Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Rusya’ya okumak için gelen geriye tabutta döner / Yelena Rotkeviç, İzvestiya, 16 Ekim 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
13 Ekim günü Rusya’nın Kuzey başkenti diye bilinen St. Petersburg’da meydana gelen bir cinayet vakası, daha fazla göz ardı edilemeyecek olaylar üzerinde düşünüp çözüm yollarını aramaya sevk etti bizi. Rusya’da son yıllarda beliren ve gittikçe tehlikeli boyutlara ulaşan neo-faşist hareketin ideolojik temelinde, bütün milliyetçilik sınırlarını aşan ve özellikle Asya ve Afrika ülkelerinden gelen yabancılara karşı şiddetli düşmanlık olarak ifadesini bulan bir ırkçı ayrımcılık yatar. İlk defa 1990’lı yılların başında ortaya çıkan ve bugün Rusya genelinde sayıları 50 bine ulaşan neo-faşistler, saçlarını çok kısa kestirdikleri veyahut tamamen kazıttıkları için, halk arasında ‘skinhead’ adıyla biliniyor. Genelde yaşları 13-19 arasında olan bu gençler, 3 ila 10 kişi arasında değişen gruplar oluşturuyorlar. Fakat sıkı bir disiplin ve hiyerarşiye sahip 200-250 kişilik gruplar da mevcut. Rusya’nın 85 şehrinde faaliyet gösteren bu akım, ülkeye çalışmak veya okumak için gelen yabancıların kendilerini güvende hissetmemelerine neden oluyor.
13 Ekim günü Vietnam uyruklu 20 yaşındaki bir öğrencinin yaklaşık 15 kişilik bir grup tarafından bıçaklanarak öldürülmesinin, 6 yaşındaki bir çingene kızı öldürme suçundan yargılanan birkaç neo-faşistin mahkeme duruşmalarının başladığı güne tekabül etmesi bir rastlantı olabilir mi?
Vietnamlı öğrencinin hayatını kaybetmesinden yalnızca birkaç saat sonra olay yerinde toplanan yüzlerce yabancı uyruklu öğrenci bir eylem düzenlediler. Güvenliği sağlayamayan hükümetin hiçbir önlem almamasını protesto eden öğrencilerin, “Okumak için gelen geriye tabutta döner”, “Kahrolsun ‘skinhead’ler”, “Bu ölümler bize yeter” sloganlarıyla hükümetten istedikleri tek şey, Rusya’da yaşayan, okuyan veya çalışan yabancıların güvenliği için önlem alınmasıydı.
St. Petersburg’da faaliyet gösteren neo-faşistlerin saldırıları bu sene içinde aşırı derecede sıklaştı. Ocak ayında Afrikalı bir öğrencinin kimliği tespit edilemeyen kişiler tarafından ölünceye dek dövülmesi, Mart ayında bir metro istasyonunda Suriyeli bir öğrencinin trenin altına itilmesi, Haziran ayında Sri Lankalı bir öğrencinin başka bir saldırıya kurban olması ve nihayet yalnızca birkaç hafta önce Libyalı bir öğrencinin kaldığı yurdun önünde bıçaklanarak öldürülmesi bu korkunç vakaların başında geliyor.

Tavsiye Et
Irak Savaşı’nın terör yankıları / Vladimir İordanskiy, Nezavisimaya Gazeta, 18 Ekim 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Dünya, Beslan’daki terör saldırısının etkisini henüz atlatamamışken teröristler, Kızıl Deniz’in kenarında bulunan bir tatil beldesine düzenledikleri yeni saldırı ile bu kez Mısır halkını kurban seçti. Otellerdeki patlamalar, Mısır güvenlik teşkilatını da hazırlıksız yakaladı.
