KUVVETLER ayrılığı teorisinin mimarı Montesquieu, yargıyı ağırlığı olmayan kuvvet olarak tanımlayarak, yargının esas işlevinin, diğer kuvvetler arasında hakemlik yapmak olduğunu söyler. Son yıllarda kritik karar ve uygulamalarıyla tartışmaların odağındaki Türk yargısının, bu öngörünün çok uzağında olduğunu belirtmek gerekiyor. Eski YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç, İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki Anayasa Hukuku derslerinde, kuvvetler ayrılığı prensibinin esas olarak yasama-yürütme ilişkileri ile ilgili olduğunu, yargı erkinin her zaman ve her modelde bağımsız yerini koruduğunu belirtiyordu. Gerçekten de, parlamenter rejimin tarihsel gelişimine ve Batılı ülkelerde ortaya çıkan farklı modellerine; örneğin, İngiltere’de klasik parlamenter rejime, ABD ve Fransa’da kuvvetlerin sert ayrılığı prensibine dayalı başkanlık ve yarı başkanlık rejimlerine bakıldığında, yasama ve yürütme erkleri arasındaki gerilim ve çatışma alanları üzerinden, her ülkenin kendi koşullarına uygun bir modele ulaştığı, buna karşın yargı erkinin tartışma konusu yapılmadığı görülüyor. Bazı siyasi hesaplar uğruna, zaten doğru dürüst kurumsallaşamamış Türk yargı teşkilatının yıpratılması ülkenin geleceğine yapılan en büyük kötülüklerden biri. Resmî ve gayriresmî muhalefet kesimleri bu konuda birinci derecede sorumlu olsalar da, iktidarın ve kendisini ona yakın hisseden kesimlerin de bu süreçte gerekli sağduyulu duruşu sergilediklerini, siyasi hesaplar dışında bu ülkenin geleceğine karşı bir sorumluluk bilincine sahip olduklarını söylemek zor.
Bu gerçeklere rağmen, Türkiye’de yargı konusunda tartışmalar büyük ölçüde ve kasıtlı olarak, siyasetin yargıya müdahalesi yanılsaması üzerinden yürütülüyor. Buna karşın, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) örneğinde görüleceği üzere, bizzat yargının, yargıya ve siyasete müdahale ettiği gerçeğinin üstü de örtülmeye çalışılıyor. HSYK’nın cesur ve cüretkâr, ancak tamamlanamayan son girişimi, bu gerçeği bir kez daha ortaya çıkardı.
Güncel tartışmayı anlamak bakımından, HSYK’nın yapısını kısaca özetlemek gerekiyor: Yedi üyeden oluşan HSYK’nın üç üyesi Yargıtay’ın, iki üyesi de Danıştay’ın her üye için önerdiği üçer isim arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Önerilecek üç ismin her biri, salt çoğunluğun, yani hâkim olan siyasi ve ideolojik görüşün tercihleri doğrultusunda ayrı ayrı seçiliyor. Yargıtay ve Danıştay üyelerini de HSYK seçiyor. Yani, HSYK üyelerini yüksek mahkeme üyeleri, yüksek mahkeme üyelerini de HSYK üyeleri belirliyor. Diğer iki üye de Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı. Mevcut durumun, yüksek yargıda bir kast sistemi ve kısırdöngü oluşturduğu aşikar.
HSYK’nın ve yüksek mahkemelerin yapısı ise tam anlamıyla 1982 Anayasası’nda şekillendirildi. Bugünkü haliyle HSYK’nın yargıdaki işlevi, yine 1982 Anayasası’nda teşkilatlandırılan Anayasa Mahkemesi’nin yasama faaliyetleri alanındaki işlevi ve YÖK’ün eğitim alanındaki işlevi ile benzer. 1982 Anayasası’nın, yürütmeyi sınırlama eğilimi HSYK örneğinde de çok belirgin bir biçimde kendini bir kez daha gösterdi. Ve elbette HSYK ve diğer yüksek yargı organlarının bu pratikleri ile yargının, yasama ve yürütme karşısında bağımsız yerini koruması da mümkün görünmüyor.
