VESTFALYA sistemi ile doğan, Fransız ihtilali ile olgunlaşarak dünyaya yayılan ve imparatorlukları parçalayan ulus devlet formu, kurulması aşamasında AB’nin yüzleşmek zorunda kaldığı en derin problem alanıdır. AB üyesi ülkeler bunu aşmak için sayısız formüller denemektedir. Öyle ki 16 Haziran 2003’te ilan edilen anayasa taslak metninin giriş bölümünde “Avrupa halkları eski bölünmelerini ortak bir kader doğrultusunda aşarken, aynı zamanda ulusal kimlikleri ve tarihleriyle gurur duymaya devam edeceklerdir” şeklinde bir ibare ilave edilmiştir. Geleceğini arayan AB’nin temel problemlerini üç boyutta analiz etmek mümkündür. Bunlar stratejik, kültürel ve siyasal boyutlardır.
Stratejik Boyut
Küresel düzenin belirleyici aktörü olma yolunda ilerleyen Avrupa Birliği’nin en temel problemi oldukça farklı tarih, kültür dil ve kiliseye ait değişik ülkeleri bir güç temerküzü haline getirmek olacaktır. Bu bağlamda üye ülkelerin milli menfaatleri ile Birliğin genel menfaatlerini uzlaştırma meselesi potansiyel problem alanı olarak durmaktadır. Bu problemler her an Avrupa Birliği’ni zora sokmaktadır. Zira, Rusya’nın eski gücünü kaybetmesi sonrasında Soğuk Savaş’ın müttefik güçleri ABD ile AB arasında başlayan rekabet, Irak Krizinde de AB’nin bu sorununu gün yüzüne çıkardı: Fransa ve Almanya’nın tavrına rağmen sekiz Doğu Avrupa ülkesi ABD’nin hareketini desteklediğini açıklarken Portekiz, İngiltere ve ABD ile birlikte oluşturulan “Azor Düzeni” yeni dünya düzenine ev sahipliği yapmaktan çekinmedi. Almanya ve Fransa ABD’nin Irak’a düzenlediği harekata açık olarak karşı çıkmasına rağmen üye ülkelerin bu tavrına karşı hiçbir yaptırım uygulatamadı. Kısacası AB iç ve dış dinamikler arasında dengeli politikalar kurmakta zorlanmaktadır.
Avrupa Birliği’nin mayınlı alanlarından birisi de İngiltere’nin AB içindeki tutumudur. İngiltere’nin izlediği iç ve dış politikalar çoğu zaman AB’nin genel politikalarıyla çatışmaktadır. Bu politikaların başında para politikası gelmektedir. Yaklaşık iki asırdır senyoraj hakkından büyük kârlar elde eden İngiltere şimdilik euroya geçmeme konusunda kararlı gözükmektedir. Ayrıca İngiltere’nin, Avrupa Birliği’nin yapısına ilişkin tezleri temelde Fransa ve Almanya ile çelişmektedir. İngiltere bu iki ülkenin AB’nin uluslarüstü kurumların inşasıyla derinlemesine genişlemesi tezine karşın, hükümetler arası kuruluşlar yoluyla enlemesine genişlemesini ve isteyen üyenin her an birlikten çıkmasını ileri sürmüştü. Fransa ve Almanya’nın tepkisiyle başta para politikaları olmak üzere bir çok alanda sıkı birlik öngörüldü ve hem derinleşme hem de genişleme AB’nin büyüme politikası olarak benimsendi. Böylece büyüme süreci hızlandı ve buradan iki vitesli Avrupa fikri doğdu.
Son olarak İngiltere dış politikada ulusal menfaatleri gereği ABD’nin yanında yer almaktadır. Soğuk Savaş sonrasında ABD hiçbir müdahalesini İngiltere olmaksızın yapmadı. Güneş batmayan imparatorluğun engin tecrübesine sahip İngiltere iki yüzyıldan fazla devlet tecrübesi olmayan ABD’ye diplomasi alanında yol gösterdi. Küresel güç ABD ile arasındaki bu “çok özel ilişkinin” karşılığını değişik ticari alanlarda görmeye devam ediyor. Kısacası İngiltere’nin izlediği “bekle gör politikaları” ABD karşısında küresel güç olmaya çalışan AB’nin hızını frenlemekte ve üyelerin motivasyonunu kırmaktadır.
Kültürel Boyut
Avrupa Birliği’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer problem alanı ise farklı tarihi ve kültürel geçmişe sahip devletleri Avrupalılık üst kimliği altında bir arada tutmak ve buna paralel olarak Avrupalı olmayan unsurları sistem içerisine çekmek oldu. Bu anlamda iki kurucu aktör Fransa ile Almanya arasındaki tarihi rekabet Avrupa Birliği’nin görünmeyen, fakat her an patlayabilecek risklerinden birini oluşturmaktadır. Fransa AB’nin kurumlarına şu veya bu şekilde kendi damgasını vurmak istemektedir.