Yakın Doğu uzmanlarının birçoğu, ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırmasının ardından intikam amacı ile düzenlenen terör eylemlerinin artacağı konusunda uyarıda bulunmuşlardı. Irak’a karşı başlatılan savaş, Arap ülkeleri ile sınırlı kalmayıp topyekûn İslam Dünyası’nda büyük bir yankı buldu. Irak’ın bu savaşta mağlup olması, Iraklıların maruz kaldığı işkence ve eziyetler, Yakın ve Orta Doğu’da öfke ve ksenofobi dalgalarının yayılmasına yol açtı. Müslümanların gönül yarası olan Filistin’e bir de Irak acısı eklendi.
Birilerinin arkasına saklanarak savaşı sürdürmek ve başkalarının elleri ile amaçlarına ulaşmak isteyen Amerikalılar, Iraklılardan oluşan bir polis gücü ve ordu kurma yolunu seçtiler. İşsizliğin kol gezdiği bu ülkede, neredeyse servet sayılan bir maaş karşılığında polis ve orduda görev almak isteyenlerin sayısı az değil. Fakat işgalcilerin hesaba katmadıkları şey, Irak halkının “Amerikan kuklası” olan polis ve orduya şiddetli tepki göstermesidir. Ülkeyi bir iç savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakan bu uygulama, polis ve ordu kayıt merkezlerine karşı düzenlenen terör saldırısı sayısının artmasına da yol açtı.
ABD’nin Irak’taki siyaseti, Iraklıların istek ve gereksinimlerini nazara almamanın yanı sıra, aşırı sertlik ve yerli halkın zihniyeti ile duygularını anlamazlıktan gelme özelliğine de sahip. İşgalci rejimin propaganda organları, askerî operasyonlar sırasında Mısır, Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin vatandaşlarının tutuklandığını ileri sürerek, Amerikan zulüm ve baskısına karşı gerçekleştirilen eylemlerden “uluslararası teröristler”in sorumlu olduğu konusunda ısrar etmeye devam ediyor.
Bu doğru olabilir zira şu an Irak, bütün Arap dünyasının gözünde yeni ve eski sömürgecilik sistemlerine karşı direnişin simgesi konumundadır. Amerikalıların kendilerini temize çıkarmak maksadı ile dile getirdikleri vakalar ise, aslında Irak’ın, Amerikan işgalci ve sömürgeci politikasını hedef alan uluslararası Arap direnişinin merkezi haline geldiğine işaret ederek, ABD’nin Yakın ve Orta Doğu’da ciddi stratejik hatalar yaptığını gösteriyor. Irak halkının bağımsızlık mücadelesini desteklemek için yola çıkanlar, Ürdün, Suriye, Kuveyt sınırlarında durdurulmaya çalışılsa da, bu akımın azalmayacağı, hatta zaman geçtikçe daha da artacağı bugünden belli. Gerçek şu ki, Irak’ta lokal bir savaş başlatan Amerika ve müttefikleri, Basra Körfezi’nden Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan Arap dünyası ile karşı karşıya geldi.
Bölgedeki siyaseti yüzünden ABD, Yakın Doğu’daki ortaklarını da çok güç durumda bıraktı. Kısa süre önce Mısır’da gerçekleştirilen terör saldırısı, yabancı turistleri hedef almanın yanı sıra, Hüsnü Mübarek’in Amerika ve İsrail yanlısı politikasını da hedef alıyordu. Suudi Arabistan’daki patlamalar ve Batı ülkelerinin vatandaşlarına karşı düzenlenen saldırılar, teröristlerin bu ülkede de faaliyete geçtiklerini gösteriyor.

