Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2007) > Toplum > Devlet’in ayıklığında uyumak!
Toplum
Devlet’in ayıklığında uyumak!
İhsan Fazlıoğlu
XV. YÜZ­YI­LIN ikin­ci ya­rı­sı­nın önem­li bil­gin­le­rin­den İzâ­rî Çe­le­bî, Sul­tan II. Ba­ye­zid’e sun­du­ğu bir ese­ri­nin di­bâ­ce­sin­de, dö­ne­mi tas­vir eder­ken şöy­le bir de­yim kul­la­nır: “İn­san­lar, dev­let’inin ayık­lı­ğın­da uyur­lar” [en-Na­su ye­na­mu­ne fi ya­qa­za­ti dev­li­ti­hi]. Dev­let’in ayık­lı­ğın­da uyu­mak ne de­mek­tir? Bu tüm­ce üze­rin­de dü­şü­nür­ken, is­ter is­te­mez Ka­nu­nî Sul­tan Sü­ley­man dö­ne­min­de ce­re­yan et­ti­ği söy­le­nen bir ha­di­se­yi ha­tır­la­dım: Hal­ka açık bir gö­rüş­me­de yaş­lı bir ka­dın, Sul­tan’a yak­la­şa­rak, ata­la­rın­dan ka­lan, ma­ne­vî de­ğe­ri çok yük­sek an­ti­ka sa­ati­nin ge­ce evi­ne gi­ren hır­sız ta­ra­fın­dan biz­zat ya­tak oda­sın­dan ça­lın­dı­ğı­nı söy­ler. Sul­tan, ge­ce ya­rı­sı hır­sı­zın evin en mah­rem ye­ri­ne, ya­tak oda­sı­na gi­re­rek saa­ti çal­ma­sı­nı ya­dır­gar ve “Ne de­rin bir uy­ku­nuz var­mış ki, hır­sı­zın eve gir­di­ği­ni, ya­tak oda­nı­za sız­dı­ğı­nı ve saa­ti çal­dı­ğı­nı fark ede­me­miş­si­niz! Böy­le de­rin uyu­nur mu?” Yaş­lı ka­dı­nın ya­nı­tı çar­pı­cı­dır: “Biz dev­le­ti­mi­zi uya­nık bil­di­ği­miz için de­rin uyu­yor­duk Sul­ta­nım.” Evet, tek­rar pa­ha­sı­na so­ra­lım: Dev­let’in uya­nık­lı­ğın­da uyu­mak ne de­mek­tir?
Ev­ren’de ol­du­ğu gi­bi in­sa­nın da te­mel ara­yı­şı sü­kû­net­tir. Türk­çe­miz­de kul­lan­ma­ya de­vam et­ti­ği­miz, “sa­kin ol­mak”, “is­kân et­mek”, “mes­ken sa­hi­bi ol­mak”, “mes­kûn böl­ge” gi­bi de­yiş­ler­de ge­çen tüm söz­cük­le­rin or­tak kö­kü s-k-n’dir; amaç ha­re­ket­ten kur­tu­lup sü­kû­ne­te er­mek, du­rul­mak­tır. Yi­ne Türk­çe­miz­de kul­la­nı­lan “yer tut­mak”, “yurt tut­mak”, “il tut­mak” de­yiş­le­rin­de ge­çen tut-mak da ben­zer bir çağ­rı­şı­ma sa­hip­tir. Ki­şi­oğ­lu, ta­ri­hî ka­yıt­la­ra gö­re, an­cak ve an­cak ya­şa­ma kor­ku­su’ndan uzak bu­lun­du­ğu yer­de di­ki­lir (ikâ­met et­mek), ha­re­ket­ten çe­ki­lir. İlk şe­hir dev­let­le­rin­den iti­ba­ren, in­sa­nın ama­cı, mad­dî ve ma­ne­vî ge­rek­si­nim­le­ri­ni aza­mî dü­zey­de kar­şı­la­mak, mad­dî ve ma­ne­vî em­ni­ye­ti­ni sağ­la­mak, mad­dî kor­ku ve ma­ne­vî kay­gı­dan uzak dur­mak­tır. Vü­cû­du/var­lı­ğı çığ­lık atan bir in­san, onu sus­tur­mak için sü­kû­ne­ti (du­rul­ma­yı) de­ğil ha­re­ke­ti se­çer ve vü­cû­du­nu sus­tur­mak için her tür­lü teh­li­ke­yi (bu­la­nık­lı­ğı) gö­ze alır. Şim­di­ye de­ğin söy­le­nen­ler şöy­le özet­le­ne­bi­lir: Bir yer’de ikâ­met et­mek/di­kil­mek o yer­de sü­kû­ne­te er­mek de­mek­tir; do­la­yı­sıy­la an­cak mu­kim olan/di­ki­len, sa­kin’dir. Öy­ley­se he­men şu so­ru so­ru­la­bi­lir: İn­san ne za­man bir yer­de mu­kim/sa­kin olur? Bu so­ru­nun ya­nı­tı açık­tır: “Ya­rı­nı ön-gör­dü­ğü za­man.” Baş­ka bir de­yiş­le, ki­şi­oğ­lu, mad­dî ve ma­ne­vî açı­dan ha­ya­tı ön-gör­dü­ğü yer­de mu­kim olur, sa­kin ka­lır. Bu çı­ka­rı­ma da bir so­ru so­ra­bi­li­riz: Ön-gö­rü­le­bi­lir­lik na­sıl bir yer­de or­ta­ya çı­kar ya da in­san, na­sıl bir or­tam­da ha­ya­tı ön-gö­re­bi­lir?
