Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2005) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Şaron kimin planını uyguluyor? / Zeev Hanin, Nezavisimaya Gazeta, 12 Eylül 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Bush hükümetinin İsrail-Filistin sorununu çözmeye yönelik ilk planı olan “Yol Haritası”, Avrupa ile Rusya’ya bir “dörtlü” çerçevesinde, soyut da olsa, Yakın Doğu’daki gelişmelere imza atma; Batı yanlısı Arap hükümetlerine ise Filistin Devleti’nin kurulması yoluyla Arap-İsrail sorununu çözme imkanını veriyordu.
Ancak Filistin ve İsrail tarafından resmî olarak onaylanan planın, hayata geçirilme şansının çok az olduğu daha açıklandığı anda belli idi. “Yol Haritası”nın, Mitchell ve Tennet planlarının kaderini paylaştığı aşikar olunca Bush, İsrail’in ABD önderliğinde yapılan terörle mücadeleye önemli bir katkı sağladığı söylemini geliştirdi. Bazı siyaset uzmanlarına göre, ABD Başkanı’nın İsrail’in önerdiği stratejiye tâbi olmaktan başka çaresi kalmamıştı.
Ve işte o anda Şaron, o zamana kadar izlediği siyaset çizgisinde köklü bir değişiklik yaparak, İsrail’in bazı konularda geri adım atması gerektiğinden söz etmeye başladı. Şaron’un yeni siyaset çizgisinin ana hatları, Ocak 2003 seçimlerinde Likud Partisi’nin üstünlük sağlamasıyla belirdi. Şaron hükümetinin o dönemdeki en önemli siyasî projesi, “koruma duvarı”nın inşası oldu.
İsrail devletinin fizikî ve demografik güvenliğini sağlamanın yolu olarak ileri sürülen “koruma duvarı” projesinin ardındaki asıl düşünce, daha o zaman görülebiliyordu. Hakikatte bu duvar, İsrail ile Filistin arasındaki siyasî sınırı belirlemek için tasarlanmıştı. Nihayet 2004 baharında Şaron, uzun zamandır planladığı “Filistin’den ayrılma” planını açıkladı. Filistin tarafı ise İsrail’in söz konusu bölgeleri terk etmesini desteklese de, Şaron planının en önemli maddesi olan Filistin ile İsrail topraklarının ve Gazze ile Batı Şeria’nın fizikî olarak birbirinden ayrılmasına şiddetli tepki gösterdi.
Bütün bu olanlar, “İsrail Başbakanı Ariel Şaron kimin planını hayata geçiriyor?” sorusunu akla getiriyor. Onun taraftarlarının bu soruya vereceği cevap, Şaron’un ana hatları Şubat 2004’te belirlenmiş bir planı bazı değişikliklerle uyguladığı şeklindedir. Sol kesime göre Şaron, onların programına göre hareket etmekte; sağ kesim de aynı görüşü paylaşmakta. ABD hükümeti ise Şaron’un daha önce ABD tarafından önerilen “Yol Haritası”nı takip ettiğini ve kendi planından söz etmesinin yalnızca bir siyasî manevra olduğunu ileri sürüyor. Hakikatte ise Şaron, bütün bu programları uygulamakla birlikte aynı zamanda hiçbirini uygulamıyor ve karşılaştığı sorunları, o sorunlar ortaya çıktığı zaman çözmeye devam ediyor. Sonuç itibariyle bu, onun siyasî kariyeri boyunca en iyi yaptığı şeydir.