HSYK, hâkim ve savcıların terfi, tayin, nakil ve disiplin işlemleri ile ilgili kararların verildiği tek ve nihai yetkili mercii. Şemdinli Davası’nın savcısı Ferhat Sarıkaya’nın ve 12 Eylül darbecileri hakkında soruşturma açılmasını isteyen savcı Sacit Kayasu’nun HSYK tarafından meslekten ihraç edilmeleri örneklerinde görüldüğü üzere, Kurul’un kontrol ve dizayn mekanizması oldukça etkili bir biçimde işliyor. Yüksek Askerî Şûra kararlarında olduğu gibi, HSYK’nın kararlarına karşı yargı yolunun kapatılmış olması da bu işlevini güçlendiriyor. 2009 yılı Yaz Kararnamesi’nde ise HSYK bu kez, Ergenekon, PKK’nın şehir yapılanması KCK ve faili meçhuller gibi kritik konularda devam etmekte olan davaların hâkim ve savcılarını hedef aldı. Ancak bu, hem hükümet hem de kamuoyu nezdinde ciddi bir dirençle karşılaştı. HSYK’nın bu girişimi başarıya ulaşamasa da, durumun vahametini göstermesi bakımından yeterince açıklayıcıydı.
Mithat Sancar tarafından 2008 yılında TESEV için hazırlanan “Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar” başlıklı araştırmadaki HSYK krizine ışık tutan bazı önemli sonuçlara değinmek gerekiyor. Araştırmada, hâkim ve savcılarla yüz yüze yapılan görüşmelerde, HSYK’-nın girişimi ile tartışılmakta olan tayin ve atama uygulamalarının, hâkimler ve savcılar için en büyük korku hatta “kabus” olduğu sıklıkla vurgulanıyor. HSYK tarafından hâkim ve savcılar hakkında açılan soruşturmaların da büyük bir baskı oluşturduğu ve bu nedenle hâkim ve savcıların “dengeleri gözetmek” zorunda kaldıkları gerçeği de araştırmanın bir başka kritik tespiti. HSYK kaynaklı bu korku, yargı bağımsızlığının aslında bizzat Türk yargı teşkilatında “belirleyici” idari otorite olan HSYK tarafından ihlal edildiğini ortaya koyuyor. Yine aynı araştırmada, yargı teşkilatının uygulayıcıları olan hâkim ve savcıların, “Devlet mi, adalet mi?” sorusuna azımsanmayacak bir oranının devletten yana cevap verdiği ve bazı savcıların kendilerini “Cumhuriyet’in savcısı” olarak yani devletin çıkarlarından yana konumlandırdıkları görülüyor.
Vicdanı ile HSYK arasında sıkışmış bir yargının, adalet ve hukuktan yana karar vermesi elbette beklenemez. Nitekim HSYK ve diğer yüksek yargı organlarının karar ve uygulamaları, hâkim ve savcıların karar ve uygulamalarını da şekillendiriyor. Yargının Ergenekon Davası ve diğer davalarda ortaya koyacağı pratiğin bu nedenle dikkatle takip edilmesi gerekiyor.
Son tartışmalar, Askerî Yargı’dan HSYK’ya, Yargıtay ve Danıştay’dan Anayasa Mahkemesi’ne, tüm yargıyı kapsayacak bir yargı reformunun aciliyetini bir kez daha ortaya koydu. Mevcut Yargı teşkilatının 1982 Anayasası’nın ürünü olduğu düşünüldüğünde, kapsamlı bir yargı reformunun yolunun yeni bir anayasadan geçtiğinin de anlaşılması gerekiyor. Zira 1982 Anayasası’nın ruhuna işlemiş olan otoriter zihniyet, yaşanan her siyasi krizde siyaset sahnesine yeni aktörler kazandırmaya devam ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et