Ön-gö­rü­le­bi­lir bir ha­yat, tu­tar­lı bir hu­kuk ile bu hu­ku­kun güç­lü ic­ra’sı­nın bu­lun­du­ğu yer­de or­ta­ya çı­kar. Hu­kuk ve ic­ra­sı uzun bir ta­ri­hî geç­mi­şe, ge­li­şi­me sa­hip­tir. Bu ne­den­le, ko­nu­yu te­mel­len­dir­mek için ta­ri­hî bir ge­zin­ti yap­mak zo­run­da­yız: Yer tu­tan, sa­kin­le­şen, do­la­yı­sıy­la şe­hir­le­şen in­san­lar ara­sın­da­ki iliş­ki üç te­mel ku­rum üze­rin­den yü­rü­müş­tür. İlk ku­rum ta­pı­nak’tır. Ta­pı­nak, ilk şe­hir Uruk’ta gö­rül­dü­ğü üze­re, hem ha­ki­ka­ti hem si­ya­se­ti hem de ti­ca­re­ti elin­de tut­muş­tur. Za­man­la, de­ği­şik ne­den­ler­le, ko­nak or­ta­ya çık­mış, si­ya­sî ira­de ta­pı­na­ğın kar­şı­sın­da ba­ğım­sız­laş­mış­tır. Ta­pı­nak ile ko­nak ara­sın­da, top­lu­mun üret­ti­ği ar­tı-de­ğer’in de­net­len­me­si ve da­ğı­tıl­ma­sı hu­su­sun­da bir ça­tış­ma baş gös­ter­miş, pa­zar icat edi­le­rek bu ça­tış­ma aşıl­mış­tır.
Ko­nu­ya de­vam et­me­den çık­ma ka­bi­lin­den şu nok­ta­ya işa­ret edil­me­li­dir: Yu­ka­rı­da­ki denk­lem­de­ki üç de­ğiş­ken­den her­han­gi bi­ri­si­ne ağır­lık ver­mek, top­lum­lar için fark­lı ta­ri­hî ma­ce­ra­lar ya­rat­mış­tır. Ör­nek ola­rak, İb­ra­nî­ler, ta­rih bo­yun­ca ta­pı­nak ağır­lık­lı ör­güt­le­nen bir top­lum ol­muş­lar­dır. M.Ö. 2000’ler­de Uruk’u terk eden Hz. İb­ra­him’in ba­ba­sı ya da am­ca­sı Azer’in bir ta­pı­nak ra­hi­bi ol­du­ğu dik­ka­te alı­nır­sa, İb­ra­nî kül­tü­rün­de­ki ta­pı­nak (ma­bed) vur­gu­su­nun kö­ke­ni ra­hat­lık­la tes­pit edi­le­bi­lir. Bu ne­den­le, İb­ra­nî­ler bü­yük oran­da din-ada­mı ağır­lık­lı, dev­let­siz, ha­ne­dan­sız bir ta­ri­he sa­hip­tir­ler. Ni­te­kim ta­rih­te bir ha­ne­dan ya­rat­ma­ya kal­kış­ma­la­rı da bö­lün­me­le­ri­ne ne­den ol­muş­tur. Gü­nü­müz­de bi­le Ku­düs’te Sü­ley­man Ma­be­di’nin ye­ni­den in­şa ça­ba­sı bu kül­tü­rel ta­ri­hî ar­ka-plan­la il­gi­li­dir. Bü­yük oran­da si­ya­se­te ağır­lık ve­ren Türk­ler ise, İb­ra­nî­le­rin ter­si­ne hep dev­let ol­ma­yı ba­şar­mış, an­cak sü­rek­li­li­ği olan di­nî ve il­mî bir ön­der­lik ge­le­ne­ği in­şa ede­me­miş­ler­dir. Fe­ni­ke­li­ler ve Soğd­lar gi­bi bü­yük oran­da ti­ca­re­ti ön­ce­le­yen top­lum­lar ise ta­rih içe­ri­sin­de eri­yip git­miş­ler­dir. Ta­ri­he ba­kıl­dı­ğın­da ta­pı­na­ğı ön­ce­le­yen top­lum­la­rın din ada­mı, si­ya­se­ti ön­ce­le­yen top­lum­la­rın as­ker-or­du, ti­ca­re­ti ön­ce­le­yen top­lum­la­rın ise ai­le ağır­lık­lı ya­pı­lar kur­duk­la­rı gö­rü­le­cek­tir. Bu du­rum gü­nü­müz­de de, el­bet­te ay­rın­tı­lar­da çok bü­yük fark­lı­lık­lar­la, de­vam et­mek­te­dir.
