BU yazının yazıldığı saatlerde Avrupalı Yeşil Parlamenterlerin İstanbul’da Türkiye’nin AB üyeliğini tartıştıkları toplantının sonuçları açıklanmaktaydı. Toplantı sırasında medyanın en çok üzerinde durduğu konu, düne kadar Türkiye’yi AB’nin dışında kalması gereken bir ülke olarak görenlerin bile bu toplantıda nasıl Türkiye yanlısı bir tavır takındıklarıydı. Katılımcıların geneli Türkiye’nin Avrupa için vazgeçilmez bir ülke olduğu, üyeliğin er ya da geç gerçekleşmesi gerektiği hususunda görüş birliği içindeydi.
Konuşmacılardan birinin Türkiye hakkında söyledikleri, Türkiye gibi Avrupa ailesine dahil olmaya çalışan ülkelerin yüklenmek zorunda oldukları misyonla ilgili ipuçlarını içinde barındırıyordu. “Türkiye’nin AB üyeliği İslam’la demokrasinin aynı anda varolabileceklerini kanıtlayacaktır.” Konuyla ilgili bir başka gerekçe de Türkiye’nin Birliğe girişinin medeniyetler çatışmasını önleyeceğiydi.
Avrupa Aydınlanmasının öncülerinden, Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, Türklerin idarecilik kabiliyetinin, büyük bir tarihsel misyon üstlenmelerinde önemli rol oynayacağını düşünüyordu. Bu kabiliyetleriyle Türkler Doğu’da Pozitivizmin yayılmasına hizmet edebilirlerdi. Bütün Müslüman toplumlar içerisinde Pozitivizmin Doğu’da kök salmasını başarabilecek tek toplum da Comte’a göre Türklerdi.
Anlaşılan o ki Türkiye bugün bir kez daha büyük bir misyon üstlenmek zorunda kalmaktadır. Bu defa üstlenilecek olan görev, dünyada oluşan yeni tehdit algısıyla ve yeni endişelerle yakından ilgili. Comte’un Türklere Pozitivizmin yayıcılığı görevini yüklediği dönemde bugünün Avrupa’sı kurulma aşamasındaydı. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet tecrübeleri Türkiye’nin Comte’un sözünü ettiği görevi yerine getirmede gayretli olduğunu göstermektedir. Bugün ise Avrupa, tarihinin en büyük birliğini kurma yolunda adımlar atmakta ve Türkiye yeni bir görevin yerine getirilmesi sorumluluğuyla karşı karşıya kalmaktadır.
Avrupalılaşmanın tarihine baktığımızda, bu serüvene girişen ülkelerin Avrupalı sıfatını kazanabilmek için tarihsel bir misyonu üstlenmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Avrupa-İslam, Avrupa-Türkiye, Avrupa-Ortodoks Hıristiyanlık ilişkilerinin tarihi bu misyonun dönemsel olarak nasıl belirlendiğinin de işaretlerini taşımaktadır. Bu misyon bir dönem felsefî bir hüviyet taşırken bazı dönemler de siyasî bir hüviyete bürünebilmektedir. Ancak her iki durumda da ortak olan nokta misyonun, tarihte çok önemli sonuçları beraberinde getirmesidir.
Avrupa ve Diğerleri
Avrupa’nın İslam’a ve onun medeniyetine karşı tarih boyunca takındığı tavır homojen bir niteliğe sahip değildir. Haçlı Seferleri’nin gerçekleştiği yüzyıllarda Avrupa, İslam’ı bir sapkınlık, Hıristiyanlığı bozmak için şeytanın bir hilesi olarak görmekteydi. İslam’ın, Tanrının yeryüzü tasarımında bir anlamının olup olmadığı sorusu çok daha sonraki dönemde gündeme gelmiş ve Avrupalıların bu soruya verdikleri cevaplar da yine Tanrı’nın Hıristiyanları günahları yüzünden cezalandırmak için böyle bir sapkınlığa izin verdiği şeklinde olmuştur. Asıl şaşırtıcı olan ise ilerleyen dönemde tarihin felsefesini yapan düşünürlerin bile İslam’ı birkaç satırla geçiştirilebilecek bir olgu olarak görmeleridir. İslam medeniyetinin tarih içerisinde kendine özgü bir anlamının ve yerinin varlığından ziyade tarih felsefelerinde İslam, Hıristiyanlığa veya Avrupalı olan başka değerlere hizmet edebildiği, aracı olarak görev alabildiği sürece anlam taşımıştır. Hegel’in İslam üzerine söyledikleri bunun en iyi örneklerinden biridir. Tarihi, bir özgürlük arayışı olarak gören Hegel söz konusu İslam olduğunda onun görevinin, ancak antitez yaratma olabileceğini savunur. İslam, özgürlüğün tam olarak gerçekleşemediği Roma ile, özgürlüğün kusursuz uygulayıcısı olan Germenler arasında bir antitez, bir geçiş dönemi olabilir ancak. 20’nci yüzyıl tarih felsefecilerinden Arnold Toynbee ise diğer düşünürlere kıyasla İslam’a kendi başına bir anlam vermekte cömert davranmaktaydı. Ancak gelecekte İslam medeniyetinin ne işe yarayacağı sorusuna Toynbee de selefleri gibi bir cevap veriyordu. İslam, Batı’nın ahlakî sorunlarına çare olarak kullanılabilirdi. Toynbee özellikle alkol bağımlılığı, ailevî yapının zayıflığı gibi Batılı hastalıklara İslam’ın bir çare olabileceğini söylüyordu. İslam bu görevi yerine getirecek ve Batı medeniyetinin üstünlüğü ve ömrünün uzaması için hizmet edecekti.
