“SAVAŞIN, silahın zamanı çoktan doldu. Artık dağdan inme zamanı!”
“PKK, artık eski PKK değil.”
“Askerî yöntemlerle PKK bitirilemez, o kendini üretebilen bir güçtür.”
“Başlangıç noktası aftan geçiyor.”
“Silahla değil, diyalogla işe başlayalım.”
“PKK eskiye göre daha makul bir çizgide. Örneğin evvelce bağımsız Kürt devleti isterdi. Bu geçmişte kaldı. Yani artık ‘bölücü’ değil. Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde eşit ve özgür olarak yaşamalarını istiyoruz. Artık ‘demokratik özerk Kürdistan’ diyoruz. Bu özerklikten kasıt, federasyon değildir. Sınırların yeniden çizilmesi değildir. Devletin üniter yapısını da bozmayan bir çözümdür. Mahalli İdareler Kanunu değişir, yerel yönetimler güçlendirilir.”
“İlk adımda silahlar susacak... Sonra diyalog başlayacak... Diyalog yeri İmralı’dır... Kabul edilmiyorsa, diyalog yeri biziz... Bizi de kabul etmiyorsa, siyasal olarak seçilmiş iradedir... Bu da olmuyorsa, o zaman ortak bir komisyon kurulur bir yerde, akil adamlar bir araya gelir.”
Bu alıntılar, Hasan Cemal’in Kuzey Irak gezisi esnasında görüşmüş olduğu Yaşar Kaya, Osman Öcalan ve Murat Karayılan gibi Kürt hareketi içerisinde vaktiyle öne çıkmış ve bugün farklı konumlarda ve düşüncelerde olan kişilerle yaptığı görüşmelerde, söz konusu şahsiyetler tarafından sık sık dile getirilen ortak kanaatler. Hasan Cemal’in konuyla ilgili yazdıklarından, PKK’nın eski ve yeni liderlerinin çatışma, silah bırakma ve diyalogla problemin çözümü konularında -aralarında belli nüanslar olmakla birlikte- ortak bir noktada buluştukları anlaşılıyor. Aslına bakılırsa bu söylemler -geriye doğru okunduğunda- yerel seçimler sürecinde Güneydoğu bölgesinde yaşanan gelişmeleri, DTP’nin seçim başarısını, özellikle mayınlı saldırılarda şehit olan askerlerle ilgili Ahmet Türk’ün açıklamalarını ve DTP milletvekilleri Aysel Tuğluk, Emine Ayna, Sebahat Tuncel, Fatma Kurtulan ve Selahattin Demirtaş’ın milletvekili olmadan evvel yapmış oldukları konuşmalar nedeniyle savcılık tarafından ifadeleri alınmak üzere çağrılıyor olmalarını daha anlaşılır kılıyor.
Hasan Cemal’in röportajındaki bir diğer önemli husus da, “Madem savaşı istemiyorsunuz neden mayınlı saldırılarla askerleri öldürüyorsunuz?” mealindeki sorusuna Karayılan’ın “Onlar, merkezin kararıyla değil, yerel grupların kendi inisiyatifleriyle yaptıkları eylemler” şeklindeki cevabıydı. Bu değerlendirme, çok farklı şekillerde yorumlanabilir elbette. Dolayısıyla bu saldırılar konusunda Ahmet Türk’ün şahsında dile getirilen açıklamaları da farklı bir şekilde yorumlayabiliriz.
