ADIYAMAN, Adana, Mersin. Elazığ, Malatya, Kayseri. Anadolu’yu şehir şehir dolaşmaya başladım. Konuşmalarımın anahtar kelimesi “önderlik”. Görüşlerimi Batı tecrübesinden örneklerle desteklesem de, esas meselem Siyasetnâme ve Fütüvvetnâme geleneklerimize dikkat çekmek. Daha doğrusu, Kitab’a atıfla bir önderlik ahlâkı oluşturmak. Tabii, salt teolojik bir çalışma yapmadığım için, Kur’an-ı Kerim’in yanı sıra diğer “kutsal” metinlerden de yararlanmaya çalışıyorum. Bunların en azından tarihî bir değeri var. İnsanlar asırlar boyunca önderlik anlayışlarını bu kaynaklardan devşirdiler. Kapitalizme tepeden tırnağa bulaşmış olsak da, klasik mesellerden alacağımız dersler var.
Üç aksiyomla yola çıkıyorum: 1. İnsanlık tarihinin motoru bireyler değil, örgütlerdir. Bu biraz moral bozucu bir ifade gibi gözüküyor. Hem önderlik üzerine konuşacak, hem de bir bakıma önderler asıl sürükleyici güç değil, diyeceksiniz! İşte bu ifademden alınmış olan önder adayları için teselli ikramiyesi: 2. Önder dediğimiz, belirli niteliklere sahip bireyler olmasa, tarihin motoru saydığım organizasyonlar vücut bulmuyor. 3. Bu tür organizasyonlarda, önderler sürünün değil, önderlerin çobanıdırlar. Bir orgeneral ile 9.999 erden 10 bin kişilik bir ordu meydana gelmiyor!
FB’li Olmadan Önder Olunmaz!
Gülümsediniz! Oysa temel bir yönetim bilimi yasasından söz ediyorum. FB, farklı bakış demektir. Farklı bakamayan, önder olamaz. Modern birey, kendini “farklı bakan” diye tanımlasa da, çağdaş toplumda herkes “birilerine” benzemeye can atıyor. Öyle olmasa moda akımları tutmaz, insanlar belirli markaların tutsağı haline gelmezdi.
Alparslan veya Osman Gazi, Michael Dell veya Bill Gates, kendi alanlarında gerçekten farklı bakabilen çok az sayıdaki insanlardan olmasalardı, uzun ömürlü ve güçlü organizasyonların önünü açamazlardı. Alparslan, sadece oğlunun adını Melikşah koymakla bile büyük bir vizyoner olduğunu gösterdi. Gelecek nesillere mesajı şuydu: At üstünde, alp (yiğit) ve aslan olarak bir savaşı kazanabilir, bir ülkeyi fethedebilirsiniz. Fakat fethettiğiniz ülkeyi yönetmek için attan inecek, melik ve şah olmaya; yani Arab’ın ve Fars’ın yönetim geleneklerini özümseyerek uygulamaya bakacaksınız.
Osman Gazi ve arkadaşları da Söğüt Yaylası’nda toplaşırken, Moğollar Anadolu’yu kasıp kavuruyordu. Karamanoğlu’ndan Germiyanoğlu’na kadar çok sayıda küçük beylik arasında Ertuğrul oğullarının esamisi bile okunmuyordu. Fakat 30-40 yıl sonra bu beyliklerin hiçbiri ayakta değilken, Osmanoğullarının organizasyonu serpilip gelişiyordu. Bu, sebepsiz olamazdı. Osmanoğulları güce farklı bakıyordu: Diğer beylikler için güç temelde askerî iken, Osmanoğulları için en az üç boyutluydu: İlmî, iktisadî ve askerî.
