Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2005) > Türkiye Siyaset > Mülkün temeli yeraltına mı kaydı?
Türkiye Siyaset
Mülkün temeli yeraltına mı kaydı?
M. Mücahit Küçükyılmaz
ESKİLER, bütün müesseseleri yıkılmış bir memlekette sadece adaletin ayakta kalmış olmasını geleceğe dair bir ümit vesilesi sayar. Buna karşılık, bütün müesseseler sapasağlam olduğu halde yalnızca adalet yozlaşmışsa, bunu da o memleket için hayra alamet görmezler. O yüzden mülkün, yani memleketin, milletin ve ona ait olan her şeyin temeli adalettir. Bunu ise ancak meşru bir güç, bir nizam dâhilinde sağlayabilir. Burada da ortaya, tarih boyunca hep tartışılageldiği gibi, güç-adalet-zulüm bağlantısı çıkar; çünkü zulmün de, hakkaniyetin de topluma yayılması güç sayesinde olur.
Kültürümüzde, özellikle her horozun kendi küllüğünde öttüğü dönemlerde revaçta olan bir külhanbeyliği ya da kabadayılık geleneği olduğu muhakkak. Bütün dünyası kendi mahallesinin, bilemedin, bir-iki komşu mahallenin sınırlarından ibaret olan külhanbeyleri istisnai haller dışında subaşı ve zabitlerle dahi iyi geçinmeye, hatta işbirliği içinde olmaya özen gösterir; devlet otoritesinin henüz güçten düşmediği zamanlarda kolluk kuvvetleri, bu kişilerin mahallenin asayiş ve namusunun kendilerinden sorulduğunu sanmalarına hoşgörüyle bakarlardı. Ne zaman ki devlet babalığını bihakkın ifa edemez hale geldi, o vakit mahallenin ve de mülkün sınırları aşılmaya, ataerkil yapıya uygun olarak nevzuhur “baba”lardan adalet umulmaya başlandı. Zira bürokratik adaletin yıllarca halı altına süpürdüğü ya da dosyalayıp mürur-ı zamana uğrattığı talepler, alacaklar, hesaplar ve de intikamlar bir başka dünyada, yeraltında çarçabuk çözüme bağlanır oldu. Böylece gayrimeşru da olsa, gücün gölgesinde, kamusal ve özel alanların haricinde, belli “raconların kesildiği” âlem şekillendi. Öyle ki burada “devletin bittiği yerde mafya başlamakta” ya da düzeltilmiş haliyle, “mafyanın başladığı yerde devlet bitmektedir.”
Günümüzde mafyanın Türkiye topraklarındaki serüvenine bakınca, her ne kadar kamusal ve özel alanın dışında desek de, onun bu alanlardaki çekişmelerden ve çatışmalardan pek bağımsız olmadığı görülür. Son otuz yılda arz-ı endam etmiş, 23 bin kişiden ve 150 çeteden müteşekkil mafya ordusunun neşet ettiği iki temel adres var: 12 Eylül 1980’e kadar birbiriyle çatıştıktan sonra dağıtılan ve ‘işsiz’ kalan tarafların artıkları ile PKK’nın tasfiyesiyle dağdan inen veya cezaevinden tahliye edilen müsellah kişiler… Bir bakıma, tetik çekmeye alışan eller sivil hayatta tutunamamış ve kendisine sığınak olarak yeraltını seçmiştir. Bugünlerde ülkücü ve Kürt grupların aralarındaki hesaplaşmanın sonucu olarak gündeme geldiği dillendirilen mafyöz ilişkiler ağı da, böylece ideolojik bir temele dahi yaslandırılabiliyor. Değişen siyasal konjonktüre göre bazen kollanan ve kullanılan, bazen de ansızın tepesine binilen mafya, kodesi boylarken bile yüzündeki aymaz gülümsemeyi ve pişkin ifadeyi her şeye rağmen koruyabiliyorsa bu, her devirde değişmeyen acı bir gerçeğe işaret eder: Sistemin içinde yer alan bazı etkili kişiler, mevki sahipleri, kerhen veya bile isteye, onu bir zatiyet olarak tanımış durumdadırlar. Bu, sınıftaki her türlü haylazlığının öğretmen tarafından verilecek cezasına karşı bağışıklık kazanmış öğrencinin konumunu andırsa da, elbette ondan çok daha ciddi ve ölçeği geniş bir durumdur. Örneğin, Mehmet Ali Ağca’nın tereyağından kıl çekercesine yurtdışına kaçı(rılı)şı ve sonrasında Papa’ya suikast düzenlemesinde olduğu gibi, bu ölçek uluslararası ilişkilere kadar genişleyebiliyor. Benzer biçimde, 2004 Nisan’ında cezasının sona erdiği ‘sanılarak’ tahliye edilen ve daha geçen ay Kiev’de ele geçirilebilen Haluk Kırcı; insana, insanoğlu kuş misali bir gün orada, bir gün burada dedirten beynelminel mafya babası Alaattin Çakıcı; karşılıklı ebe-sobe oyununun halen devam ettiği Mustafa Bayram ve devletin gürültülü Kelebek Operasyonu neticesinde bir eliyle yakalayıp öbür eliyle salıverdiği Sedat Peker derken liste uzayıp gidiyor. Yaşadığı baş döndürücü ödül-ceza sürecine kendisi de afallayan, ancak kendisine ‘pardon’ dedikten sonra yeniden celp çıkaran “devletini zor durumda bırakmamak için” teslim olan Peker, belki akıbetinden emin olmanın verdiği rahatlıkla, belki de gençliğin verdiği saf ve toy özgüvenle, âlemde örnek bir davranışa imza attı!
