Anlayış’ın Ağustos 2004 sayısında Fazıl Say ile bir söyleşi yer alıyordu. Neredeyse tamamı müzikle sınırlı olan söyleşinin sonunda sanatçı, konuyu kendisine getirip şöyle bitiriyordu: “Bir sanatçının biraz kendisini sevmesi gerekiyor galiba. Ben de biraz severim kendimi.”
Keşke o söyleşide Say’ın hayata, dünyaya bakışı; Türkiye’nin içinden geçtiği sosyo-politik süreçlere dair yorumları hakkında da sorular olsaydı. Oysa biz Say’ın sosyo-politik süreçlerden azade bir birey olmadığını bugün anlıyor ve şaşırıyoruz. Konunun Çankaya resepsiyonuna davet edilmeme vurgusuyla tebellür eden bir benlik patlaması boyutu olduğunu anlayabiliyoruz sadece o söyleşiden. O kadarcık egonun da her sanatçıda bulunacağı malumdur.
Bilindiği gibi Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi sırasında Bekir Coşkun da “Terk ederim bu ülkeyi” mealinde bir rest çekmişti; ancak gören olmadığı için rest havada kalmıştı. Hadi Bekir’i anladık; ara sıra coşar, bazen tadı kaçar, ekşi köşedaşı panzehir misali yetişir imdadına.
Peki, şimdi bu Fazıl Say’a ne oluyor? Şimdiye kadar yerinde sayarken birileri ona “Uygun adım marş!” mı dedi? Yoksa durumdan vazife çıkarma sırası Say’da mı?
İşin aslı, şaşırmaya alışsak ya da artık hiç şaşırmasak iyi olur. Zira Türkiye’deki yönetici ve yön verici güç merkezinin sınıfsal değişimi, açık ifadeyle, iktidarın el değiştirmesi sürdüğü müddetçe, bekleyin, daha kimler konuşacak! Nice kerli ferli bildiğimiz adamlar görünen çaplarıyla orantısız sözlerle arz-ı endam edip gerçek çaplarını ve gizli gündemlerini ortaya koyacaklar. Tamam, Bekir Coşkun’u hiç dile getirmemiş olalım; ama Şerif Mardin gibi bilim adamları, Tarhan Erdem gibi ciddi araştırmacılar, üslup düzeyinde de olsa nitelikli resim veren gazeteciler filan ağızlarını bozacaklar.
Ne demek mi istiyorum: Herkesin, ait olduğunu düşündüğü sınıfsal konumun gereğini yapmaya kendisini mecbur hissedeceği günlerin eli kulağında.
Mesela sırada Kemal Karpat, Vamık Volkan, Hasan Bülent Kahraman ya da Nuray Mert olabilir.
Taş düşebilir yani…
Tavsiye Et
Empati yaparak düşünmeye çalışınca vatanı terk etme restinin açık bir çaresizliğin ve kıstırılmışlık duygusunun en somut haliyle dışa vurulması olduğu anlaşılıyor. Bekir Coşkun ve Fazıl Say’da kendini gösteren bu ruh halinin tehdit düzeyinde dışavurumu arasında küçük nüanslar da var. Coşkun’un “çeker giderim” deyişinde kendi benliğine yönelik bir cezalandırma söz konusuyken; Fazıl Say’da geride kalanlara yönelik bir cezalandırma arzusu seziliyor. Coşkun, gittiği takdirde muhtemelen ‘komşi’ topraklarında bir sahil kasabasına yerleşip balıkçılık yaparak geçimini sağlamayı göze almış gibiydi. Zaten üç cümlelik laf sokma yazılarıyla elde edilen bu kariyerle birtakım Hürriyet okuyucularından başka kendisine tahammül edecek insanları dünyanın başka bir köşesinde bulamayacağını az çok o da bilir. Ancak ünlü piyanist, dünyanın neresine giderse gitsin itibar göreceğine emin gibidir. Demeci bir Alman gazetesine patlattığı ve orada eğitim gördüğü için muhtemelen Almanya’ya gidecektir ve bir anlamda biz T.C. vatandaşları ve devletine “Ne haliniz varsa görün; ben gidiyorum” demektedir. Ardından da terk edilmenin hüznünü yaşayan vatan topraklarından bir matem ağıdı yükselmesi “kendisini seven” sanatçıyı muhtemelen pek mesrur edecek; iş, kampanyalar düzenlenip “Sürgün sanatçı yurda dönsün” cıvıklıklarına kadar varabilecektir.
Bahsettiği yüzde 70’lik kesim gönderilemeyeceğine göre, çekip gitsin mi Sayın Say?
Mutlu olacaksa gitsin.
Belki kendi tercihiyle gittiği yerlerde kendisinden önce gitmek zorunda bırakılmış başörtülü öğrencilerle karşılaşır ve tek gidenin kendisi olmadığını görür.
Ama dönecekse de biz (yüzde kaç olduğumuzun önemi yok) buradayız, bilsin.
Tavsiye Et
Sinemaya az giden biri olarak seçici olmaya çalışırım. Kriterler de bazen filmin konusu, bazen oyuncuların niteliği, bazen de vaktimin yoğunluğuna göre değişiyor. Ancak Şener Şen denince akan sular durur. Hatta merak ederim, Kemal Sunal ve Şener Şen olmasa idi Türk sinemasında komedi filmleri nereye (d)evrilecekti? Bir türlü geleneğin tekrarından kendisini kurtaramayan, ne eski güldürü tarzımızı sürdürebilen ne de evrensel bir nitelik kazanmaya başlayan modern güldürü ögelerini yakalayabilen bir komedi sinemamız olurdu herhalde.
Yazının gidişatının ÖSS paragraf sorularında yer alan metinlere benzemeye başladığının farkındayım.
Hemen Kabadayı’ya geleyim: Adı gibi biraz kabalık, biraz (olumlu anlamda) dayılık içeren bir filmdi. Filmden çıkarken dilime dolanan cümle, “Şener Şen, Kabadayı’yı kurtarmış” oldu.
Zaten ancak Şener Şen kurtarabilirdi böyle ağır aksak ilerleyen ve biri yeni diğeri eski iki idolün (Şen ve İmirzalıoğlu) sırtına yüklenmiş bir filmi.
Gazetelerde yorumları okurken filmi izleyip çok beğendiğini yazan pek çok köşeci arkadaş “Yavuz Turgul’un yönetmenliği ile Şener Şen’in oyunculuğu” birlikteliğine güzelleme yazıyordu.
Herhalde filmin yönetmeni Ömer Vargı gülüp geçiyordur bunlara. Mesela Nazlı Ilıcak’ın şu harcıâlem yargısına: “Yönetmen Yavuz Turgul, sanatçı Şener Şen beraberliği Türk sinemasında harikalar yaratmaya devam ediyor.”
Turgul her zaman yönetmen olacak değil ya; pek çok kez olduğu gibi, bazen senarist de olabilir.
Ama en güzel senaryoları gazeteciler yazar.
Tavsiye Et