Tavsiye Et
Biz kimin için kuyu kazıyoruz? / Sergey Leskov, İzvestiya, 16 Eylül 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Amerika’yı sarsan Katrina kasırgası yerini Ofelya’ya bıraktı. Bu doğal afet sırasında Amerika’da kaç kişinin hayatını kaybettiğini tam olarak kimse söyleyemiyor. Resmî makamların açıkladığı rakamlar birbirini tutmuyor. Farklı verilere göre afet kurbanlarının sayısı birkaç yüz kişi ile on binlerce kişi arasında değişmekte. Rakamlardaki bu aşırı tutarsızlık, “her zaman her şeyi bilen” Amerika’nın şu anda ne denli bir kaos içerisinde olduğunu gösteriyor. Fabrikalar durdu, toplu ulaşım kilitlendi, hırsız ve soyguncular elini kolunu sallaya sallaya geziyorlar. Amerikan hürriyetinin simgesi olan akaryakıtta büyük sıkıntı yaşanıyor. Meşhur Amerikan polisi durumu kontrol altına almaktan aciz olduğunu ortaya koyarken, devlet başkanı bile kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu anda sahneden kayboluverdi. Başına gelen bu doğal afet vesilesiyle Amerika, kendi topraklarında güvenlik ve düzen sağlamanın uzak ülkelerin içişlerini düzene koymaktan daha önemli olduğunu anladı.
Biz ise Amerika’nın bu haline üzülüyor görünsek de, satırlar arasında okunan, kameranın arkasında kalan veya sadece aile içi konuşmalarda ortaya çıkan başka bir şey var: Aslında biz, içten içe bir sevinç duyuyor, Amerika’nın başına felaketler yağmasını, o kendini beğenmiş ülkenin harabeye dönüşmesini diliyoruz. Çünkü Amerikan fobisi bizim toplumda oldukça yaygın. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre Amerika, Rusya’nın bir numaralı düşmanı olarak görülmekte.
Amerika’nın zenginliğini haksız yere edinilen bir servet olarak görüyoruz; zira toplumda yaygın olan görüşe göre Amerikalılar, son derece beyinsiz ve cahil insanlar. Bizim Amerika’ya bakışımız, şizofreni hastalığını andırıyor. Ülkemizin ekonomik istikrarı Amerika’nın eline bakıyorken biz, Amerikan ekonomisinin kötüye gitmesinin düşlerini kuruyoruz. Petrol borsasına son derece bağlı olduğumuz halde, borsanın en önemli oyuncusunun başı belaya girdiğinde seviniyoruz. Paramızı dolar olarak saklayıp biriktirmemize rağmen, dolar kurunun düşmesini dört gözle bekliyoruz. Ülke sermayesi yurtdışına akıyor diye şikayet ediyor; ancak Rusya’nın, sermayesi yurtdışına çıkan tek ülke olmadığını unutuyoruz. Gerçek şu ki, şu anda dünyada yalnızca tek ülkeye devamlı bir sermaye girişi gözlemleniyor ve bu ülke Amerika. ABD’ye giren sermaye, 1990’da 88 milyar dolar iken, 2001 yılında 865 milyar dolara ulaştı. 11 Eylül olaylarının sermaye akışının hızını azaltması, durumu fazla değiştirmiyor. Ekonomi alanında tartışılmaz lider olan Amerika, dünya teknoloji piyasasının %60’ını kontrolü altında tutuyor. Dolayısıyla şu anda Amerika, dünya ekonomi sisteminin kalbi olup, yatırımcılar için en güvenli yer. Ve bizim Amerika’ya ekonomi alanında çeşitli zorluklar dilememiz, aslında ilk önce kendimizin düşeceği bir kuyu kazmamız anlamına geliyor.

Tavsiye Et
Irak’ta yanlış yol / The Washington Post, 25 Eylül 2005 Başyazı
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Irak, yeni anayasasının üç hafta sonra yapılacak referandumuna doğru yol alırken, tecrübeli politikacılarının çoğu, mevcut metnin ciddi ölçüde kusurlu olduğunu ve acımasız şiddeti hafifletmekten çok, daha da kötüleştireceğini kolayca kabul ediyorlar. Komşu Arap ülkelerinin liderleri ile Bush yönetiminden bazı yetkililerin de bu görüşü paylaştığı görülüyor. Bazıları, tıpkı Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani gibi, 15 Ekim’e kadar, anayasayı düzeltmekten umutla söz ediyor. Bush yönetiminin tecrübeli yetkililerinin de aralarında bulunduğu diğerleri ise daha realistçe bakarak yıl sonunda yapılacak parlamento seçimlerine kadar referandumu geçirmeye çalışıyor.
