Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
‘Nazar’sız manzara: Yalnızca bir temenni
İhsan Fazlıoğlu

İBN HALDUN’un 600. ölüm yıldönümü nedeniyle, Türkiye’de düzenlenen anma sempozyumlarında, tartışmalı toplantılarda veya konuyla ilgili kaleme alınan yazılarda sıkça dile getirilen, Müslüman toplumların, özellikle de Türklerin “bir toplum teorisi ihtiyacı” tespiti nasıl yorumlanmalıdır? Tek başına böyle bir sorunun sorulması, hissedilen ihtiyacın şiddetini göstermesi bakımından elbette dikkate değerdir. Ancak, Anlayış dergisinde şimdiye değin yazdığımız pek çok yazıda vurguladığımız gibi yargılarımızın sıhhati yanında istikameti de önemlidir. Bir sorunun istikameti, yalnızca kendisini soran insanın açık veya gizli niyetleri, amaçları tarafından değil; aynı zamanda soru’nun sorulduğu nazarî bağlamın doğası tarafından da belirlenir.
Hiçbir zaman bir toplum teorisi tek başına yeterli olamaz. Böyle bir teoriyi üreten düşünür, ister farkında olsun ister olmasın son derece sıkı veya gevşek bir nazarî örgünün içerisinde solur. Bilinen ilk şehir Uruk’un tapınak merkezli ideolojik örgütlenme biçiminden günümüzün karmaşık medeniyet yapılanmalarına değin değişmeyen bir ilke var: Toplumsal düzenlerin varolmasında hangi tür değişkenler bulunursa bulunsun, sürdürülmesinde nazarî bir meşruiyet zorunludur. Farklı değişkenler, inşa edilen toplumun yapısını belirlerken, bu yapıyı bir arada tutan nazarî bağlam, kaderini tayin eder. Öyleyse soralım: İbn Haldun bir tarih ve toplum teorisi üretirken ne tür bir nazarî çerçeveden hareket etti?
Bu sorunun yanıtını temellendirmek için daha geniş bir daireden başlamakta yarar var: Aralık 2006’da Berlin’de Max Planck Enstitüsü’nde düzenlenen “Before Copernicus” adlı atölyede değişik ülkelerden gelen bilim adamlarıyla, Copernicus öncesi dünyada, özellikle XV. yüzyılda Batı Avrupa ile Doğu İslam dünyasında, bahusus Timur ve Osmanlı coğrafyasında felsefî, dinî görüşler ile kozmoloji, astronomi ve fizik çalışmaları konuları ayrıntılı bir biçimde tartışıldı. Üzerinde durulan sorunlardan birisi, Merağa matematik-astronomi okulu ile Semerkant matematik-astronomi okulunda gerçekleştirilen çalışmaların kavramsal içeriği arasındaki farkların nereden kaynaklandığıydı. Merağa okulunun kurucu ismi Nasiruddin Tusî ile çevresindekilerin, İbn Sina ile Fahreddin Razî arasındaki nazarî farkın yarattığı metafizik gerginliği dikkate almakla birlikte İbn Sinacı bir çizgi takip ettiği gözlenir. Ancak aynı dönemde kelamcılar Fahreddin Razî’nin bakış açısını hem derinleştirmeye hem de yaygınlaştırmaya başlarlar: Kadı Beydavî, Aduddin İcî, Şemseddin Semerkandî, Şemseddin İsfehanî, Taftazanî, Seyyid Şerif ve Ali Kuşçu gibi pek çok ismin kelamî mantığı, fiziği ve metafiziği gündemde tuttukları görülür. Bu nedenle, artık eski açıklayıcı gücüne sahip bulunmayan İbn Sina-Nasiruddin Tusî meşşaî çizgisi yerine temelinde Fahreddin Razî’nin bulunduğu kelamî çizgi 1350’den itibaren İslam coğrafyasında kök salar. XIV. yüzyılın sonunda İbn Şatır’a yeni-astronomi tabirini kullanma cesareti veren, XV. yüzyılın hemen başında kurulan Semerkant okulunun dikkate aldığı bu çizgidir. Gerçekten de, Semerkant okulu mensupları Merağa okulunun tersine kelamî çizgiyi daha fazla önemsediler; çalışmalarında kelamın nazarî çerçevesini göz önünde bulundurdular. Bunun en güzel delili, bu tarihlerde kozmoloji, astronomi ve fizikle uğraşan hemen bütün isimlerin Fahreddin Razî çizgisinde bir kelamî yaklaşımı benimsemeleridir. Bu isimler pek çok konuda, ayrıntılarda farklı düşünüyorlardı; ancak ana çerçevede müşterek bir metafiziğe bağlıydılar.