Osman, Orhan, Murat gaziler o devrin profesör veya doçentlerinin(!) sohbet arkadaşı idiler: Şeyh Edebalı, Dursun Fakı ve diğerleri. Orhan askerlerine ahi elbisesi giydiriyor, esnafa yabancılaşmamalarını sağlıyordu. Murat Hüdavendigâr, esnafa arazi tahsis ederek dükkân ve atölyeler kurulmasına yardımcı oluyordu; bir nevi “organize sanayi bölgesi” uygulaması. Ve tabii ki askerî boyutu da ihmal etmiyorlardı. Güce çok boyutlu bakış onları diğer beyliklerden ayırıyor ve konumlarını pekiştiriyordu.
Michael Dell’in hayat hikayesini okuduktan sonra, her dönem öğrencilerime sorarım: İlk bilgisayarınızla ilk geceniz nasıl geçti? Bugüne kadar Michael’ın cevabını andıracak bir cevaba rastlamadım. Ya oyun oynamış, ya internette sörf yapmışlardı. Lise-1 öğrencisi Michael Dell ise odasının kapısını kilitlemiş, bilgisayarı parçalarına ayırmıştı. Bilim adamından çok, bir tüccarın merakı. Ertesi gün, Karaköy’deki Selanik Pasajı benzeri bir elektronik eşya pazarına gidip tek tek parçaların fiyatını sormuş ve 3.000 dolara satın aldıkları bilgisayarı 700 dolara “toplayabileceğini” keşfetmişti. Ve içinden ant içmişti: Öyle bir bilgisayar fabrikası kuracağım ki, bütün aracıları aradan çıkaracak, bilgisayarlarımı son kullanıcıya doğrudan satacağım. “Direct Marketing”, küresel pazarlama literatürüne küçük Michael’ın hediyesidir.
Bill Gates, Michael’ın soft ağabeyi. Bilgisayar fiyatlarının yüz binlerce dolardan başladığı bir dönemde, demokratik bir aygıt tasarlıyordu: Ortalama dünya vatandaşına, birkaç bin dolara satılabilecek küçük bir bilgisayar. PC (kişisel bilgisayar), bugüne kadar bir tek bilgisayar bile imal etmemiş olan bu adamın bilgisayara farklı bakışından doğdu. Bill Gates de tıpkı Michael Dell gibi katıksız Fener Bahçeliydi!
FB’den Cim Bom’a Yükseliş
Farklı bakmadan önderliğe adım atamazsınız. Bu gerekli fakat yetersiz şarttır. Organizasyon içinde farklı bakmayı hep aynı kişiden mi bekleyeceğiz? Bireyler her zaman ve her konuda “yaratıcı” olabilir mi? Hayır! Farklı bakmayı bireysel bir nitelik olmaktan çıkarıp örgütsel niteliğe dönüştürmemiz gerek. Yani farklı bakan kişiden farklı bakan örgüte yükselmeliyiz. CB (Cim Bom) dediğim bu “cemiyetçi bakış”tır: Organizasyon içinde daha fazla sayıda insanın farklı bakar hale gelmesi; farklılığın bir örgütsel meziyete dönüşmesi. Onun içindir ki, organizasyona adam (şirket ise eleman, parti ise üye vb.) seçerken, sadece o gününkini değil, geleceğin organizasyonunu hesaba katmamız gerekir.
Yöneticilik son kertede adam seçme ve onları geliştirme; onlarla beraber bir potada pişme sanatıdır. Karar ve uygulama gücünü (yetkisini) onlarla paylaşmaktır. Bunu gerçekten yapmadıkça sağlam bir örgüt yapısı oluşturamayız. Hem kendimizi, hem onları yorarız. Yorgun insanlardan da dinç bir organizasyon çıkmaz. Kitab-ı Mukaddes’te geçen bir mesel bunu çok iyi tasvir ediyor: Çıkış Kitabı, Bab 18’deki Hz. Musa’ya dair kıssanın bir bölümü şöyledir:
13. Günler birbirini kovaladı, Musa insanları yargılamak (değerlendirmek, hüküm vermek) üzere oturdu: ve insanlar sabahtan akşama kadar Musa’nın yanında oturuverdiler.