Belanın ana kaynağı ne Başkan Bush’un sıkça bahsettiği İslamî aşırılık, ne de Amerikan askerlerinin varlığıdır. Washington’u bu hafta sonu ziyaret eden protestocular, ABD birliklerini acilen geri çekilmeye zorlamakta başarılı olsalar bile, Irak’taki kan banyosu ve bu durumun Amerika’ya verdiği zarar daha da artacaktır. Çünkü asıl problem, çoğunluğu oluşturan Şii ve Kürt toplumları ile, kuruluşundan Saddam Hüseyin’in devrilmesine kadar ülkeyi yöneten Sünni azınlık arasında Irak’ın geleceğine dair bir uzlaşmanın bulunmayışıdır. Bu bağlantı kopukluğu, Sünni liderlerin anayasa taslağını ezici çoğunlukla reddetmesinde açık şekilde görülmektedir.
Anayasayı savunanlar, Sünni liderlerin büyük kısmının Irak’ta herhangi bir demokratik sistemi kabul etmeyen, Sünnilerin çoğunluğunu temsilden uzak Saddam yanlısı tutucular olduğunu öne sürüyorlar. Bu muhtemelen doğrudur. Ancak Sünnilerin anayasa hakkındaki bazı şikayetlerinin meşruluğu da eşit derecede doğrudur. Uygulamanın ayrıntıları ertelenmiş olsa da mevcut taslak, ulusal hükümeti zaten kontrol eden Şiilerin, Güney Irak’ta din adamları ve İslam hukuku tarafından yönetilecek ve komşusu İran’la ittifaka girecek gibi görünen kendi mini devletlerini yaratmalarına imkan sağlayacaktır. Bu devletin kendi silahlı kuvvetleri olacak ve Irak’ın en büyük petrol sahalarını kontrol edecektir. Kürtler de Kuzey Irak’ta kendi mini devletlerine sahip olacak ve muhtemelen Kerkük şehri ile oradaki petrol üretimini ele geçireceklerdir. Bu radikal federalizm biçimi sadece Sünni toplumunu değil, Bağdat’ın karmaşık nüfusunu da mahvedecektir. Bu da İran hariç Irak’ın bütün komşularını tehdit edecek ve istikrarsızlığa sürükleyecektir. Ayrıca ABD’nin, savunmakta çıkarı olmayacağı bir Irak meydana getirecektir. Faciayı önlemenin tek yolu; Irak’ın Şiiler, Kürtler ve Sünniler arasında siyasî güç ve kaynakların adil şekilde paylaştırıldığı ve insan haklarının korunduğu federal ama birleşik bir devlet olarak korunmasını temel alabilen siyasî bir uzlaşma sağlanmasıdır.

Tavsiye Et
Avrupa’nın medeniyet seviyesini Türkiye’nin AB üyeliği ölçecek / Madeleine Bunting, The Guardian, 26 Eylül 2005
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Bir son dakika kazası olmadığı takdirde bir hafta sonra muhtemelen Strazburg’da küçük, sade bir imza töreni yapılacak. İngiltere dışişleri bakanlığı bile toplantının yerini ya da biçimini tam olarak bilmiyor. Ancak hiç kimse bu olayı yani Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine giriş sürecinin açılmasını destekleyen tutkunun derecesini ya da risklerini sorgulamıyor.