Tavsiye Et
Türkiye Doğu ile Batı arasındaki boşluğu doldurabilir mi? / The Sydney Morning Herald, 18 Ekim 2004
Avustralya Basını
Çeviri: Ebru Afat
Batı ile İslam arasındaki ilişki son zamanlarda kanlı merceklerden izlenmektedir. Aşırı uçların gaddarlıkları, Afganistan ve Irak’ta ABD’nin öncülüğünde düzenlenen misilleme saldırılar, bitmeyen Arap-İsrail çatışması ve bütün taraflarda görülen retoriksel aşırılık, dünyanın yıkıcı bir medeniyetler çatışmasına tanıklık etmeye mahkum edildiği kanaatini güçlendirdi. Bu böyle olsa da olumlu, çok ciddi bir potansiyel barındıran bir uzlaşma macerası, yüzyıllar önce Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristiyan Avrupa arasındaki uzun mücadeleye dayananların torunları tarafından kısa süre içinde başlatılabilir. Bu ayın başlarında, Türkiye’nin bu düşünceyi ilk defa kuramsal açıdan tartışmaya başlamasından yaklaşık 40 yıl sonra, Avrupa Komisyonu, Türkiye’nin AB’ye giriş müzakerelerinin başlatılmasını tavsiye etti.
Kutlamalara girişmek için oldukça erkendir. Komisyon’un kararı AB liderlerinin Aralık’ta yapılacak zirvesinde onaylansa bile, müzakereler zor olacak ve uzatılacaktır. Müzakerelerin on yıl sürmesi ve belki de başarısızlıkla sona ermesi beklenmektedir. Komisyon’un ortaya koyduğu gibi müzakereler “sonuçları peşinen garanti edilemeyen açık uçlu bir süreç” olacaktır. Bu ihtiyatta haklılık payı da vardır. Birçok Batı Avrupalının gözünde Türkiye’nin sorunu, çok büyük, çok fakir, çok farklı ve çok uzak olmasıdır. Bundan başka, The Economist’in geçenlerde belirttiği gibi, mesele Avrupa’nın Türkiye’yi kabul edip etmeyeceği değil Türkiye’nin Avrupa’yı kabul edip etmeyeceğidir.
Engelleri bir düşünün. 70 milyonluk nüfusuyla Türkiye, genişleyen AB’deki en kalabalık ulus olacaktır. Türklerin çoğu Avrupa standartlarına göre yoksuldur, çoğu Müslüman’dır; coğrafî olarak bakıldığında çoğu Avrupa’da değil Asya’da yaşar. Fransa ve Almanya’da Türkiye’nin önerilen üyeliğine karşı özel bir düşmanlık bulunmaktadır. Her iki ülke de çoktan beri içeride toplumsal baskılarla karşılaşmaktadırlar; çünkü farklı tarihî sebepler yüzünden, önemli ölçüde ve gittikçe büyüyen Müslüman azınlıklara sahiptirler.
Müslüman karşıtı önyargılar bir yana, Batı Avrupalılar (mevcut Recep Tayyip Erdoğan hükümeti geçen iki yılda çok önemli reformlar yapmış olsa da) Türkiye’nin kusurlu insan hakları sicilinden de endişeleniyorlar. En pragmatik olanları ise Türkiye’yi bağrına basmanın AB bütçesine getireceği potansiyel maliyetten kaygılanıyor ve Türk işçileri akınının Avrupa işgücü piyasalarını boğmasından korkuyorlar. Bu son hususla ilgili olarak Avrupa Komisyonu, ölçüsüz göçü durdurmak için AB’ye sınırlarını Türklere kapatma hakkı veren bir garanti, Ankara’nın ikinci sınıf üyelik ima ediyor gibi görebileceği bir edat önerdi.

Tavsiye Et
“Belki evet” yıllarından sonra / Jonathan Steele, The Guardian, 22 Ekim 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Avrupa Birliği’ne giriş üzerine Türkiye’nin şimdiye kadar almış olduğu en iyi rapora rağmen İstanbul’un, yani bu en Avrupalı Türk şehrinin üzerindeki şüphe ve sabırsızlık bir türlü geçmek bilmiyor.
