Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2005) > Dosya > Türkiye’nin küresel ekonomiye entegrasyonu ve toplumsal sonuçları
Dosya
Türkiye’nin küresel ekonomiye entegrasyonu ve toplumsal sonuçları
Yunus Kaya
EKONOMİK küreselleşme olarak da adlandırılan, dünya ekonomilerinin birbiriyle bütünleşme süreci, 1980’lerin başından itibaren büyük bir ivme ve yepyeni bir karakter kazandı. 1970’lerde petrol fiyatlarındaki hızlı artış, merkez ülkelerde yükselen işçi maliyetleri ve siyasal sorunlarla krize sürüklenen dünya ekonomik sistemi bu dönemin ortalarından itibaren önemli yapısal değişikliklere uğradı. Dünya Sistem ve Bağımlılık okullarınca ayrıntılı bir biçimde resmedilmiş olan, merkez (sanayileşmiş) ülkelerin çevre ve yarı-çevre (gelişmekte olan) ülkelerden gelen hammaddeyi ürüne çevirerek diğer merkez ülkelere ve çevre ülkelere sattığı ekonomik sistem, yerini üretimin parçalandığı ve tüm dünyaya yayıldığı bir sisteme bırakmaya başladı.
Bu yeni sistemde üretim, sanayileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere taşınıyordu. 1970’lerden itibaren gelişmiş ülkelerdeki birçok firma, artan işçi maliyetleri, yüksek vergiler ve çevre kirliliği düzenlemelerinden kurtulmak, dolayısıyla kârlılıklarını artırmak amacıyla, özellikle emek yoğun sektörlerdeki üretim faaliyetlerini gelişmekte olan ülkelere taşıdılar. Yönetim, pazarlama, araştırma-geliştirme ve tasarım gibi faaliyetleri ise kendi ülkelerinde tuttular. Bu süreçte ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler etkili oldu. Özellikle bilgisayar, faks, teleks ve sonrasında internet gibi araçlar birçok bölgeleye yayılmış olan üretim faaliyetlerinin koordinasyon ve takibini mümkün kıldı. Üretimin gelişmekte olan ülkelere taşınması ise doğrudan yatırım veya bu ülkelerde yaptırılan fason üretim yoluyla gerçekleşti.
Küresel dünya ekonomide yaşanan dönüşüm, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin toplumları için de ciddi sonuçlar doğurdu. Gelişmiş ülkelerde üretim sektöründeki işçilerin oranı önemli miktarda azaldı. Buna karşın, hizmet sektöründeki istihdam oranı büyük ölçüde arttı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Keynezyen politikalar ve cömert refah devletlerinin ortaya çıkardığı müreffeh mavi yakalı işçi sınıfı güç kaybetmeye başladı. Üretim sektöründe işlerini kaybeden çalışanlar, hizmet sektöründe genelde daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. Öte yandan, şirketlerin dünya sathına yayılan faaliyetlerini idare eden yönetici kitle ile teknik elemanların gelirleri sürekli yükseldi. Bu durum, gelişmiş ülkelerdeki gelir eşitsizliğini de artırdı. Ekonomist Simon Head’e göre, ABD’de 1973-1995 arasında en tepedeki %20 dışında kalan çalışanların reel gelirleri %18 oranında azaldı. Krugman’ın verdiği bilgi ise, 1979-1989 arasında ABD’de en tepedeki %1’in gelirlerinin ikiye katlandığını ortaya koyuyor.
Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkelerde emek yoğunluklu sektörler büyüdü. Güney Kore ve Tayvan başta olmak üzere, bu grupta yer alan ülkeler emek yoğun ürünlerin ihracatçısı konumuna geldiler. Dolayısıyla, emek yoğun sektörlerde çalışan ve büyük kısmı vasıfsız olan işçilerin sayısı arttı. Bu süreçte mutlak fakirlik oranı düşmekle beraber fakirlik tamamen ortadan kalkmadı. Ekonomik küreselleşmenin tüm dünya ülkelerini içine almaya başlaması, özellikle Çin ve Hindistan’ın dünyaya açılışı, gelişmekte olan ülkelerde maliyetleri düşük tutma yönünde büyük bir baskı oluşturdu ve emek yoğun sektörlerde çalışan işçilerin fakirlik sınırı üzerinde bir gelir elde etmeleri imkansız hale geldi. Bu yüzden, daha yüksek getiri sağlayan ekonomik faaliyetlere geçemeyen ve merkeze doğru kayamayan ülkelerde yoksulluk arttı. Güney Kore ve Tayvan gibi gelişmekte olan ülkeler, üretimlerini emek yoğun sektörlerden teknoloji yoğun sektörlere kaydırarak ve tüm dünyada tanınan markalar oluşturarak küresel oyuncular olmayı başardılar. Yaşam standartlarının yükseldiği bu ülkelerdeki firmalar, diğer gelişmekte olan ülkelerde yatırım yapmaya veya buralarda fason üretim gerçekleştirmeye başladılar. Bu dönüşümü gerçekleştiremeyen Latin Amerika ülkelerinde ise, yukarıda bahsedilen sebeplerden dolayı yaşam standartları yerinde saydı ve hatta geriledi. Bu süreçte, gelişmekte olan ülkelerde tarıma dayalı sistemden sanayileşmeye geçişle birlikte kısmen azalan eşitsizlik sonraki dönemlerde yeniden arttı. Çünkü eşitsizlikteki bu azalma tamamıyla yapay bir gelişmeydi; nitekim tarım sektöründe geleneksel olarak nominal gelirlerin düşüklüğü, tarımın gerilemesiyle gelir eşitsizliğinin azaldığı görüntüsünü oluşturmuştu.