AB modeli, dramatik bir değişim için üyelik mükafatını kullanıyor. Bir ülke bir kere üye olduğunda baskı da ortadan kalkar. Bu yüzden de Türkiye, AB’nin eski üyelerinin çoğuna çelme takabilecek yolsuzluk ve pislikleri temizleme gibi konularda bir dizi çemberin içinden geçmek zorunda kalacaktır. Özellikle de İngiltere’de, AB için kuyruğa giren Türkiye’nin görüntüsünden gözleri kamaşan birçok Eurofil olacağından kimse kuşku duymasın. Onlar uzun avantaj listesini ezberden söylerler: Kafkasya ve Orta Doğu’ya komşu olan Türkiye’nin jeo-stratejik önemi, Türkiye’den geçen anahtar doğal gaz hatları, çok daha genç bir nüfusun demografik avantajları, 2001’den beri %25 oranında büyüyen dinamik Türk ekonomisi, uyuşturucu ve insan trafiğine karşı Avrupa’nın arka kapısının güvenceye alınması…
Bunun yanı sıra Türkiye 40 yılı aşkın bir zamandır AB’ye üye olmak istiyor. Bu istek, son birkaç yıldır Brüksel’in beğenisini kazanmak için duyulan bir coşku haline geldi. Türkiye, ülkeyi laik ve modern bir hale getiren Kemal Atatürk’ten sonraki en tutkulu siyasî ve ekonomik reform programını hayata geçirmeye karar verdi. Eğer Avrupa Türkiye’ye kabadayılık yapmaya kalkarsa, insan haklarını genişletme ve istikrarlı bir demokrasiyi güvenceye alma gibi sıra dışı bir fırsatı kaybedecek.
İngiltere’nin coşkusunu artıran unsur, laik, demokratik ve ekonomik açıdan başarılı bir Müslüman Türkiye’nin varlığının, İslam’ın demokrasi, insan hakları ve modernlikle çelişmesi hakkındaki hararetli tartışmaların kökünü kazıyacak olması. Buna ilaveten AB içinde yer alacak 80 milyon Türk; AB’nin, hilekâr emperyal geçmişi olan bir Hıristiyan-beyaz kulübü olarak görüldüğü İslam dünyasında güvenilirlik açığını da ortadan kaldıracak.
Giriş süreci en az on yıl sürecek ve bu sürenin sonunda hem AB hem de Türkiye dramatik bir şekilde değişecek. Ancak Türkiye’nin üyeliği için taraftar bir rol üstlenmek konusundaki ketumluk, politikacıların Türkiye’nin kışkırttığı hassas duygular tarafından tuzağa düşürülmekten korktuğu Almanya’daki siyasî yelpazede iyice belirginleşiyor. Avusturya ve Almanya hâlâ, Osmanlı Türkleri 16. yüzyılda Viyana’yı kuşattıkları zaman orduyu uyandıran kaz çığlıklarını düşünüyor. Ulusal kimliğin uzun ve derin köklerine gömülmüş olan böylesi bir tarih geçmişe gömülebilir mi? AB bu soruya olumlu bir cevap alabilmek için sermaye ve diplomasi çiftini sürüyor. Türkiye’nin giriş sürecini izlemek, yıllar içinde Avrupa’nın medeniyet seviyesini ölçen bir barometre haline gelecektir.

Tavsiye Et
Arap yöntemleriyle demokrasi! / Mesud Zahir, El-Halic, 18 Eylül 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Arap liderlerinin hemen hepsi Amerikan global demokrasi çağını(!), büyük bir istek ve coşkuyla karşıladılar. Hemen ardından da hem yönetim, hem de halk olarak global demokrasi oyununun içinde oldukları konusunda halklarını ikna etmeye koyuldular. Ancak güvenilir birçok araştırma, Arap âleminde demokrasi uygulamalarına geçiş sürecinde hiçbir ülkenin, halkına kendi kendini yönetme fırsatı vermediğini ortaya koyuyor. Arap dünyasında sağlıklı bir demokratik düzenin kurulmayışının objektif nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Çoğu rejim, temelde demokrasi ilkelerine inanmıyor. Zira bu yönetimlerin çoğu baskıcı-sivil ya da askerî nitelikte.
2. İçerde demokratik düzenin sağlıklı işleyişinin önünde birçok engel var. Bazı Arap toplumları, ailevî ya da kabileci bağlantıların ön planda olmasından şikayetçiyken, bazıları da ırk ve mezhep bağlantılarının öne çıkarılmasından muzdarip. Buna ilaveten yönetimlerin seçimlerde ülke maddî kaynaklarını siyasî amaçlarla kullanması; rüşvet ve korkutma faaliyetleriyle seçmenleri manipüle etme, seçim sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesine doğrudan tesir edecek biçimde devletin organlarını ve seçim kanununu kendi lehinde kullanma, yerel ve uluslararası gözlemcilerin denetim faaliyetlerine engel olma şeklinde tezahür ediyor.