Tek­rar ko­nu­mu­za dö­ner­sek: Tu­tar­lı bir hu­kuk ile güç­lü ic­ra­sı, top­lu­mu bir ara­da tu­tan, ta­pı­nak, ko­nak ve pa­zar ara­sın­da­ki iliş­ki­le­rin in­san’a gö­re dü­zen­len­me­siy­le ola­nak­lı­dır. Bu iliş­ki­ler, top­lu­mu oluş­tu­ran bi­rey­le­rin le­hi­ne, her üç ku­ru­mun ara­sın­da bir den­ge-du­ru­mu ya­ra­ta­cak şe­kil­de dü­zen­le­nir­se, ki bu­na adâ­let di­yo­ruz, an­cak o za­man hu­kuk’tan bah­se­di­le­bi­lir. Gün­lük dil­de sık­ça kul­lan­dı­ğı­mız adâ­let, sa­nıl­dı­ğı gi­bi, kav­ga eden iki ki­şi­yi ayır­mak ve hak­sız ola­nı ce­za­lan­dır­mak de­ğil­dir; ter­si­ne adâ­let, top­lu­mun üret­ti­ği, di­nî, si­ya­sî ve ti­ca­rî ar­tı-de­ğe­ri elin­de tu­tan hâ­kim çev­re­le­re, ki­şi­le­re kar­şı top­lu­mu ko­ru­mak­tır. Bu ko­ru­ma, her şe­ye ve her ki­şi­ye ye­ri­ni ver­mek de­mek­tir. Ni­te­kim adâ­let, bir şe­yi do­ğal ye­ri­ne koy­mak, zu­lüm ise bir şe­yi do­ğal ye­rin­den et­mek­tir.
Şim­di­ye de­ğin sor­du­ğu­muz so­ru­la­rı ve ver­di­ği­miz ya­nıt­la­rı der­le­yip to­par­lar­sak şöy­le bir re­sim or­ta­ya çı­ka­cak­tır: Ön-gö­rü­le­bi­lir bir ha­yat, an­cak ve an­cak tu­tar­lı bir hu­kuk ile bu hu­ku­kun güç­lü ic­ra’sı­nın bu­lun­du­ğu bağ­lam­da or­ta­ya çı­kar. Bu bağ­la­mı da top­lu­mun te­mel ku­rum­la­rı ara­sın­da­ki iliş­ki­le­rin den­ge-du­ru­mu ya­ra­tır. Böy­le bir bağ­lam­da ya­şa­yan ki­şi, sü­kû­ne­ti­ni ve ikâ­me­ti­ni sür­dü­rü­le­bi­lir kı­lar. İn­san an­cak ya­rı­nı­nı ön-gör­dü­ğü böy­le bir yer­de uyur. İş­te, dev­let’in ayık­lı­ğın­da/uya­nık­lı­ğın­da uyu­mak de­mek bu­dur. Böy­le bir bağ­la­mın ya­ra­tıl­ma­sı, her şey­den ön­ce, top­lu­mun üret­ti­ği di­nî, si­ya­sî ve ti­ca­rî ar­tı-de­ğe­ri el­le­rin­de tu­tan ki­şi­le­rin ya­ni ik­ti­dar sa­hip­le­ri­nin, hu­kuk bi­lin­ci­ne sa­hip ol­ma­sı; top­lu­mun da bu bi­lin­ci ta­şı­yan ve ic­ra eden bil­gin­le­ri ye­tiş­tir­me­siy­le ola­nak­lı­dır.

Paylaş Tavsiye Et