İbn Haldun’un doğum ve ölüm tarihleri dikkate alındığında yaşadığı dönemin yukarıda özetlenen çizginin yaygınlaştığı döneme denk geldiği rahatlıkla müşahede edilir. Bu yalnızca eserlerinde, özellikle, Mukaddime’de felsefe ve kelam ile ilgili eleştirilerinde görülmez. İbn Haldun’un daha on dokuz yaşında iken, hocası Muhammed Abilî’den Fahreddin Razî’nin ünlü eseri Muhassal’ı okuduğu, üzerinde çalıştığı, hatta bir özetini hazırladığı bilinmektedir ve bu özet bugün elimizdedir (Lubab el-muhassal fi usul el-din). Bu özette yalnızca Fahreddin Razî’nin değil, fikirlerini eleştiren Nasiruddin Tusî’nin Muhassal üzerindeki çalışmasını (Telhis el-muhassal) da kullanmıştır. İbn Haldun, eser üzerindeki çalışmanın gerekçesini de şöyle verir: Bütün felsefe ve kelam okullarının yöntem, metafizik ve ilahiyat konularını içermesi.
Sonuç ortadadır: Felasife’nin öngördüğü teoloji, kozmoloji, fizik ve astronomi sisteminin yarattığı kavramsal çerçeve, bir bütün olarak, İbn Haldun’un yaptığı gibi bir toplum, devlet ve tarih felsefesine izin vermez (Öyle ki İbn Haldun, Fahreddin Razî’nin, kelamî yaklaşımındaki felsefî ağırlıktan bile rahatsızlık duyar). Tersine böyle bir felsefe, ancak ve ancak Fahreddin Razî metafiziğinin tadil edilmesiyle elde edilir. İbn Haldun’un çağında insan müdrikesinin yapısı, nazar, delil, Tanrı, varlık, imkan, doğa, kanun ve din gibi temel kavramlar hakkında nazarî bakışı olmayan bir kişinin tarih ve toplum gibi daha insanî konularda teorik bir lisan oluşturması mümkün değildir. Yeri gelmişken söyleyelim ki zaman ve mekan gibi çetrefil iki sorunu düşünce tarihinde, ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı en son eserinde, Metalib’te en geniş incelemeye konu kılan düşünürlerden birisidir Fahreddin Razî.
Elbette bütün bu söylediklerimiz tarihî bir araştırmanın sonuçlarını serimlemek değil; İbn Haldun’un ortaya koyduğu toplum ve tarih teorisinin nasıl bir nazarî arka plana sahip olduğuna işaret etmektir. Kanımızca İbn Haldun’un tarih ve toplum teorisi Fahreddin Razî metafiziğinin tadil edilmiş bir şekli üzerine kuruludur. Bu nedenle ilk dönem Osmanlı düşünce dünyasında karşılık bulmamıştır. Çünkü her şeyden önce İbn Haldun yıkılmaya yüz tutmuş bir dünyanın, Mağrip İslam dünyasının mensubuydu ve büyük oranda yıkılışın, toplumsal çözülmenin nedenlerini araştırdı. Bunu gerçekleştirmek için içerisinde yaşadığı dünyayı mensup olduğu daha üst bir kümenin, İslam tarihinin tecrübesi ışığında inceledi. Kendisine konu kıldığı, içerisinde yaşadığı toplum, kısmen tarım toplumuydu kısmen göçebe. Bunun da ötesinde toplumsal örgütlenmeyi sağlayan merkezî otorite at, ok ve kılıca, kısaca bedenî tekniğe dayalı bir gücü kullanıyordu. Bu nedenledir ki, İbn Haldun sistemi bir bütün olarak Osmanlı’yı açıklamaz; çünkü Osmanlı at, ok ve kılıçla başlamış olsa bile, ateşli silahların, özellikle topun yarattığı tekniğimsi bir gücü yönlendiriyordu; coğrafî ve toplumsal yapısına bağlı olarak da farklı bir iktisadî zihniyete sahipti. Ancak ilginçtir ki, Osmanlı da Fahreddin Razî metafiziğinin kendi bilginleri tarafından tadil edilmiş farklı bir versiyonunu kullanıyordu.
Kadim kültürümüzde nazar, hakikati bilmek; hayr, bu hakikate göre eylemektir. Hakikatsiz hayr, ilimsiz amele benzer. Hayr, hakikatin siyasetidir. Bir toplumun hakikati yoksa siyaseti; dolayısıyla bir nazarı yoksa manzarası olamaz. “Olsun” ya da “olmalıdır” bir temennidir. Kadim geleneğimizde temenni, dua hükmündedir; ancak ne yazık ki, nazar, dua ile yapılmaz.


Paylaş Tavsiye Et