3. Gözlemciler, son zamanlarda çeşitli Arap ülkelerinde gerçekleşen seçimlerin bölgesel ve uluslararası düzlemdeki negatif etkenlerin tesirinden uzak olmadığını vurguluyor. Buna karşın demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmayan bu seçimlere, ABD yönetiminin övgüler düzdüğü görülüyor.
Bu olumsuzluklara rağmen Arap toplumları içindeki etkin güçler, oy kullanma haklarını baskıcı Arap yönetimlerinin ipliklerini pazara çıkarmada nasıl kullanacaklarını bilmişlerdir. Irak’taki demokratik güçler, ırkçı ve bölücü temelleriyle toplumu birleştirme yerine parçalayan, Irak’ın toplumsal, coğrafî ve kurumsal üniter yapısını tehdit eden Irak Anayasası’nın yanlışlığını ispat etmişlerdir. Aynı şekilde Lübnan’daki demokratik güçler; bölücü tahrikler, seçim rüşvetleri, hazır listeler ve sandık önünde vatandaşların seçim özgürlüklerini sınırlayan fetvalarla milletvekili çoğunluğunu sağlayan 2005 seçimlerinin dayandığı seçim kanununun yanlışlığını ortaya koymuşlardır. Yine Mısır'da seçmenlerin %77’sinin sandık başına gitmemesi bu durumun bir başka göstergesidir.

Tavsiye Et
Basra’daki Britanya güçlerinin çıkmazı / El-Quds el-Arabi, 21 Eylül 2005 Başyazı
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Irak’ın laneti, Britanya Başbakanı Tony Blair’i iyiden iyiye sıkıştırmaya başladı. Dün Britanya Hükümeti, Basra’da konuşlanan kuvvetlerine karşı düzenlenen saldırı ve gösterileri görüşmek üzere olağanüstü toplandı. Britanya güçleri ve onları konuk eden -çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu- güney halkı arasında iki yıldır devam eden sessizlik ve barış hali tepetaklak oldu.
İngiliz güçlerine düzenlenen saldırılar arttı. Irak’ta yabancı güçlerin bulunmasına karşı çıkanlar, iki İngiliz zırhlısını ateşe verdi. İki İngiliz askerinin kaçırılıp gözaltına alınması ise Britanya Hükümeti’ni şok etti. Şokun nedeni, gerek siyasî gerekse askerî yönetimin, bizzat eğitip silahlandırdığı güvenlik güçlerinin böyle operasyonlara girişeceğini aklına dahi getirmemesiydi. Zira Britanya Ordusu, Iraklılarla iyi ilişkiler kurma becerisiyle her zaman övünüyordu. Bu durum gerçekten de Irak’ın güneyini daha istikrarlı kılıyordu.
Ancak bu topraklarda yaşanan olaylar, Britanya aleyhine dönmeye başladı. Bu değişimin ana nedeni ise İran’dır. İran, güneydeki taraftarlarından İngiliz Kuvvetlerine karşı saldırılarını arttırmalarını istedi. Böylece İran Devleti, Tony Blair’e açıkça, “nükleer program dosyasını BM Güvenlik Konseyi’ne sevk etmeyi desteklediği müddetçe İngiliz Kuvvetleri’nin daha şiddetli saldırılara maruz kalacağı” mesajını iletmeyi amaçlıyor.
İran, Irak’ın güneyinde büyük bir nüfuza sahip. Hatta Basra’da resmî dilin Farsça olduğunu dahi söyleyenler var. Önümüzdeki aylarda İngiltere ve ABD, Irak’taki -özellikle de güneydeki- kuvvetlerinin kaderinin İran ve onunla ittifak halindeki milislerin elinde olduğunu görecektir. Irak’taki ittifakların tersyüz oluşuna şahit olursak da hiç şaşırmayacağız. Yani Şiilerin ABD ve İngilizlere düşman olacağı ve Sünnilerin ise olup biteni uzaktan seyredeceği bir sürece giriyor olabiliriz.

