl içinde AB’nin doğuya genişlemesinde en etkili kişi oldu. Komisyondaki meslektaşları bu işleri hep onun yapmasını istemekteydiler. Ama bu durum artık değişti. Türkiye’nin üyelik müzakeresi konularında komisyon ittifak halinde değil. Hollandalı Fritz Bolkenstein, özellikle iç piyasa için uyarıda bulunuyor: Türkiye’nin üyeliğiyle ziraî ve yerel politikaların önceden olduğu gibi rahat bir şekilde devam etmeyeceğini iddia ediyor. Avusturya Ziraat Komiseri Franz Fischler Türkiye’nin AB üyeliğinin Brüksel’in ziraat bütçesine yıllık 11,3 milyar Euro yük getireceğini ifade ediyor.
Ekim başında AB-Komisyonu raporunu sunacak ve Türkiye’nin üyelik müzakereleri için olgunlaşıp olgunlaşmadığı noktasında Brüksel’e tavsiye kararı verecek. Verheugen’in meslektaşları için konu sayılar etrafında değil, temeller etrafında dönüyor. Hıristiyan Demokrat Fischler’e göre Türkiye, Avrupalıdan çok Doğulu olan ‘kendine has bir toplum’.
Liberal Frits Bolkenstein ise, tarihe ve demografiye vurgu yaparak Avrupa’nın Türkiye’nin üyeliği ile beraber hissedilir derecede İslamlaşabileceği uyarısında bulunuyor. Bu gerçekleşirse, “Viyana’nın 1683’teki kurtarılışının manasının kaybolacağını” söylüyor.
Verheugen için üyelik müzakereleri tarihi kesin bir hayır veya çekingen bir daha sonra ile cevaplanacak bir konu değil. Süddeutsche Zeitung’a “basit bir erteleme sıkıntı doğurur, çünkü Türkiye’nin hayal kırıklığının sonuçları yıkıcı olur” açıklamasında bulundu. Buna karşın ne kendisi “ne de Türkiye”, 2015’ten önce üyeliğin mümkün olduğunu düşünmekte.
Bu mesaj kimileri için sevindirici gibi durmakta; ama Franz Fischler veya Frits Bolkestein için değil. Çünkü onların itirazı temellere dayanmakta: Fischler’in itirazı Türkiye’nin Doğulu karakteri üzerine iken, Bolkestein Avrupa ve İslam Dünyası karşıtlığında ısrarlı. İkisi de Avrupa kimliği ve Birliğin siyasi sınırları konusunda kaygılı. Bolkestein, “Türkiye’yi kabul eden bir kurum Ukrayna ve Belarus’u da kabul etmek zorunda kalacak. Çünkü ikisi de Türkiye’den daha fazla Avrupalı” diyor.
Paris’te Avrupa Konvansiyonu Başkanı Valéry Giscard d’Estaing, Türkiye’nin üyeliğinin “Avrupa’nın sonu” anlamına geleceğini, bunun anayasa sözleşmesindeki kurallara göre Türkiye’nin en geç 2020 yılında en fazla oy hakkına sahip ülke olmasından kaynaklanacağını ifade ediyor. 85 milyon insanıyla AB’nin yeni üyesi klübün en kalabalık nüfuslu üyesi olacak. AB kurumlarında bundan sonra da oy ağırlığı hesaplanacak ve buna göre Türkiye kararları kolayca bloke edebilecek.
Verheugen, Avrupalı politikacılardan 1999’daki zirvenin sonuçlarının “herkes tarafından kendi evinde tartışılmasını” istemişti. Ancak bunu çoğu ülke yapmadı. Fransa gibi üye ülkelerde Türkiye’nin üyeliği şimdi tartışılmakta. Verheugen “Bu konuda Brüksel toplumsal tartışmayı ışık yılı hızıyla geçiştirecek” diyor; ancak bu konuda yanılıyor. Çünkü Fischer, Bolkestein ve pek çok AB komiseri kendi ret cevaplarını daha ilk dakikada dillendirmişlerdi.

Tavsiye Et
Rumsfeld: Büyük ihtimalle Irak’ta kısmî seçim olacak / Boris Kalnoky, Die Welt, 25 Eylül 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Önümüzdeki Irak seçimleri ilgi odağında ve ABD ordusu bu konu üzerinde üçüncü kez fikir değiştirmiş görünüyor. Geçen haftalarda Ocak ayında güvenlik şartları dikkate alınmaksızın bir seçim yapılacağı ifade edilmişti. Powell da kısa zaman önce, direniş bölgelerinin Aralık ayına kadar temizleneceğini ve böylece seçimlerin Felluce gibi şehirlerde mümkün olabileceğini söylemişti. Savunma Bakanı Rumsfeld ise dün sadece kısmî seçimlerin olabileceğini bildirdi. Bush ve Irak Başbakanı Allavi Irak’taki durum üzerine iyimserliklerini beyan ettiler; her halükarda seçimler gerçekleşecekti ve herhangi bir grubun dışlanması söz konusu değildi. Ama yeni ortaya çıkan durumda bu direniş bölgelerinde seçimin yapılmayacak olması, Sünni topluluğun büyük bir kısmının dışlanması manasına gelmekte. Böyle bir seçimin temsil kabiliyeti olmayacağından inandırıcılığı da şüpheli olacak. Nitekim Annan da New York’ta güvenlik konusunda iyileştirmeler olmaksızın seçimlerin inandırıcılığının süpheli olacağını ifade etti.

Tavsiye Et