AB üyeliğini destekleyen Türkler, durumdan memnuniyet duymalarına rağmen, hâlâ ikna olmuş değiller. Zirve ilke olarak evet dese bile bir tarih belirlenmeyeceğinden korkuyorlar. Fransa ve Almanya’da gittikçe artan Türkiye kuşkuculuğunu görüyorlar. Komisyon’un “Brüksel istediği zaman tek taraflı olarak müzakereleri erteleyebilir” uyarısını akıllarında tutuyorlar. Türkiye’ye tam üyelik yerine özel bir statü ya da “imtiyazlı ortaklık” verme çağrısı yapan sesleri duyuyorlar.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Avrupa Parlamentosu’ndaki Yeşiller’in bu hafta İstanbul’da düzenledikleri özel bir konferansta şunları söyledi: “Yeni çekinceler yaratmamak önemlidir ve bizim için geçiş mekanizmalarının engelleme çabalarına dönüşmesini kabul etmek mümkün değildir.”
Ülkenin dışında, Türkiye’yi AB üyeliği yoluna girmeye büyük ölçüde ekonomik faktörlerin yönelttiği ve Birliğin bu zenginlik rüyasını siyasî değişimi gerçekleştirmek için kullandığı yönünde yaygın bir kanaat bulunuyor. Ankara’daki hükümetlerin siyasî reformlara son yıllarda başladıkları ve henüz iki yıl önce iktidara gelen ılımlı İslamcılardan daha gayretlisinin olmadığı kesinlikle doğrudur. Bu hükümettekiler işkenceyi sona erdiren, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni kaldıran ve ordunun siyasî rolünü azaltan değişiklikleri kanunlaştırdılar. Ancak insan hakları savunucuları, bu analizin halkın değişim yönündeki baskılarını hafife aldığını ileri sürüyor. Kamuoyunun büyük bir rol oynamış olması, Türkiye’nin birçok Avrupalının farkına vardığından çok daha demokratik olduğunun bir işaretidir.
AB’nin Türkiye’yi Orta Doğu’ya bir köprü olarak kullanması yorumu da İstanbul’da basite indirgeyici bir yaklaşım olarak görülmektedir. AB’ye girişi destekleme şampiyonlarından bazıları, Türkiye Birliğin içinde yer aldığı takdirde Arap devletlerinin onunla daha az ilgileneceğini iddia ediyor. Araplar her halükarda Brüksel ile kendi ortaklık anlaşmalarını yapıyorlar. AB’nin Orta Doğu’ya en iyi “köprüsü”, İsrail’in Filistinlilerle olan çatışmasında daha güçlü ve daha bağımsız bir çizgi geliştirmesidir.
AB, Türkiye’yi kabul etmek doğrultusunda oldukça ileri adımlar attı. Öyle ki bir duraklama, ülkenin demokratlarına bir ihanet olduğu kadar bölge ve bütün İslam Dünyası için de korkunç bir işaret olacaktır. İslam’a atılmış bir tokat ve “medeniyetler çatışması”nda yeni bir hamle şeklinde yorumlanacaktır. Türkler çok fazla bölünmüş durumda; ancak büyük çoğunluk Avrupa’ya girmeyi istiyor. Avrupa “belki evet” ile “evet ama ne zaman” dediği yıllardan sonra bir anda hayır diyemez.

Tavsiye Et
İşgal ve güvenliksizlik Ramazan iklimini yok etti / Hânî Âşûr, El-Quds el-Arabî, 16 Ekim 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Savaş zamanları da dahil, Iraklıları asırlardır Ramazan gecelerine uyandıran davulun sesi artık duyulmuyor. Artık orada burada patlayan bombaların sesleri davulun sesini çoktan bastırdı bile. Gece-gündüz Irak semalarında turlayan Amerikan savaş uçakları ve helikopterleri de Irak halkının ezanı ve camilerde okunan Kuran-ı Kerim’i dinleme zevkini ellerinden aldı. Sanki tüm bunlar geçmişte kaldı. Sokaklarda dolaşan tankların sesinden başka bir ses duyulmaz oldu.