Bu noktada Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, diğer muhalefet partisi liderlerinin ve hükümet kanadının “Önce silahları bıraksınlar, sonra af veya diyalog sürecini başlatalım”, “Önce PKK’yı terörist ilan etsinler, sonra onları muhatap alalım” şeklindeki açıklamalarının da aslında demagojiden ve tribünlere oynamaktan öte bir boyutu bulunmuyor. Zira silahla bir yere gidilemeyeceği hususunda PKK tarafından açıklamalar yapılırken, DTP’lilerden silahlı mücadeleyi ya da mevcut saldırıları kınamalarını istemek gereksiz ve anlamsız. Yine bu saldırıları kınamak, gerçekten o saldırıları gerçekleştirdiği varsayılan çevreden DTP’nin uzaklaştığını, koptuğunu düşünmek için yeterli gerekçeyi sunmuyor. Bu açıklamalar, yukarıda çizilen tablo bağlamında, aynı çevrenin belirlediği yeni stratejinin bir parçası da olabilir. Başka bir deyişle, DTP kendisine verilen yeni rolünü oynuyor da olabilir. Benzer şekilde, DTP’li milletvekillerinin mahkemeye çağrılmaları ya da arada sırada gerçekleştirilen askerlere yönelik mayınlı saldırıların, her iki tarafın böylesi bir diyalog sürecinin oluşumunu ve gelişimini istemeyen kesimlerinin engelleme girişimleri olarak da değerlendirilebilir. Fakat görünen o ki, bu engelleme girişimleri geçmiş dönemlerdeki benzerleriyle mukayese edildiğinde çok küçük ve yumuşak kalıyor. Bu da, artık Kürt meselesinin çözümüne yönelik farklı ve kalıcı adımların atılacağı kanaatini kuvvetlendiriyor. Bu adımların mahiyeti ve kapsamı hususunda bir şeyler söylemek için henüz oldukça erken olsa da tarafların, Mevlânâ’nın dediği gibi, “Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” safhasına geldikleri de açıkça görülüyor.
Mayın Tarımına Hayır, Yaşasın Organik Tarım!
Bir müddettir kamuoyunun gündemini Suriye sınırı boyunca mayın döşenmiş arazinin mayınlardan arındırılması ve tarımsal faaliyete açılması girişimi meşgul ediyor. Mayın temizleme işi bittikten sonra arazinin 44 yıllığına tarımsal faaliyette kullanılmak üzere temizleyici yabancı (ve özellikle de İsrailli) bir şirkete yap-işlet-devret formülü çerçevesinde kiralanacak olması, tartışmanın temel noktasını oluşturuyor. Konu ile ilgili yasa tasarısı Meclis’e sunulduysa da, muhalefetin yaygın eleştirisi, hükümet milletvekillerinin dahi tam anlamıyla sahip çıkmayışları gibi nedenlerle kısa süre içinde geri çekildi. Geri çekilen maddeler, kamuoyunda dile getirilen eleştiriler dikkate alınarak yeniden düzenlenip Haziran ayının ilk haftasında Meclis gündemine tekrar getirilecek.
Onlarca yıldır mayın “ekili” halde duran 178 bin dekarlık arazinin tarıma açılması elbette iyi düşünülmüş bir proje. Ancak projeyi bu denli tartışmalı bir hale getiren planlama beceriksizliği, eleştirilmesi gereken bir husus. Mayın temizleme işi kamuoyunda tartışıldığı şekliyle farklı yöntemlerle ve kendi imkanlarımızla gerçekleştirilemez mi? Meselenin bu boyutunun her yönüyle kamuoyunda tartışılması ve yabancı şirketlere ihale edilmesinin avantajlarının ve dezavantajlarının kamuoyunca bilinmesinin, hükümetin her uygulamasında yalnızca siyasal kavgayı tercih edenler açısından bir değişiklik yaratmasa da, sağduyu sahipleri için faydalı olacağı açıktır.
İkinci bir husus da, arazinin mayınlardan temizlenmesi ve tarıma açılması işinin -İsrailli olacağı iddia edilen- bir şirkete yap-işlet-devret tarzında kiralanmasıyla birleştirilmesidir. Neden İsrail? Bu sorunun cevabının yalnızca İsrail’in ileri teknolojisiyle alakası olmasa gerektir. Dünyada bu teknolojiye sahip başka ülkeler ya da şirketler yok mu? Sonuçta ortada ekonomik bir kâr varsa, kâr güdüsüyle hareket eden tek ülke İsrail mi, tek şirket İsrail’de mi? İşin bu boyutuna ilişkin ne tür araştırmalar yapıldığı ve nasıl bir sonuca ulaşıldığı kamuoyu açısından bütünüyle meçhul. Suriye sınırındaki mayınlı arazinin İsrailli bir şirket tarafından temizlenip tarıma açılacak olmasını Şam’ın nasıl karşıladığı, işin daha da önemli bir veçhesi. Suriye bu süreçten rahatsızlık duyuyor mu veya böyle bir uygulama Türkiye-Suriye ilişkilerini nasıl etkiler? Bu da bilemediğimiz bir başka husus.