14. Musa’nın kaynatası onun halka yaptıklarını gördüğü vakit, dedi ki: “İnsanlara yaptığın bu iş nedir? Bir başına oturuyorsun, onlar da sabahtan akşama değin yanında oturuyorlar?”
15. Ve Musa kaynatasına dedi: “Çünkü insanlar bana gelip Tanrı’yı soruyorlar:
16. Bir meseleleri olduğu zaman bana geliyorlar; ben de aralarında hüküm veriyorum. Ve onların Tanrı’nın emirlerini ve yasalarını bilmelerini sağlıyorum.”
17. Musa’nın kaynatası dedi: “Bu yaptığın iyi bir iş değil.
18. Bu şekilde muhakkak ki yorulacaksın, sen de, yanındaki insanlar da; zira bu iş senin için çok ağırdır: bunu tek başına yapmaya güç yetiremezsin.
Evet, bir peygamber, Allah’ın seçilmiş bir kulu, O’ndan aldığı ilhamla kavminin BÜTÜN sorunlarını çözmeye çalışıyor. Hem Allah’tan aldığı vahyi iletiyor, hem o vahye mazhar olmanın sağladığı yetkinlikle, onların arasında çıkan her türlü problemi hallediyor. Ne var ki, bilge bir kişiyi andıran kayınpederi (İslam geleneğinde Hz. Şuayb), “Bu yaptığın iyi bir iş değil!” diyerek, damadını eleştiriyor. Neden iyi bir iş değil? Çünkü yorucu. “Hem sen yorulacaksın, hem de kavmin!” Musa (a.s.) çalışmaktan yorulacak, kavmi ise çalışmamaktan. Çünkü Peygamber her meseleyi onlar için çözüveriyor. Onlar da hiçbir zahmete katlanmadan hazıra konuyorlar. En yorucu meslek beleşçiliktir!
Peki, sevgili kayınpeder Allah elçisine ne öğüt veriyor?
19. İmdi, bana kulak ver, sana nasihat edeyim ve Tanrı seninle olsun:
20. Onlara emir ve yasaları öğret, yürüyecekleri yolu ve yapmaları gereken işleri göster.
21. Ve o insanların içinden kabiliyetli olanları çıkar,Allah korkusu olan, hakikat ehli ve kibirden uzak olan; ve bunları onların başına geçir, binlerin yöneticileri, yüzlerin yöneticileri, ellilerin yöneticileri ve on’ların yöneticileri olsunlar.
Kayınpederin öğüdü basit: Onlara ana ilkeleri öğret, fakat bütün işlerine karışma. Onların arasından yetenekli, Allah’tan korkan ve alçakgönüllü olanları çıkar ve diğerlerinin başına geçir:En iyileribinbaşı, diğerlerini desırasıylayüzbaşı, ellibaşı veonbaşı yap!
Peki, bu binbaşı, yüzbaşı, ellibaşı ve onbaşıların işlevi ne olacak?
22. Bırak tüm zamanlarda insanlar hakkında bunlar hüküm versinler; şöyle ki, her büyük meseleyi sana getirsinler, fakat her küçük meselede kendileri karar versinler; böylelikle senin işin hafifler, onlar da yükü seninle paylaşırlar.
Evet, peygamber de olsanız, yükü tek başınıza taşıyamazsınız. Onu kabiliyetli, seçkin insanlarla paylaşmak zorundasınız:
23. Eğer böyle yaparsan, ki Tanrı böyle yapmanı emrediyor, o zaman ayakta kalabilirsin; ve bütün bu insanlar da yerlerine selametle ulaşırlar.”
24. Musa kaynatasının sözlerine kulak verdi ve söylediklerini harfiyen yaptı.
25. Ve Musa tüm İsrailoğullarından kabiliyetli olanları seçti ve onları insanların başına geçirdi, binlerin başı, yüzlerin başı, ellilerin başı ve onların başı olarak.
26. Ve insanlar hakkında her zaman bunlar hüküm verdiler: ağır meseleleri Musa’ya getirdiler, küçük meselelerde kendileri karar verdiler.