Almanya tarih boyunca kıta Avrupa’sını tabii yayılma alanı olarak görmüş ve çeşitli dönemlerde Avrupa’nın fethine girişmişti. Fransa ile kendi arasındaki Alsace-Lorraine bölgesinin konumu bu mücadelenin en sembolik örneğidir. Bu iki ülkeden hangisi daha güçlüyse bu bölgeye o devlet hakim oluyordu. İki ülke arasında rekabet ve savaşlar o boyutlara varmıştır ki barış tesis etmek şart olmuştur. Almanya ile Fransa’nın aralarında yaptıkları ilk birlik savaşın hammaddesi kömür ve çelik alanında olmuştur. Amaç, ana savaş sanayi girdilerinin üretiminin kontrol altında tutulmasıdır.
Almanya Führer’in ırkçı temele dayanan Büyük Avrupa İmparatorluğu kuramlarını, Üçüncü Reich hülyalarını ve Hitler dönemini bir tür travma olarak görmesine rağmen, kendine has milliyetçiliğinden kopamadı. Alman seçkinleri tarih boyunca ulusal vizyonlarla hareket etmekten kendilerini alamadılar. Onlara göre Almanya’nın yeri Avrupa’nın ortasıdır ve Avrupa’nın da yeni bir uluslar üstü siyaset anlayışının merkezi olması gerekir.
Avrupalı olmayan öteki unsurların sistem içerisine çekilmesi AB adına en çetin sınav olacaktır. Avrupa kökenli olmayan yeni Avrupalıların sistem içerisine çekilmesi Avrupa Kimliğinin uzun vadede dönüşmesini sağlayacak ve AB’nin kendisini küresel güç haline getirecek olan çoğulculuk ilkesi korunmuş olacaktır. Şayet tersi gerçekleşirse AB’nin Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun mirasını askeri araçlar yerine ekonomik ve siyasal araçlarla yeniden inşa etme çabasından başka bir şey olmadığı tezi doğrulanacaktır. Bu risk Avrupa’da ırkçı hareketlerin yükselmesi, sosyal ve etnik çatışmaların artması ve mikro-makro karışımı yeni bir tür milliyetçiliğin doğması riskini taşımaktadır.
Siyasal Boyut
Kuşkusuz mevcut yapısıyla Avrupa Birliği ulus üstü örgütlenme tipi olarak en ileri örnek olmasına rağmen hâlâ tam anlamıyla nihai yapısına kavuşmamıştır. “Derinleşme” ve “genişleme” stratejilerini aynı anda yürüten birlik bir taraftan eski Komünist Blok’tan ülkelerle doğuya genişlemesini sürdürürken, diğer taraftan ortak bir ordu kurmakta, ortak para basmakta ve Avrupa Birliği vatandaşlığı ihdas ederek kendi iç dönüşümünü gerçekleştirmektedir. Bu ise birlik içinde görev ve sorumlulukları yeniden belirlenen birtakım alt grupların oluşması ve ulusal çıkarlara dayalı politikaların yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir. Burada amaç baskı grupları ve sivil toplum kuruluşlarının ulusal düzeyde etkinliği azaltmak, bireysellikten ve ulusal çıkarlardan uzak, daha cemaatçi bir yapı inşa etmektir. Siyasi partilerin parti programlarına ve propagandalarına varıncaya kadar bir sürü değişiklik planlanmaktadır. İşte bu noktada üye ülkelerin farklı hukuki, sosyal ve siyasal yapılara sahip olması ve bazı devletlerin AB’ye yetki devrinde anayasaları gereği veya çeşitli değişik sebeplerden dolayı cimri davranması Birliği sürekli zora sokmaktadır.
Fransa ortaya attığı “milli devletlerin birliğin bir yaptırımına ilişkin iç problemlerini kendilerinin çözmelerine; problemi aşamadıkları takdirde AB’nin müdahalesine” ilişkin ‘ikincillik prensibi’ bu paradoksu aşmaya çalışmaktadır, fakat başarılı olduğunu söylemek güçtür. Üyelerin hareket alanına esneklik getirmekle birlikte diğer üyelerle birlik arasındaki sorunu çözümsüz bırakmaktadır. Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür: AB stratejik, kültürel, siyasal ve ekonomik problemlerine uzun vadede çözüm bulmadıkça sürekli krizlerle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Kısa vadede Birlik her bir ülkenin milli ve tarihi emellerini aşmada zorlanacaktır. Fakat küreselleşme süreci ve uluslararası yönetişim olgusu dünya çapında ulus devletleri aşındırdığı oranda ve yeni uluslararası yönetişim kavramlarının milli devletlerin gündemine girdiği oranda Birliğin ortak Avrupalı üst kimliği inşa etme kabiliyeti artacaktır. Böylece milliyetçilik duygularını da törpüleyebilecektir.
Paylaş
Tavsiye Et