 
Türkiye Tecrübesi
Ziya Öniş’in de belirttiği gibi Türkiye ekonomisi, İkinci Dünya Savaşından beri üç ana dönemden geçti. Birincisi, 1950’lerde tarım ürünlerine ve doğal kaynaklara dayalı liberal dönem; ikincisi ağır sanayiye yönelen 1960-80 arası ithal-ikameci kapalı dönem ve sonuncusu ise 1980 sonrası emek yoğun sektörlerdeki ihracata dayanan küresel entegrasyon dönemi.
1980 yılında Türkiye, ağırlıklı olarak bir tarım ve doğal kaynak ürünleri ihracatçısıydı. Bu tarihten itibaren küresel ekonomiye entegrasyon sürecinin etkisiyle, tekstil gibi yoğun emek ve düşük teknolojiye dayanan sektörlerin payı arttı. Bunlar en önemli ihracat kalemi haline geldi ve bu sektörlerde çalışan -çoğunluğu niteliksiz- işçilerin sayısında bir patlama yaşandı.
Son 20 yıl boyunca emek yoğun, düşük teknolojili ürünlerin ihracatçısı olarak kalan Türkiye; Tayvan ve Kore benzeri ülkelerin gerçekleştirdiği gibi katma değeri yüksek teknoloji ürünlerinin imalatına geçemedi. Bu yüzden Türk ekonomisi tatmin edici maaşların ödendiği, sosyal güvenliğin sağlandığı yeni istihdam alanları oluşturamadı ve tekstil gibi önemli sektörlerin ihracat sorunu yaşadığı dönemlerde yüksek işsizlik oranları ile karşı karşıya kaldı.
Türkiye’nin küresel üretim sistemlerine entegrasyonu daha çok fason üretimle oldu. 1980 ve 2000 yılları arasında Türkiye’ye gelen doğrudan yatırım çok düşük kaldı. Türkiye’den yurt dışına yapılan doğrudan yatırımlar da 1990’ların sonuna doğru artmakla beraber düşük seviyede gerçekleşti. Bu yatırımların önemli bir kısmının inşaat sektöründe olduğunu göz önünde bulundurursak, Türkiye’nin küresel ekonomide merkezî bir konuma geçemediği açıkça ortaya çıkar.
1980’lerde %45 civarında olan tarım kesimi istihdamının 2003 itibariyle %23’lere (erkekler için) düştüğünü görüyoruz. Bu, ciddi bir yapısal dönüşüme işaret ediyor. 2000 yılı itibarı ile Türkiye’de günlük 1 Amerikan dolarının altında gelirle geçinmeye çalışan nüfusun oranı %2’nin altında ve günlük 2 doların altında yaşayan nüfusun oranı ise %10 civarında. İstatistikler, 1980’lere göre mutlak fakirliğin azaldığını ve hayat standartlarında yükselme olduğunu ortaya koyuyor. Buna karşın resmî ve özel araştırmaların bulguları fakirlik seviyesinin altında yaşayan nüfus oranını %20’ler civarında gösteriyor. Türkiye’nin, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımındaki adaleti, 1’e yaklaştıkça da adaletsizliği gösteren Gini Katsayısı ise 0,42 olarak hesaplanıyor ve bu ciddi sayılabilecek bir gelir dağılımı sorununa işaret ediyor.
Türkiye’deki bölgesel gelişmişlik farklılıkları ve tarım kesiminin istihdam içindeki ağırlığı da değerlendirilecek olursa, aslında sorunun boyutlarının daha büyük olduğu söylenebilir. Küresel ekonominin, mukayeseli üstünlükler temelinde yaptığı uluslararası işbölümü ekonomik kaynakların toplamda etkin tahsisini sağlama iddiasında olsa bile, insanca yaşamayı mümkün kılacak gelir adaletini sağlamaktan çok uzak.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Yunus Kaya