TÜRKİYE’NİN AB ile tam üyelik müzakerelerine başlayacağı 3 Ekim 2005 tarihi yaklaştıkça, hem Türkiye’nin iç siyasetinde, hem de Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik politikalarının belirlendiği merkezlerde tansiyon iyice yükselmeye başladı. Gümrük Birliği anlaşmasının yeni AB üyelerine yaygınlaştırılması ile ilgili protokol, Türkiye’nin buna ek olarak yayınladığı Kıbrıs Deklarasyonu ve AB’nin uzun tartışmalarla kabul ettiği karşı deklarasyon, Türkiye’yi yeniden Avrupa gündeminin baş köşesine oturttu. Uluslararası platformlarda, kritik tüm zamanlarda olduğu gibi son dönemde de tek tek Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin AB üyeliğine yaklaşımları, büyük ehemmiyet arz etmesi bakımından mercek altına alınmakta. Biz de bu bağlamda gerek AB dönem başkanlığını yürütmesi, gerekse ekonomik ve jeostratejik olarak Franko-Germen eksenini artan bir etkinlikle dengelemesi açısından önemli bir ülke olan İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliğine yaklaşımı konusunu işlemek istiyoruz.
İngiltere’nin giderek ciddi bir ihtimal olarak ortaya çıkan Türkiye’nin AB üyeliğine yaklaşımını, Blair liderliğindeki İşçi Partisi hükümetinin bölgesel ve küresel vizyonundan soyutlayarak düşünebilmek mümkün değil elbette. İktidarı döneminde Margaret Thatcher döneminden tevarüs edilen neoliberal ekonomi politikalarını ve ABD ile stratejik ortaklık ilişkilerini daha da derinleştirerek devam ettiren Blair için Türkiye’nin AB üyeliğinin desteklenmesi hayatî bir önemi haiz. Son yıllarda İngiliz yönetimi tarafından 17 Aralık görüşmeleri de dahil farklı ortamlarda sergilenen ölçülü ama açık olarak Türk yanlısı tutum da bunun ispatı. Ekonomisindeki olumlu gelişmeler ve Avrupa’daki refah devletlerinin sürüklendikleri malî kriz yüzünden bölgede yıldızı yükselen lider konumuna gelen Blair için, Türkiye’nin AB perspektifinin desteklenmesi birkaç açıdan pragmatik yararlar içeriyor.
Öncelikle Franko-Germen güç birliğinin yıllardır lokomotifliğini yaptığı klasik sosyal-demokrat modele dayalı ve artarak derinleşen siyasî birliği içeren Avrupa vizyonunun altının oyulması için Türkiye’nin üyelik perspektifinin desteklenmesi bulunmaz bir fırsat. 70 milyon gibi Avrupa standartlarında dev sayılacak bir nüfusa ve önemli genç insan potansiyeline sahip, serbest piyasa ekonomisini problemlerine rağmen oturtmaya kararlı bir Amerikan müttefikinin Birliğe girişinin AB’nin iç dengelerini altüst edeceği aşikâr. Nüfusa endeksli karar alma organlarında ortaya çıkacak durumun yanında, Türkiye’nin AB ile kurumsal entegrasyon sürecinde kazanacağı sosyo-ekonomik ve siyasal ağırlığın mevcut üye kompozisyonu üzerindeki yansımaları da doğal olarak hesaplanmakta. Buna ek olarak, giderek yaşlanan nüfusunun sosyal harcamalarını karşılamakta zorlanan merkezî Avrupa’nın, Türkiye gibi bir ülkenin yıllar sonra dahi ufukta görünecek muhtemel üyeliği karşısında sosyal refah devleti modeline tamamen veda etmek zorunda kalacağını tahmin etmek de zor değil. Bu da, Blair’in İngiltere’nin ‘Üçüncü Yol’ söylemi ile benimseyip ihraç etmeğe başladığı, giderek daralan refah devleti ve genişleyen piyasa temelli neoliberal modelinin Avrupa’da dominant model haline gelmesine olumlu katkıda bulunacaktır. Bu yüzden tarım ve serbest dolaşım gibi AB ile müzakere sürecinde çetrefilli geçmesi kesin problemli alanların varlığına rağmen, İngiltere’nin Türkiye’nin üyelik perspektifine tereddütsüz desteğinin ve Blair’in Başbakan Erdoğan’a şahsî yakınlığının Birleşik Krallığın dönem başkanlığına sevinilecek düzeyde devam etmesi uzun dönemli hesapların bir yansımasıdır.