Gecenin gelmesiyle beraber karanlık giysilere bürünen Bağdat ise Abbasi döneminden beri süren ve bu şehirle adeta özdeşleşen Ramazan gecesi şenliklerinden mahrum. Önceleri her öğleden sonra Kerbela, Samarra, Necef, Kazımiye gibi kutsal şehirlerde ve İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Abdülkadir Geylani’nin türbeleri etrafında kurulan iftar sofralarına rağbet gösteren Iraklılar, şimdi aynı saatlerde Bağdat sokaklarında devriye gezen ABD birliklerinin yarattığı trafik sıkışıklığına ve kalabalığa yakalanmamak için koşa koşa evlerinin yolunu tutuyorlar. İftardan sonra da bazı yakın camilerde teravih namazı kılmak dışında kimsenin dışarı çıkma cesareti ve lüksü yok. Zira korku sebebiyle en kısa mesafeler bile bir hayli uzayabiliyor.
Sahur vaktine kadar insanlar ve müşterilerle dolup taşan kahvehaneler de bomboş; ne gelen var, ne giden! Her Ramazan, insanların geceleri akın ettiği Kazımiye ve Azamiye gece yarısının gelmesiyle birlikte birden bire boşalıyor. Şimdiki ziyaretçileri başıboş dolaşan köpekler, bir de yolda hareket eden her şeye namlusunu çeviren zırhlı arabaların üzerindeki ABD askerleri.
Tatlıcılar ve onların sattığı baklava dolu iri tepsilerden başka Ramazanı hatırlatan hiçbir işaret yok! Bu dükkanlar da akşamın erken saatlerinden itibaren tezgahlarını teker teker kapatıyor. Tatlı almayı arzu eden müşterilerin öğle ya da ikindi saatlerinde alışverişini yapması gerekiyor. Irak’ta şu an bir korku iklimi yaşanıyor. Akşam insanlar evlerine döndüklerinde kimsenin kimseyi sormadığı, merak etmediği saatler başlıyor.

Tavsiye Et
Filistinli ya da Suudi olsaydınız kimi seçerdiniz? / Abdurrahman er-Raşid, Eş-Şark el Awsat, 17 Ekim 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Eğer bir Filistinli ya da Suudi Arabistanlı iseniz, yapılmasına çok az bir zaman kalan ABD seçimlerinde George Bush’un kazanmasını isterdiniz. Eğer Iraklı, Mısırlı ya da Suriyeli olsaydınız Allah’a, Bush’un ömrünü kısaltması ve Beyaz Saray’a John Kerry’nin gelmesi için dua etmenizi tavsiye ederdim. Ancak ne yazık ki burada seçimini yapacak olan, ABD halkı. Bizler değiliz. Halbuki seçilecek olan liderin izleyeceği politikalar tüm dünyayı ilgilendirir nitelikte.
Herkesin kendine göre bir sorunu ve bakış açısı var. Biz de kendi bölgemizde, diğer tüm beklentide olanlar gibi her lideri verdiği ya da vermediği vaatlere göre tanıyor ve değerlendiriyoruz. Mesela Filistinliler her daim Beyaz Saray’da bulunan Başkan’dan şikayet eder; ancak bir diğerinin seçildiği günden itibaren de önceki için gözyaşı dökerek gelenin gideni arattığından yakınırlar.
Kerry İsrail’i önceleme konusunu rakibi Bush’a göre daha ileri boyutlara götürüyor. Yapılan yoklamalarda önde görünen Kerry’nin ABD’yi önümüzdeki 8 yıl boyunca yönetmeyi hedeflemesi, onu zorunlu olarak İsrail’in taleplerine karşı daha tavizkâr olmaya zorluyor. Diğer taraftan Bush, Yaser Arafat’la birtakım sorunlar yaşasa da, bağımsız bir Filistin Devleti’nden söz eden tek ABD Başkanı’dır. Belki de gelecek dört yılda daha az baskıya maruz kalacağı için bunu gerçekleştirecek tek kişi de Bush’tur.