Tavsiye Et
Katrina ve küresel petrol şoku / Philippe Martin, Libération, 19 Eylül 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Şimdiye değin dünya ekonomisi, petrol fiyatlarının artmasına karşı oldukça iyi direndi. Her fiyat artışında ekonomistler alarm zili çaldı; büyümenin yavaşlamasından, hatta küresel ekonominin gerilemesinden bahsettiler. Fakat dünya ekonomisi her zaman bu durumdan sıyrılmayı başardı ve buna paralel olarak 2005 yılı büyüme tahminleri %4 olarak yapıldı.
Ekonomik terimlerle ifade edecek olursak, petrol fiyatlarının artması şimdiye kadar içsel bir olguydu. Çünkü Çin ve ABD yüksek büyüme oranlarına sahiptiler ve petrol talebi, arzı geçmişti. Şu halde petrol fiyatlarındaki mevcut artış, 1973, 1979, 1990 yıllarında gerçekleşen dışsal petrol şoklarından farklıydı; ki bunların hepsi arzın aşağı çekilmesinde etkili olan siyasal faktörlere bağlıydı. Yani Katrina, verileri değiştirinceye kadar petrol fiyatlarının artması “şok” değildi.
Ancak, insanî bir trajedi olmanın ötesinde kasırganın ekonomik etkisi yine de az olacaktır. Tarih bize tabii felaketlerin ekonomik olarak çok çabuk telafi edildiğini öğretmiştir. Örneğin, 1995 yılında 6 bin kişinin ölmesiyle sonuçlanan Kobe depremi, 100 bin evi yıkmış, binlerce insanı evsiz bırakmıştı. Ekonomik maliyeti Japonya’nın GSYH’sinin %2’sine tekabül ediyordu ve ABD’de Katrina kasırgasının yol açtığı zararın toplamından daha büyüktü. Bununla birlikte Japon ekonomisi depremden önceki büyüme rakamını bir yıl sonra yakaladı. 15 ayda Kobe, üretim kapasitesini %98’e çıkarmayı başardı. Katrina da petrol fiyatlarını kalıcı olarak etkilediği müddetçe, yani petrol krizine dönüştüğü zaman, ekonomik bir etki doğuracaktır. Bununla birlikte, bu alanda yapılan yatırımlar yetersiz olduğu sürece ABD’nin rafineri kapasitesinin %10’unu kaybetmesinden korkuluyor.
Şayet şok bu şekilde gerçekleşirse bu, küreselleşmenin ilk petrol şoku olacaktır. Klasik şoklarda petrol fiyatları artar, her bir ülkede satın alma gücü düşer ve yeterince tüketim olmaz. Şimdi ikinci bir tür şok yaşanıyor: Tüketim zincirinin son halkası olan Amerikan tüketicisi Çin’den ithal edilen ürünleri satın alıyor. Çin de son tahlilde bu ürünleri Avrupa’dan alıyor. Şayet Amerikan tüketimi zayıflarsa, etkileri Amerika sınırlarının dışına taşar.

Tavsiye Et
İki trafik lambası veya siyah-kırmızı / Hans Jürgen Leersch, Die Welt, 20 Eylül 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Siyahlar ya da kırmızıların önderliğinde trafik lambası koalisyonları veya büyük koalisyon, seçim sonrası Berlin’de üstünde en çok durulan ihtimaller. Bunlardan siyah trafik lambası ya da -bayrak renklerinden dolayı- Jamaika koalisyonu denilen Hıristiyan Demokratlar-FDP-Yeşiller koalisyonuna daha fazla ihtimal veriliyor. Kırmızı-yeşil koalisyonu ya da Sol Parti destekli bir azınlık hükümeti ihtimali ise Sol Parti’nin Gerhard Schröder başkanlığındaki bir hükümette yer almayacağını açıklamasıyla ortadan kalktı.
