Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Türkiye Siyaset > Statükoya Kıbrıs’ta darbe
Türkiye Siyaset
Statükoya Kıbrıs’ta darbe
Önder Bilgel
OTUZ yıldır kayda değer hiçbir gelişme sağlanamamış olan Kıbrıs sorununda iki yıl içinde çok büyük adımlar atıldı. Sonucun olumlu veya olumsuz olması bir yana, bu, Türkiye’nin siyasal yapısı ve ilişkiler sistemi açısından ciddi bir değişime işaret ediyor. Zira Kıbrıs bir uluslararası ilişkiler krizi olmanın ötesinde Türkiye’de hep bir iç siyaset meselesi olageldi.
12 Eylül darbesi Türkiye’de siyasetin yapısal bir kırılma yaşaması sonucunu doğurdu. Bu tarihten itibaren yaşanan ve “siyasetin alanının daraltılması, devletin alanının genişletilmesi” şeklinde ifade edilebilecek süreç, bürokratik düzeneğin yürütmede giderek belirleyici konuma gelmesiyle sonuçlandı. Halkın kaderi için hayatî önem taşıyan birçok konu “devlet politikası” olarak kutsandı; siyasal (ve dolayısıyla da toplumsal) iradeden neredeyse bağımsız kılındı. Bu çerçevede Kıbrıs sorunu siyasal iktidarların inisiyatifinden bağımsız devlet politikalarının simgesi haline geldi. Statüko zaferini, 15 Kasım 1983’te (kararın doğruluğu-yanlışlığı, zamanlaması ve yerindeliği konusu saklı kalmak koşuluyla) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle tamamladı.
Kıbrıs için uygun görülen isim “Yavru Vatan”dı. Ama anne ile ‘yavru’su arasındaki ilişki çok da sağlıklı yürümedi. Annenin, gerçekten de büyük bir tehditten zorlukla kurtardığı yavrusunun üzerine titremesi anlayışla karşılanabilirse de, bu koruma psikolojisi, bir süre sonra yavruyu kendi başına iş göremez hale getirdi. Güvenlik gerekçesiyle 3.200 km2’lik ada 30 bin Türk askeri ile neredeyse tamamen bir garnizona çevrildi. Ordu, polis ve hatta itfaiye teşkilatı bile Ankara tarafından örgütlendi ve idare edildi. Türkiye’nin Lefkoşe Büyükelçisi ile Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı KKTC’-nin en yetkili kişileri oldu. Korumak için müdahale etme tavrı, giderek ilişkilerin marazî bir hal almasına yol açtı. Kıbrıs’la ilgili resmî söylemin dışına çıkan her söz ve devlet politikasına uymayan her davranış “vatana ihanet” olarak yaftalandı. Sorunun çözümü konusunda 1979’a kadar savunulmuş ve kayıtlarda yer alan federasyon fikrinden önce konfederasyon tezine geçildi. Daha sonra ise “çözümsüzlük çözümdür” şeklinde ifade edilen ve statükonun muhafazasını öngören yaklaşım benimsendi.
Anne yavrusunu korumak adına adeta onun normal yollardan doğumuna bile tahammül edemez hale geldi. Bu anlayış, KKTC’yi Türkiye’nin kangrenleşmiş bir uzvuna dönüştürdü. Yavru vatanın göbek bağından kurtulmasına izin verilmedi. Bu, giderek bir yozlaşmayı da beraberinde getirdi ve Kıbrıs ekonomisi, Türkiye ile nasıl verimli ilişkiler kurulacağına değil, Türkiye’den ne kadar para alınıp dağıtılacağına odaklı oldu. Bunun neticesinde Türkiye’deki ekonomik krizler Kıbrıs’ta iki kat daha fazla etki yarattı. 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kıbrıs’a gönderdiği resmî yardımların tutarı (örtülü ödenek ve benzeri kanallardan giden para hariç) 600 milyon dolar; bir başka deyişle ayda ortalama 5 milyon dolardı. Rivayet muhtelif olmakla beraber, ciddiye alınabilecek iddialarda meblağ, yılda 300 milyon dolara kadar çıkabiliyordu. Bu paraların karşılığı olan ödeneğin bütçede olmaması ise her türlü suiistimale uygun bir ortam doğuruyordu.
Bu ilişkinin belirgin biçimde somutlaştığı alanlardan biri de kamu maliyesi. KKTC’de 50 bin hane olduğu tahmin ediliyor. Maliye ve Ekonomi Bakanlığı’nda maaş olarak imzalanan çeklerin sayısı ise 53 bin. Memur sayısı 12 bin, devlet işçisi sayısı ise 5 bin. Kaba bir hesapla, her 10 kişiye bir devlet memur veya işçisi düşüyor. Aslında 1974’te Türklerin hakimiyetine geçen bölge, ada gayri safî milli hasılasının %70’e yakınını sağlıyordu. En zengin narenciye, tarım ve turizm bölgeleri ile esas ihraç limanı olan Magosa, Türklere kaldı. Ama bu potansiyel değerlendirilemedi. Uygulanan tecrit politikası ve ambargolar, Türkiye ile Kıbrıs arasındaki marazî ilişki ile birleşince oteller çürüdü, narenciye bahçeleri kurudu, ihracat durdu, altyapı eskidi.