Suudilere gelince; her ne kadar devamlı olarak Bush’a karşı öfkelerini dile getirseler de onlar, 11 Eylül saldırıları sonrasında karşı karşıya kaldıkları tehlikeli durumun pek farkında olmamışlardır. Nitekim Bush, çeşitli medya organlarında ve siyaset çevrelerinde köktendinciliğin beşiği olarak sunulan Suudi Arabistan’a yöneltilmek istenen baskıyı önlerken gayet mantıklı olduğunu ispatlamıştır. Belki de o sıra ABD’de Başkanlık koltuğunda Kerry olsaydı, tarih farklı işleyecek ve bizler Bush’un hayır cemiyetlerinin denetlenmesi, bazı ders kitaplarında değişiklikler yapılması gibi ufak tefek taleplerini mumla arar olacaktık.

Tavsiye Et
Türkiye Avrupa’ya mı ait? / Le Monde, 6 Ekim 2004
AB Parlamenteri ve Polonya Eski Dışişleri Bakanı Bronislaw Geremek ile forum
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Niroz: Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bronislaw Geremek: Kararın artık kamuoyuna duyurulmasının zamanının geldiğini düşünüyorum. Böylece kırk yıl süren görüşmelerin birinci aşaması tamamlanmış olacak. Avrupa’nın 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’ye verdiği sözleri yerine getirmesi gerekiyor.
Mto: Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda Polonyalılar hiçbir sakınca görmezken Fransızlar neden bu kadar çekiniyor sizce?
Bronislaw Geremek: Polonya kamuoyunun bir kısmı Fransızların endişelerini paylaşıyor. Aslında her iki durumda da çekinceler aynı. Her şeyden önce söz konusu olan, Türkiye’nin coğrafî dağınıklığı ve demografik potansiyeli. İkinci olarak kültürel ve dinî problemler geliyor. Büyük bir Müslüman ülkenin Birliğe girmesinin içeride durumu değiştirmesinden ve dinî bütünlüğü parçalamasından korkuluyor.
Eurasie-unie: Türkiye Avrupalı olabilmek için kırk yıldır bekliyor. Niçin Avrupa Türkiye’ye talepleri konusunda daha önceden baskı yapmadı?
Bronislaw Geremek: Aslına bakılırsa iş Türklerin elindeydi. Şimdiki hükümet hukuk konusunda dönüşümü hızlandırdı; hatta bazı gözlemcilere göre Türkiye son iki yılda sessiz bir devrim yaşadı.
Smazz: AB’nin yeni on üyesi Türkiye’nin üyeliğine iyimser yaklaşıyor mu?
Bronislaw Geremek: Gerçekte, yeni on üye Türkiye’nin AB’ye üyeliğine daha az kuşku ile bakıyor. Bu durum çarpıcı olarak değerlendirilebilir. Aslında 2004 genişlemesinde Birliğe dahil olan ülkelerin tek korkusu kendilerine düşen AB yardımlarının aşağı çekilmesidir. Çünkü Türkiye yalnızca büyük değil; aynı zamanda fakir bir ülke.
Alain: Sizce Türkiye’nin, Birliğe ne tür katkıları olur?
Bronislaw Geremek: Bana öyle geliyor ki, Türkiye’nin AB’ye katkısı siyasî alanda olacak. Türkiye’nin üyeliğiyle AB, artık ihmal edilmeyecek bir küresel partner olacak. Türkiye’ye “evet” demek Orta Doğu’da demokratik gelişmelere ümit doğuracak; “hayır” ise medeniyetler çatışmasının kesin kabulü olacak.

 


Tavsiye Et
Avrupa’nın Amerika ile temel farkı / Zeki Laidi, Le Figaro, 21 Ekim 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Avrupa kamuoyunun büyük bir kısmı Kerry’nin zafer kazanmasını istiyor. Fakat aynı zamanda kimse Kerry’nin hipotetik zaferinin Amerika’nın küresel denkleminin temel verilerini kökten değiştirmesini ciddi anlamda beklemiyor.