CDU başkanı Merkel yönetiminde kurulabilecek Jamaika ittifakının, hükümet programı üzerinde anlaşması zor görünüyor. En büyük sorun da enerji politikasında yaşanacaktır. Birlik Partileri atom enerjisinden yanayken, Yeşiller, önceki koalisyonda atom enerjisi kullanım oranını düşürmelerini en büyük başarı olarak görüyor. İşgücü politikalarında aradaki fark bu kadar büyük değil. Bütçenin denkleştirilmesi hususunda üç fraksiyon hemfikir iken, vergi hukukunda Birlik ve Yeşiller çizgisel ve ilerlemeci; FDP ise kademeli tarifeden yana. Sağlık politikasında, her bir ortak farklı konumda: Birlik kişi başına ücretlendirmeden, FDP resmî sigortaların hepsini özel sigortaya çevirmekten, Yeşiller ise vatandaşlık sigortasından yana. İç politikada ise, Bavyera İçişleri Bakanı Gütnher Beckstein daha güçlü devletten yana iken, FDP ve Yeşiller daha fazla sivil haktan yana. Dış politikada Türkiye’nin AB üyeliği önemli bir sorun teşkil ediyor. Birlik reddediyor, Yeşiller ise destekliyor.
Bir diğer ihtimal olan kırmızı trafik lambası koalisyonunda ise SPD ve Yeşiller, FDP’nin bilgi edinme hakkının korunması düzenlemesinden pek de hoşlanmayacaktır. FDP’nin atom enerjisinde ısrar etmesinden ötürü enerji politikası ve ayrıca sağlık politikasında da ortak payda yok. Üç partinin hemfikir olduğu konulardan bir tanesi de vergi politikası: Bu koalisyon gerçekleştiği takdirde katma değer vergisi artışı olmayacak.
Büyük koalisyonda ise sadece kimin başbakan olacağı tartışılmayacak. Birlik ve SPD işgücü siyaseti ve enerji politikalarında birbirlerinden tamamen ayrı düşünüyor. Dış politikada da birbirlerine zıt duruşları var: SPD Türkiye’nin AB’ye girmesini arzularken, Birlik imtiyazlı ortaklıkta ısrarlı.

Tavsiye Et
Özgüven diplomasisi / Mihran Keremi, Şark, 22 Eylül 2005
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’ndaki dosyası, en hassas dönemlerden birisine girmiş durumda. Şu ana kadar Kurum, bütün kararlarını oy birliğiyle almaya özen gösteriyordu. Son gelişmeler ise, iki grup arasında uzlaşmaya varılmasını oldukça zorlaştırmış görünüyor. Zira İran’ın dosyasının BM Güvenlik Konseyi’ne gitmesine karşı olan Avrupa ülkeleri, Cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın BM’deki konuşmasına sinirlendiklerinden saf değiştirerek ABD’nin yanına geçtiler. İran’ın şu ana kadar yapmaya çalıştığı ABD ve Avrupa ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanma politikası, artık sona erdi. Bu blok şimdi Rusya, Çin, Hindistan ve Güney Afrika gibi İran’ın yanında yer alan ülkeleri de kendi yanlarına çekmeye çalışıyor. Buna rağmen İran’da hiç kimse nükleer faaliyetleri askıya almayı düşünmüyor. Abbas Abdi gibi bir reformist bile İran’ın geçen müzakereler döneminde Avrupa’ya birçok imtiyaz verdiğini düşünüyor. İran’dan şu ana kadar sürekli olarak Ajans yasalarının ilerisinde iyi niyet göstermesi ve faaliyetlerini dondurması istendi; ancak karşılığında NPT’deki yasal haklarını kullanmasına dahi izin verilmedi. İran geçtiğimiz iki yıl içinde hiçbir imtiyaz almadan bütün faaliyetlerini Ajans denetçilerine açıp, tek taraflı olarak uranyum zenginleştirmesini durdurdu. Oysa buna karşılık Avrupa ülkeleri, diğer ülkeler gibi İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer faaliyetlerde bulunabilme hakkını bir türlü resmî olarak tanımaya yanaşmadılar.