Mayınlı arazinin tarıma açılması meselesinin, faydalı bir proje olmasına karşın hükümet tarafından iyi düşünülerek bir plan dâhilinde gündeme getirilmediği aşikâr. Tasarının geri çekilip maddelerinin düzenlenerek Meclis gündemine yeniden getirilme ihtiyacı da, bu noktada hükümetin hatalı olduğunu kabul ettiğini gösteriyor. Projenin hayata nasıl geçirileceğini, bu değişiklikler sonrasında daha net bir şekilde görme imkanımız olacak.
Faşizm mi, Antisemitizm mi?
Mayınlı arazinin temizlenmesi tasarısıyla ilgili tartışmalar esnasında “Türkiye topraklarının İsraillilere peşkeş çekileceği”ne dair muhalefetten gelen eleştiriler karşısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sarf ettiği “Yıllarca bu ülkede bir şeyler yapıldı. Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Acaba kazandık mı? Aklıselimle bunlar düşünülemedi. Bu, aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.” şeklindeki sözleri yazılı ve görsel medya tarafından yaygın şekilde tartışılıyor. Başbakan’ın kastı neydi acaba? Mübadele mi? Tehcir mi? Türkiye’de mübadelenin ve tehcirin yaşandığı doğru. Ancak Başbakan’ın bu konuşmasında kastı -küresel sermayeye yönelik tavırlar bağlamında- antisemitizm eleştirisinden öte bir şey değildi. Dolayısıyla söz konusu eleştiriler çerçevesinde “faşizan uygulamalar”dan söz etmek yerine “antisemitik duygular”dan bahsetmesi, belki daha doğru olur ve tartışmaya mahal kalmazdı. Ne garip bir ironi, değil mi? Düne kadar antisemitizmle suçlanan birisi, bugün benzer bir suçlamayı kendisini eleştirenlere karşı yöneltiyor!
Diğer taraftan Başbakan kendisiyle ve uyguladığı ekonomi politikalarıyla tutarlı bir tavır sergiliyor. Küresel sermayeyi Türkiye’ye çekmeye çalışan bir siyaset tarzının, gelecek sermayenin kökenine ilişkin bir sorgulama yapması ve bazısını kabul bazısını reddetmesi, takip edilen siyasetin iç tutarlılığı açısından pek doğru olmazdı zaten. Başbakan’ın yapmış olduğu konuşmada dikkat çektiği husus da aslında bu. Bu açıdan da kendi içinde tutarlılığı olan bir düşünceyi dillendirdi. O nedenle Başbakan’ın siyasi kararlarına ve uygulamalarına eleştiri yöneltenlerden de ülkeye çekilmeye çalışılan sermayenin bütününe ilişkin aynı tutarlılığı sergilemeleri beklenmeli. Zira günümüzün küresel sisteminde sermayenin yerli veya yabancı olması, tek başına, söz konusu endişeleri bütünüyle gidermek için yeterli olmayacaktır.
Küresel sürecin insan hakları, demokrasi, kültürel haklar, hukuki düzenlemeler ve ekonomi siyaseti itibarıyla bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla belli bir alanda meydana gelen gelişmelerin, yalnızca o alanla sınırlı kalınarak ve küresel sürecin gerekli kıldığı sistemsel düzenlemeler ve düşünme tarzı ihmal edilerek değerlendirilmesi çarpık, kaotik bir durum ortaya çıkaracaktır. Nitekim Türkiye’de yaşanan durum da bundan farklı değil.
Paylaş
Tavsiye Et