17 ARALIK’TA Brüksel’de yapılan Avrupa Birliği Zirve Toplantısı’ndan bu yana merak ve heyecanla beklenen müzakere süreci nihayet başlıyor. Türkiye, müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde başlatılması kararında öngörülen şartların tamamını yerine getirdi. Ancak, Türkiye’nin AB üyeliği hususunda her iki cephede de zihinler hiçbir zaman net olmadı. Aradan geçen zaman, kafa karışıklığını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Müzakerelerin başlaması da zihinlerdeki soru işaretlerini dağıtacak gibi görünmüyor.
3 Ekim uzun soluklu bir müzakere sürecinin ilk günü olacak. Karşımızda nispeten başarılı bir şekilde entegre olmuş bir AB ve her biri karar mekanizmasında veto yetkisi olan ülkeler ile aşırı mevzuat ve prosedürlerden oluşan bir bürokratik yapı var. Buna zihinlerdeki kafa karışıklığının Türkiye lehine çözümlenmesi gerekliliğini de eklediğimizde, müzakerelere çok iyi hazırlanmanın bizim açımızdan kaçınılmaz olduğu ortaya çıkıyor. Bu noktada, bizden önce AB’ye katılan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tecrübelerinden yararlanmak Türkiye’ye önemli açılımlar sağlayabilir. Bu ülkelerin müzakere süreçlerinin detaylı olarak incelenmesi, aradaki benzer ve farklı yönlerin altının çizilmesi gerekiyor. Müzakere sürecinde akılcı ve esnek hareket etmeli, AB’nin muhtemel taleplerine karşılık kendi taleplerimizi belirlemeliyiz.
Müzakereler her ne kadar özü itibariyle teknik gibi görünse de, Türkiye söz konusu olduğunda, bu konunun aynı zamanda siyasî bir karakter taşıdığı inkâr edilemez. Bu yüzden, müzakere ekibinin siyasî alanda da takviye edilmesi gerekiyor. Müzakere heyetinin teknik ekibinde ise, siyasî temasları bugüne kadar yürüten Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ekonomisinin sektörel ve bölgesel analizlerine hâkim olan Devlet Planlama Teşkilatı ve 2000 yılında kurulan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nden uzmanlar ve temsilciler yer almalıdır. Bu teknik ekip (tıpkı BDDK, TMSF, Rekabet Kurulu gibi) münferit bir yapılanma içinde çalışmalarını yürütmelidir. 35 müzakere dosyasının 26’sı ekonomi ile ilgili. Bu nedenle, siyasî otorite ve bürokrasi temsilcilerinden oluşacak müzakere heyeti yanında, içerisinde gerek iş dünyasını, gerekse toplumun farklı kesimlerini temsil eden Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) yer aldığı bir “danışma kurulu” oluşturmalı ve bu “danışma kurulu”yla düzenli istişareler yapılmalıdır.
Türkiye-AB ilişkilerinin karşılıklı bir zemine dayandığı unutulmamalıdır. Her iki taraf da, birbirlerinden kolayca vazgeçemez. Müzakerelerin bu şuur içerisinde yürütülmesinde fayda var. Dolayısıyla, ikinci sınıf üyelik anlamına gelecek düzenlemeler Türkiye açısından kabul edilemez. Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, AB’nin tarihsel meselelerdeki hassasiyetine karşılık, bizim de tarihî hassasiyetlerimizin korunması ve AB’nin ikna edilmesi konusunda çalışmalar yapılmasıdır. Aynı zamanda, Türkiye dış politikadaki açılımlarını sürdürmeli, derinleştirmeli ve tamamlayıcı alternatifler oluşturmalıdır. Avrupa hedefine odaklanarak bu yolda ilerlerken, başta İslam ülkeleri olmak üzere Avrasya hinterlandındaki çevre ve komşu ülkeler ile dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelere ilgisini azaltmamalı; aksine yeni konumuyla daha etkin roller almaya hazır olmalıdır.