27. Ve Musa kaynatasını uğurladı; o da kendi diyarına gitti.
Sonuç olarak, bir toplum veya örgütü iyi yönetmek istiyorsak, “peygamber bile olsak”, deneyimli insanlara kulak vermek, karar ve yönetim yetkimizi seçkin yardımcılarla paylaşmak zorundayız.
Aşağıdakilere de Kulak Verin!
Peki, büyükleri dinlememiz gerekiyor da, kendimizden yaş veya makam bakımından küçük olanları ne yapacağız? Onların yönetimde nasıl bir rolleri olabilir? Bu soruya Kur’an-ı Kerim’de, Enbiya Suresi 78. âyette şöyle cevap veriliyor:
“Ve Davud ile Süleyman’ı da an. Hani bu ikisi bir topluluğa ait koyun sürüsünün geceleyin girip otladığı bir ekin hakkında hüküm vereceklerdi ve Biz de onların bu hükümlerine tanık idik. Bu olayda Süleyman’ın dâvâ konusunu (daha derinden) anlamasını sağladık; bununla birlikte, Biz her ikisine de sağlam bir muhakeme gücü ve ilim bahşetmiştik.”
Kıssaya göre, bir koyun sürüsü geceleyin yolunu şaşırarak komşu tarlaya girer ve ekine zarar verir. Süleyman henüz 11 yaşında bir çocuktur. Babası, Peygamber-Kral Hz. Davud zararı hesap ettirir ve koyun sürüsünün değerine eş bir zarar ortaya çıkar. Bunun üzerine Peygamber-Kral sürüyü ekin sahibine verir, böylece zararı tazmin ettirir. Fakat küçük Süleyman bu hesabı beğenmez. “Taraflar hakkında bundan başka bir karar daha mülayim ve uygundu” der. “İşinizi ben üstüme alsaydım, bundan farklı hüküm verirdim.” Onun bu sözünü Hz. Davud’a haber verirler. Davud, Süleyman’ı çağırıp sorar: “Sen onlar arasında başka nasıl hüküm verirdin?”
Hz. Süleyman babasına hükmün değiştirilmesi gerektiğini ve koyun sürüsünün sadece bir yıllık geçici intifa hakkının (süt, yün, o yıl doğan kuzular, vb.) ekin sahibine verilmesinin; koyun sahibininse, eski haline getirinceye kadar tarlayı ıslah ve onarımla yükümlendirilmesinin ve sonunda tarlanın da, koyunların da eski sahiplerine iade edilmesinin uygun olacağını söyler. Bu yolla hem davacının uğradığı kayıp giderilmiş, hem de davalı mağdur edilmemiş olur. Hz. Davud bu çözümü beğenir ve uygular.
Bu kıssadan çıkarılacak dersleri şöyle özetleyebiliriz:
Süleyman, “ben daha 11 yaşında bir çocuğum, boyumdan büyük işlere karışmayayım; babam hem kral hem peygamber, ondan iyi mi bileceğim” demiyor. Âyet-i kerimeden açıkça anlaşıldığı üzere, Allah’ın verdiği destekle, babasından daha iyi bir çözüm geliştirip öneriyor.
Babasını eleştirirken olumsuz bir hüküm cümlesi kurmuyor. “Babam yanlış yahut kötü bir hüküm verdi” demiyor! Belki neticede aynı anlama gelebilecek olumlu bir ifade kullanıp, “bundan daha iyi bir hüküm verilebilir” diyor. Haklılık, olumsuz ifadeleri haklılaştırmaz! Üslup, gerçekten daha gerçektir.
Babası, “sen de kim oluyorsun; kral ve peygamber olan benim” demiyor. Biliyor ki, “her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” Hükmü dinliyor ve kendi hükmünden daha derin ve doğru olduğunu anlıyor.
Anlamak yetmez, kabul etmek de lâzım. Babası hükmü hem kabul ediyor, hem de uyguluyor.
Paylaş
Tavsiye Et