Böylece herkes kendine şunu soruyor, fakat kimse açık cevap veremiyor: Bizi Amerika’dan ayıran nedir? Aslında buna cevap vermek zor. Çünkü Avrupa-Amerika çatışması bir değerler çatışmasından çok çıkar çatışmasıdır; her şeyden önce siyasal tecrübelerin çatışmasıdır. Bizler farklı tarihsel evrelerdeyiz ve dünyayı farklı tarzda algılıyoruz. Bu farklılık bizim barışsever, Amerikalıların ise realist saldırgan olmalarından kaynaklanmıyor. İşin özü şu; Avrupalılar imparatorluk ihtiyaçlarını doyurdular ve şimdi paylaşılan egemenlik anlamına gelen yeni bir siyasal egemenlik anlayışını yavaş, kaotik ve çelişkili bir tarzda keşfetme yolunda ilerliyorlar.
Bu, egemenlikçilerin sandığı gibi, arı ve basit haliyle egemenliğin bir Brüksel süper devleti lehine terk edilmesi değil; daha kompleks, daha zor ve zorlayıcı bir şekilde, egemenliğin bireysel kullanımı için başkalarıyla paylaşılması anlamına geliyor. Çünkü günümüzde egemenlik bir toprak parçasının kontrolü değil; ait olunan politik topluluğun refahını maksimize etmek için kaynaklara sahip olmak demektir. Veya kaynaklarını maksimize etmek için onu paylaşarak işe başlamaktır.
Şu örnek bunu açıklayabilir: Eğer ticarî planda Amerikalılarla kurallara göre işbirliği yapıyorsak bu, bizim egemenliği paylaşma prensibini kabul ettiğimizdendir. Artık ulusal bir ticaret politikası yok; diğer ülkeler arasında bir Fransa vardır. Kuşkusuz ticaret başka şeydir denilebilir; belki öyledir de. Fakat Maastricht’in muhalifleri ve euronun kurucuları, eurodan Avrupa’nın gücünün bir unsuru olarak bahsetmiyorlar.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, egemenlik paylaşımının sadece bir pratik değil, üç alanda işleyen politik bir eylemin felsefesi olduğudur: Devletin özerkliğinin, uluslararası meşruiyetin ve son olarak güvenliğin. Oysa bu üç planda Amerika ile farklılıklar, bazı sebeplerden dolayı daha derindir.

Tavsiye Et
Merkel’in Türkiye hakkındaki ciddi hatasını düzeltmesi yeterli değil / Susanne Höll,
Süddeutsche Zeitung, 16-17 Ekim 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Hata ortaya koyan birisi cesaret gösterir. Çok büyük bir hata yapan kimse ise çok daha fazla cesaret gösterir. Buradan Angela Merkel’in çok cesur olduğu sonucuna varabiliriz. En sonunda çok ahmakça ve tahrip gücü çok fazla olan bir imza kampanyasına başlama hatasına düştü: Türkiye’nin AB üyeliğine karşı imza kampanyası planı. Cesaret mi? Bu intiba aldatıyor. Her ne kadar bu eylem şimdilik reddedilmiş olsa bile, neden olarak ileri sürülen bahane cesaretten başka her şeye karşılık gelebilir. Böyle bir oylamanın resmî olarak ters anlaşılabileceğini düşünüyor Merkel. Bu imza kampanyasında ters anlaşılacak hiçbir şey yok aslında. Herşey çok açık.
Panik ve çaresizlikten ötürü, CDU’nun zirvesi tam bir hafta boyunca bu konu yüzünden meydana gelebilecek parti içi çatışmaların önüne geçmek ve seçmenlerinin karışık kafalarını alternatif bir konuya yönlendirmek için çabaladı. Polemikçilerin ifade ettiklerine göre, bütün partilerin ve toplumun önemli bir kısmı böyle basmakalıp bir popülizmden tiksindiği için geri adım atıldı. Birliğin yönetiminin tamamı ve özellikle de Merkel için zarar açıkça ortada. Kim böyle bir takım tarafından zor zamanlarda yönetilmek ister?