Nasıl kangren sadece oluştuğu uzvu değil, bütün vücudu tehdit eden bir hastalıksa, statükonun bu yapısı da sadece Kıbrıs’ta değil Türkiye’de de yozlaşmayı artırdı. KKTC, Türkiye’de işlenen bazı suçların, oluşan pisliklerin altına süpürüleceği bir halı konumuna getirildi. Susurluk’ta ortaya çıkan karanlık ağlar Kıbrıs’ta örülür, 1990’lı yıllarda Türkiye’de hızla gelişen örgütlü suç şebekelerinin elindeki kara ve kanlı para KKTC’de aklanır oldu. Kıbrıs otelleri mafya babaları ile onların devlet içindeki uzantılarının ikinci adresi haline geldi. Bu dönemde çeşitli yolsuzluklara karıştıkları iddiasıyla soruşturulmak istenen asker ve sivil bürokrasinin bazı isimlerinin iki siperinden biri Kıbrıs’tı. Denetlenemeyen harcamalarla ilgili her kuşku da “Yavru Vatana canımız feda” söylemiyle dağıtıldı.
Kıbrıs’ı kara para aklama cenneti haline getiren, Susurluk dosyalarında adları geçen ve yönetime yakın bankacıların 1999’daki yolsuzluklarının üstünü örterek hortumlanan paraları Türkiye’den talep eden, reel ekonomik faaliyetleri Türkiye’den gelecek kumarbazlar ve üniversite öğrencilerinden ibaret olan, her ay Türkiye’nin yolladığı kayıtlı 5 ve kayıt dışı 25 milyon dolar ile geçinmeye çalışan, bütün ekonomisi 7 ailenin elinde bulunan bir ülkenin gerçekten bağımsız olmasını beklemek safdillik olur. Bu yüzden, Türkiye’den tek taraflı dayatmalar şeklinde ve giderek artan sayıda gelen talimatlar şaşırtıcı değil. KKTC’deki toplumsal düzenin ‘fazla demokratik’ olduğu, siyasal ve sendikal hakların kısıtlanması gerektiği de Türkiye’nin bürokratları tarafından krizden kurtuluş reçetelerine eklendi.
Kendilerini yurt dışına göç eden Kıbrıslı Türklerle ve daha sonra da Güney ile mukayese ederek çıkan sonucun farkına varan KKTC vatandaşlarında ‘Anavatan’a karşı olumsuz duygular hakim oldu. Uygulamalarıyla Kıbrıs Türkünü Türkiye’ye düşman etme başarısını gösteren ise, statükonun ta kendisiydi. Bir Kıbrıslının sözleriyle bu genel psikoloji şu şekilde özetleniyordu: “Askerimizi siz yönetiyorsunuz, merkez bankamızı siz, polisimizi siz, itfaiyemizi siz. Biz kendi kendimizi yönetemeyecek kadar aciz miyiz? Bize sanal bir dünya yarattınız. Ne Rum’un egemenliğinde, ne de Türkiye’nin asker-sivil bürokrasisinin emrinde yaşamak istiyorum. Kendi evimin efendisi olmak istiyorum.”
Bu yaklaşım, geçirdikleri metamorfoz neticesinde mücahit bir halkın lideri olma durumundan “sahibinin sesi” olma durumuna düşen kesimlerin büyük tepkisiyle karşılaştı. Statüko kendisini o denli kaybetti ki; 1977-79 görüşmelerinde ve 1985’te bizzat Türk tarafının %29+ tezi çerçevesinde, toprak karşılığı siyasal eşitlik tezini savunduğunu unutarak “kanla çizilen sınırlar kalemle verilemez” noktasına geldi. Mehmet Ağar’ın, Başbakan Erdoğan’ın, “Kıbrıs’ta belli oranda toprak verilebileceği” yolundaki açıklamasına verdiği, “O topraklar belediyelerin tahsisli arsaları değil, kanla alınmış topraklardır” tepkisinde somutlaşan bu bilinçaltı; aslında uluslararası anlaşmalardan doğan bir garantörlük hakkının kullanılması, Kıbrıs Anayasası’nın ve Türk toplumunun güvenliğinin savunulması çerçevesinde yapılan müdahalenin statüko tarafından algılanışı hakkında da ipucu veriyor.
1996’da Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı olan Korgeneral Hasan Kundakçı’nın “kanla çizilen sınırlar değiştirilemez” tezinden bugün Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün “Ordu TBMM’-nin ordusudur. Çıkan sesin gürlüğüne değil, aklın önderliğine itaat eden bir nesle komuta ediyorum” söylemine gelinmiş olması, statükonun suyunun ısındığının göstergesi. Kıbrıs da, her zaman olduğu gibi Türkiye’de olup bitenlerin barometresi niteliğini koruyor. Yani fırtına Türkiye siyasetinde kopuyor, ama ibre Kıbrıs’ta okunuyor.

Paylaş Tavsiye Et