Rusya’nın Avrupalılaşma Serüveni
Avrupalının bu tavrı sadece İslam’la da sınırlı değildir. Ortodoks Hıristiyanlar da Müslümanlar kadar Avrupa’nın değersizleştirmesinden paylarını almışlardır. Rusya’nın da bizimkine benzer bir Avrupalılaşma serüveni yaşadığını hatırlamakta yarar var. Benzerliğin en göze çarpan yönü ise her iki serüvende de Avrupa’nın, Avrupalılaşmaya çalışanlara yüklediği misyondur.
Sovyet devriminden önce Rus Çarlık tahtını elinde bulunduran Romanov hanedanı, Rusya’nın Avrupa’ya dahil olma arzusunun somut bir göstergesidir. Bir gece içerisinde genç Çar Mihail Koşkin soyadını, Romanova’ya, yani Romalıya çevirmişti. Romanov hanedanıyla birlikte Rusya’nın yönetimi bir daha Rusların eline kolay kolay geçemeyecek, daha çok Germen kanıyla onurlanmış Çarlar Rusya’da iktidar sahibi olacaklardır.
Rus Çarı bu teşebbüsüyle, Avrupa’yla Rusya arasında varolan büyük tarihsel, siyasî, kültürel uçurumu bir gecede ortadan kaldırmayı amaçlamaktaydı. Büyük Petro’nun “küçük bir adam olarak gidip, büyük bir hükümdar olarak geri döndüğü Avrupa”, 19’uncu yüzyılda Rusya’nın, yaklaşmasına ramak kaldığı bir hayaldi. Çarlar ve çariçeler Volteir, Leibniz gibi büyük düşünürlerle mektuplaşıyor, Avrupalı Rusya’nın nasıl inşa edilmesi gerektiğini bu isimlere danışıyorlardı. Gariptir ki tüm bu çabalar Avrupa tarafından görmezden gelinmekteydi. Rusya tüm çabasına rağmen Avrupalı olma vasfını kazanamadı. Bu dönemde Rus düşünce çevrelerinin en önemli tartışma konusu “Rusya ve Roma-Germen” dünyası arasındaki farklılıktır. Tartışmalarda ağır basan kanı, Rusya’nın Avrupa tarafından kendisine yüklenen tüm misyonları yerine getirdiği, buna rağmen aradığını bir türlü bulamadığıdır. Bunun nedeni ise sonuçta Rusya’nın tarihsel olarak Avrupa’dan farklı kökenlere dayanması ve arada bir kan uyuşmazlığının varolmasıdır. N. Danilevski ünlü “Rusya ve Avrupa” adlı eserinde bu kanaati bir tarih felsefesinin ilkeleri olarak belirlemeye kadar götürür.
Rusya’nın Avrupalılaşma serüveni Alev Alatlı’nın da haklı olarak ifade ettiği üzere “merhametsiz” bir süreçti. Avrupalı Rusya’nın Avrupaî başkenti olarak inşa edilen Petersburg şehrinin hangi acımasız koşullarda kurulduğunu hatırlamak bile bu merhametsizliğin derecesini iyi ifade eder. Bugün bile güzelliğiyle görenleri hayretler içerisinde bırakan şehir, yüz binlerce işçinin kemikleri üzerine inşa edilmiştir. Sovyet döneminde yapılacak olan ve Rus sanayileşmesinin en iyi örneklerinden birini sunan Moskova Metrosu da Petersburg’la aynı kaderi paylaşacaktır.
Rusya, tarihinin çeşitli dönemlerinde Avrupalılaşmak adına birçok kez farklı misyonları üstlenmek zorunda kaldı. Bunların başında Çarlık Rusyası’nın İç Asya’nın uygarlaştırılmasında görev alması gelmektedir. Danilevski bu misyonun onur kırıcı olduğunu belirtir. Kuruluşu için bin yıllık bir zaman harcanan Rus kültürü ve Rus devletinin, “Buharalı ve Hokandlı cahilleri medenileştirmek zorunda kalmasının” Rusya’ya hakaretle aynı anlama geldiğini savunur. Ancak Rusya’nın misyonu burada sona ermez. Napoleon’a karşı Avrupa’yı savunma misyonu da Rusya’nın üzerine düşer ve bu durum II. Dünya Savaşı’nda bu kez Hitler’e karşı tekerrür eder. Avrupa kapitalizminin ezdiği işçi ve köylüleri sosyalizm sloganıyla kurtarmaya girişmek de yine Rusya’nın üstlendiği tarihî görevlerden birisidir. Rus sosyalistleri devrimi takip eden yıllarda Avrupalı yoldaşları tarafından kandırıldıklarını, Avrupalıların bu büyük görevin yerine getirilmesini tek başına Rusya’nın üzerine yıktıklarını söylemekteydiler.
Sonuçta Rusya’nın Avrupalı bir ülke olma yolunda verdiği her sınav, yüklendiği her misyon görmezlikten gelinmekte ve Rusya bu büyük arzusuna bir türlü ulaşamamaktadır. Belki bu yüzden olacak ki Rusya’da son dönemlerde artık Avrupalı olmak, Avrupa ailesinin içerisinde yer almak gibi hayaller bir cazibe oluşturmamaktadır.
Türkiye için ise aynı şeyi söylemek mümkün değil. İslam’la demokrasiyi barıştırmak, medeniyetler çatışmasının önüne geçmek gibi görevler Türkiye tarafından yerine getirilmek için sırada beklerken, Türkiye’nin Rusya örneğinden alacağı çok dersler vardır.
Paylaş
Tavsiye Et