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı anket saçmalığına kamusal protesto son verdi. Sağlık politikasındaki saçmalığa da Merkel ve CSU şefi Edmund Stoiber son vermek zorunda. Onlar yapmazlar ise, kamuoyu bunu önümüzdeki yıl gerçekleşecek olan eyalet seçimlerinde yapacak.

Tavsiye Et
Sosyal Demokrat Parti grubunda Türkiye’nin üyeliğine karşı çok az kimse var / Franffurter Allgemeine, 20 Ekim 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Sosyal Demokrat Parti-SPD Meclis Komisyonu Salı günü Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başlamasını ele aldı. SPD Başkanı Müntefering, Markus Meckel gibi SPD milletvekillerinin kendi başlarına demeçler vermesine kızmıştı. Erler, Angelica Schwall-Düren ve Uta Zapf gibi temsilcilerin hazırlamış olduğu dökümanda, üyelik karşıtlarının görüşlerinin dikkate alınması gerektiği ifade ediliyordu. Ama bu Erler’in Başbakan Schröder ve Dışişleri Bakanı Fischer’in gruplarında Türkiye politikasını temelden reddedecek milletvekili sayısının çok az olduğu sonucuna varmasını engellemiyordu. 251 milletvekilinden sadece 15’inin reddetme ihtimali mevcuttu. Aynı döküman üyelik müzekerelerinin gelişiminin, Türkiye’nin reformlardaki hızına göre belirleneceğini de ifade etmekte.
Erler, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye olan yeni ülkelerin müzakere sürecinin on bir yıl sürdüğünü hatırlatıyor. Başbakan Erdoğan, hedef olarak 2019 yılını zikretti. “15 yıl sonrasında Türkiye’nin üyeliğiyle ne Türkiye bugünkü Türkiye olacak, ne de AB bugünkü AB olacak.” Jeostratejik ve ekonomik çıkarlardan ötürü üç SPD dış politikacısı Türkiye’nin üyeliğine olumlu yaklaşıyor. Şimdiden AB ve Almanya daha yoğunlaşmış ekonomik ilişkilerden kâr sağlıyor. Türkiye’nin, kaynayan bölge Yakın ve Orta Doğu’daki istikrarlı konumu da önemini artırıyor. 1963 yılındaki bir belgede, o dönemin AET Komisyon Başkanı Hallstein, “Türkiye Avrupa’ya ait. Ve bir gün son adım atılacak, Türkiye Birliğin tam üyesi olacak” ifadesini kullanmıştı.
Erler, müzakerelerin her an kesilebileceği tehlikesine de dikkat çekiyor. Eğer Türkiye AB’nin özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi temel değerlerine karşı ihlallerde bulunursa, bu tehlike baş gösterecek. Türk Parlamentosu geçmiş aylarda demokratikleşmeye ve ülkenin reform sürecine hizmet eden kararlar aldı. Türkiye’nin üyeliğinin AB’nin mali imkanlarını aşacağı korkularının gerçeklerle örtüşmediği belgede zikrediliyor. Ekonomik değişikliklerden ötürü ciddi tahminler yapmak pek mümkün görünmüyor. Türkiye’nin AB üyeliğinden sonra Almanya’ya daha fazla Türk göçmen gelmeyeceğini ve Türkiye’deki doğum oranlarının düşmesinden ötürü bir göçmen baskısı telaşının da göreceli olduğunu aynı belge hatırlatıyor. Ekonomi Bakanlığı’nda sekreter olan Andres, müzakerelerin başlamasından yana. Türkiye’nin son iki yılda şaşılacak ilerlemeler kaydettiğini belirten Andres, “bu şekilde devam edildiği takdirde Türkiye önümüzdeki on yıl içinde bazı AB üyelerini sollayacak” diyor.

Tavsiye Et