Buna ek olarak, 11 Eylül sonrası dönemde Amerikan yönetiminin tek taraflı ve saldırgan dış politikasına eklemlenerek, ülkesinin küresel profilini yükseltme gayretine giren İngiliz hükümetinin dış politika öncelikleri açısından da Türkiye’nin hayatî önemi haiz bir ülke olduğu bilinmekte. Günümüzün en kritik çatışma bölgesi Irak’ın yanı başında demokratik-laik bir yönetim modeli olarak takdim edilebilecek bir devlet yapısının BOP ile tasarlanan ılımlı-muhafazakâr ve Batı yönelimli AKP iktidarıyla birlikte mevcudiyeti son derece önemli. Kaldı ki, etnik-dinsel tansiyonun yükseldiği Londra’daki terörist saldırılar sonrasında Müslüman seçmenler arasında siyasal tabanı erimeğe başlayan Blair için Türkiye modern, toleranslı, Batıya açık bir İslam modelini örnekleyen ve mükemmel bir ‘giriş noktası’ olmaya müsait potansiyel bir halkla ilişkiler malzemesidir aynı zamanda. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecinde oynadığı başat rol sebebiyle Türk seçkinleri ve Cumhuriyet döneminin sivil-askerî eliti tarafından hep kuşkuyla izlenen ve ABD ile gelişen sıkı müttefiklik ilişkilerinin de etkisiyle arka plana itilen İngiltere’nin, AB zemininde Türkiye’nin başlıca hâmisi olarak ortaya çıkması sürpriz değildir.
Aksine, Almanya’da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı Merkel liderliğindeki muhafazakâr bloğun yükselişe geçtiği, yine Fransa’da Sarkozy ve Türk-septiklerin yükselişte olduğu bir konjonktürde, İngilizlerin dönem başkanlığı avantajını da kullanarak en azından müzakere sürecini hızlandırma yönünde girişimde bulunacakları önceden beri bekleniyordu. Alman seçimlerinden çıkan karmaşık manzara, kritik müzakere dönemi öncesinde AB tarafında belirsizliğe yol açmış olsa da, Merkel ve müttefiklerinin beklenen oy oranlarının altında kalmış olmaları, AB’deki Türkiye karşıtlarının görece siyasî mevzi kaybettiklerini göstermektedir. Bu da İngiltere’nin, Türkiye’nin tam üyeliğine giden yoldaki engellerin minimize edilmesi yolundaki gayretlerini en azından belli bir süre için hızlandırabilecektir. Yalnız Kıbrıs konusundaki karşı deklarasyon ile ilgili görüşmelerde ortaya çıkan tablo -ki bu, Müzakere Çerçeve Belgesi bağlamında da muhtemelen tekrarlanacaktır- AB içindeki büyük güç kavgalarının artan bir şiddetle Türkiye üzerinden yapılmaya başlandığını göstermektedir. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin direttiği ağır koşullara en başta Fransa destek vermiş, İngiltere’nin tüm diplomatik hünerleri ve yumuşatma çabaları yetersiz kalmıştır.
Sonuç olarak, İngiltere’nin Avrupa ve Orta Doğu’daki bölgesel ve daha kapsamlı küresel çıkarları doğrultusunda oluşturduğu dış politika parametreleri, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik perspektifinin desteklenmesini gerektirmektedir. Ancak bu destek pragmatik, konjonktürel ve ölçülü bir destektir. Diplomatik pozisyonların ve ittifakların büyük bir hızla değişebildiği Avrupa’da, hâlihazırda Avrupa Komisyonu ile birlikte Türkiye’nin müzakere sürecinin başlıca destekçisi olarak görülen İngiltere’nin ve lideri Tony Blair’in yeni gelişmeler karşısındaki ince manevraları dikkatle izlenmelidir.
Paylaş
Tavsiye Et