Gerçekten de önceki örneklerde olduğu gibi Peker vakasında bir ‘emniyet’ hissi söz konusu muydu acaba? Kıyaslamaya gidilecek olursa, Peker’in ilk başta fark edilen bir özelliği bulunuyor: Bir önceki mafya kuşağına mensup diğerleri ağır ceza almak korkusu yüzünden ‘yakalanmamayı’ temel hedef olarak seçerken; o, bir sonraki aşamayı, yakalansa bile “ağır ceza almamayı” hedefliyor. Eh, bunun için de emniyet hissinden öte, “devlete saygı duymanın ve adalete güvenmenin” karşılığını alacağını bilecek kadar tuzunun kuru olması ya da bir başka deyişle, memlekette tuzun kokmuş olması gerekiyor. Öyle ki yeraltı dünyasının klasik alışkanlıklarından farklı olarak son vakanın kahramanı, sadece emniyet, MİT, siyaset, spor, iş dünyası, medya gibi kurumlarla değil; “aman yıpratmayalım” diye üzerine titrenen yargıyla, tepeden tırnağa bağlantılar kurmuş bulunuyor. Hem de, malûm üst düzey ilişkiler bir yana, çevresinde bir avukatlar ordusu istihdam etmekten, üniversitelerin hukuk fakültesinden diploma alan “geleceğin hukukçuları”na mezuniyet balosu düzenlemeye kadar sistematik bir biçimde…
 
Yargının Başı Dumanlı; Ya Siyasetin?
Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya, MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu ve Çakıcı’nın yakını müteahhit Hakkı Süha Şen ile yaptığı telefon konuşmalarının deşifre olmasının ardından, Yargıtay üyeleri tarafından aklandı ve ilk ciddi çıkışını yaptı. “En iyi savunma hücumdur” ilkesiyle hazırlanmışa benzeyen konuşma metninde, ilginçtir ki, Başkan’ın tartışılan kişisel ilişkilerine dair tek kelime yoktu. Ondan da öte, Peker’in adamına “bu mevzileri bırakmayın” nasihatinde bulunduğu için istifa etmek zorunda kalan Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya’nın, Disiplin Kurulu tarafından görevden çekilmeye davet edilen üye Ergül Güryel’in ve kimisi istifa eden kimisi de Özkaya gibi emeklilik yolunda olan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Boyrazoğlu, Kartal Savcısı Hacı Hüseyin Güleçyüz, Kadıköy 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Nusret İnce gibilerin esamisi dahi okunmuyordu. Kamuoyu gerekçeleri merakla beklerken, Adlî Yıl Açılışı’nda bile raporlu olan Özkaya laiklik, Cumhuriyet ve yargının saygınlığından başlayıp uğradıkları “sistemli karalama kampanyasından” dem vurmuştu.
Peki, bütün bu ilişkiler ağı ortaya dökülürken ve “ödül-ceza süreci” hızla işlerken icranın sahipleri ne yapıyor? İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, “Kimse kimseyi suçlamasın!” diyor ve ekliyor: “Her şey hukukî kurallar çerçevesinde cereyan ediyor.” Tam da kafalar karışmışken Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in vazıh demeci geliyor: “Hukuk yönünden izahı kolay; ama vatandaşa izahı zor.” İki açıklamayı birlikte okursak, demek ki vatandaş, “her şey hukukî kurallar çerçevesinde cereyan ettiği için” olanlara bir izah getiremiyor sonucu ortaya çıkıyor. Böyle olunca da, hiçbir şeyin iyiye gitmediği bir ortamda başvurulacak en zekice çare ironi olduğu için, basında, “Sedat Peker kriterleri”, “Korkut eken, Sedat biçer”, “Çakıcı istifa!”sesleri yükseliyor. Yüzde 50’ye yakın halk desteğine ve Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa sahip bir hükümetin bakanları daha kararlı, vakur ve halkın ortak hislerinin tercümanı olmalı değil mi? Üstelik mülkün temeli yeraltına kaymak üzereyken, adalet ve emniyet ihtiyacı doruğa çıkmışken ve siyaset itibar kazanmaya başlamışken…

Paylaş Tavsiye Et