Türkiye, AB’nin 89. dakikada maçı tatil edebileceğini göz ardı etmeden, bir yandan müzakereleri sürdürürken diğer yandan siyasî, ekonomik ve sosyal alanlarda vizyonunu belirlemelidir. Demokratik ve ekonomik gelişim hızlandırılmalı, güven ve istikrar ortamı kalıcı kılınmalı, cari açık, reel faizler ve aşırı borç stoku düşürülmeli; kısaca her konuda manevra alanı genişletilmelidir. Bu ülkenin kaderi yalnızca AB’ye bağlı değildir ve olmamalıdır da. Türkiye, Avrupa’yı izlerken kendi dinamiklerine de eğilmeli, “Ankara Kriterleri” konseptinden vazgeçmemeli; hatta ekonomik, siyasal, sosyal olarak çıtasını Avrupa’nın üzerinde konumlandırmalıdır. Tam üyelik öncesinde ekonomik ve sınaî gelişme mutlaka tamamlanmalıdır. Türkiye’nin artık 90’lı yıllarda olduğu gibi, iki-üç senede bir krize girme, siyasî ve toplumsal gerginliklere saplanma lüksü yoktur.
Müzakere sürecinde bazı hassas noktaların gündeme gelmesi muhtemeldir. Türkiye’de bulunan farklı grupların etnik veya dinî azınlık olarak görülmesi, ayrılıkların fazla vurgulanmasına sebep olur ki; bu durum, halkımızın birbirinden kopuk farklı gruplara ayrılması anlamına gelebilir. Kıbrıs ve Ermenistan gibi üretilmiş sorunları da, gelinen noktada pek kolay olmasa da, AB üyeliğinin dışında tutmaya gayret etmeliyiz.
Tam üyelik müzakere süreci başladıktan sonra, öncelikli olarak, AB ülkelerinin vatandaşlarımıza uyguladığı vize zorluğu ve ayrımcılığının kaldırılması ya da kolaylaştırılması, özellikle işadamları için hızlı ve uzun süreli vize uygulaması talep edilmelidir. Türkiye’nin, AB’den büyük miktarda malî fon desteği almadan, tarım politikası uygulamaları ve çevre standartları gibi konularda yapısal dönüşümler gerçekleştirmesi zor görünüyor. Bu konuda AB kurumları ve devletleri zorlanmalıdır. Gerekirse Türkiye, diğer aday ülkelerin yaptığı gibi, AB’den bu konuda geçici imtiyazlar talep etmelidir. Bu haklarımızı göz ardı edecek tam üyelik perspektifi, Türkiye kamuoyunda AB üyeliğine verilen desteği azaltacaktır.
AB üyeliği, tek başına ekonomik kalkınmada bir tür finansal kaldıraç mekanizması olarak görülmemelidir. Türkiye AB’ye sadece refahını artırmak için girmek istiyor değil. Toplumun AB’ye yöneliminde ekonomik nedenlerin yanı sıra, tarihî, siyasî, hukukî, askerî ve toplumsal nedenler de etkili oluyor. Hükümetin, AB üyeliği yolundaki çalışmaları ağırlıklı bir tercih haline getirmesi bu yönelimin sonucudur. AB üyesi ülkeler de Türkiye’ye sadece “pazar” kavramı çerçevesinde bakmamalı; üyelik sürecinde Türkiye’nin sahip olduğu önemi her açıdan dikkate alan bir değerlendirme yaparak ilişkiyi “fakirlik”, “zenginlik” nosyonunun ötesine taşımalıdır.
Bütün bu süreç sırasında, orta vadede, Türkiye’de bir “AB yorgunluğu” ortaya çıkabilir. AB konusunda beklentilerin bu kadar yüksek tutulması ve kısa vadede gerçekleşmemesi, Türkiye’de Avrupa şüpheciliğinin artmasına ve müzakere yorgunluğuna yol açacaktır. Bu konuda etkili bir kamuoyu yönetimine ihtiyaç olduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır.
Paylaş
Tavsiye Et