İran şu anda Avrupa ülkelerini bırakarak doğulu ülkelerden medet ummaktadır. Ancak bu ülkelerin hepsinin ABD ile çok derin ilişkileri olduğu ve İran için kendi menfaatlerini tehlikeye atmayacakları gerçeği unutulmuşa benziyor. İran’ın asıl sorunu özgüven sorunudur. İran, petrole, 70 milyonluk yetişmiş insan gücüne, dünya coğrafyasının kalbinde stratejik bir konuma, bölgesel politikalarda göz ardı edilemeyecek güce ve hepsinden önemlisi kriz ve iç çatışmalarla çalkalanan bir bölgede istikrarlı bir düzene sahiptir.
Bu kadar güç, ABD’yle diplomatik pazarlık masasına oturarak istediklerimizi almaya yaramıyorsa neye yarar? Bu özelliklerden yalnızca birisine sahip ülkeler bile onu en iyi şekilde kullanıp çıkarlarını temin etmeye çalışıyor. Bunun temel nedeni, kendimize güven duymamak ve imkânları değerlendirememek.

Tavsiye Et
Karşı devrimci Soros / Müşfik Hak, Ayna, 26 Eylül 2005
Azerbaycan Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Ukrayna ve Kırgızistan’da meydana gelen “renkli” devrimlerden sonra, herkes görüşler ileri sürmekte ve gelişmeler, çeşitli çevrelerde hararetli bir şekilde tartışılmaktadır. Bu olayları görmezden gelenlerin durumu da, tıpkı “mutlaka Azerbaycan’da da olacak” diyenler gibi “kendimiz söyleyip kendimiz dinleyelim” atasözünü hatırlatırcasına trajikomiktir. Son olarak George Soros’un The Financial Times’da yazdığı “Azerbaycan seçimlerde demokrasiye ulaşmalıdır” başlıklı yazısını okuduk. Soros bu yazısında, Azerbaycan’ da devrim olmadan da demokrasiye geçilebileceğini iddia etmektedir. Bu, muhaliflerin pek de hoşlandığı bir söylem değil. Soros, Azerbaycan’da 2003 yılında yapılan seçimleri “çirkin” olarak adlandırmakta ve ülkenin zengin petrol kaynakları nedeniyle ABD’nin o dönemde olanlara göz yumduğunu iddia etmektedir. Acaba Soros’un devrim dışı yollardan bahsetmesinin nedeni ne olabilir? Öncelikle Ukrayna ve Gürcistan’da meydana gelen son olaylar, “renkli devrimlerin” istenilen sonuçları doğurduğu konusunda şüphelere yol açmıştır. Bu olaylar örneğinde; siyasî hayatın acı gerçekleri, düne kadar muhalefette büyük bir kabul gören şahsiyetleri bir anda zayıflatmakta ve insanların gözünden düşürmektedir. Bu durum, mezkur ülkelerde ABD’ye karşı olan sempatinin azalmasına ve buna mukabil Rusya’ya ilginin artmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan Irak’ta ciddi problemlerle karşı karşıya olan ABD, renkli devrimleri hızlandırmakla hata yaptığını düşünüyor olabilir. İç ve dış sorunlar, Bush hükümetinin devrim yapmış ülkelere gerekli ekonomik yardımları yapmasına olanak sağlamamaktadır. Bütün bunlara Rusya’nın, kaybettiği mevzileri yeniden ele geçirmek için harekete geçme olasılığı da eklendiğinde, durum ABD için daha karmaşık hale gelmektedir. Birçok açıdan Azerbaycan, ABD için eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin en önemlilerindendir ki, Azerbaycan’ın İran’la olan ilişkileri bu önemi artıran faktörlerden biridir. Rusya ve İran’ın Azerbaycan’da ortak harekete geçmesinden duyulan korku, “sakal isterken bıyıktan da mahrum olmak” deyimini hatırlatmaktadır. Kim bilir belki de ABD, bu nedenle Soros gibi etkili bir ismin böyle bir makale yazmasına ön ayak olmuş olabilir. Kim bilir?

Tavsiye Et