Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2005) > Toplum > Aynı hâli paylaşmak
Toplum
Aynı hâli paylaşmak
İhsan Fazlıoğlu
BÜYÜK Memlûklu tarihçisi İbn Fazlullah el-Umerî (ö. 1348), muhalled eseri Mesâlik el-ebsâr fî memâlik el-emsâr’da, “Türk Hükümdarları Hakkında” başlıklı alt kısımda, Türk tarihi hakkında bilgi vermek istediğinde şöyle der: “Bu milletle ilgili haberler bize ulaşmadı; çünkü aralarında bilginler yoktur ve bilgi ile atalar mirasını muhafazaya (hıfzı meâsiri’l-âba) ihtimam/ilgi göstermezler”.
Alıntıda geçen Türk kelimesinin yöneltimi/medlulü ile bilgi ve bilginler sorunu bir yana, “atalar mirasını korumada ilgisizlik” cümlesinin, bu ay içerisinde bir kısım dostla gerçekleştirdiğimiz Bursa gezisi esnasında tekrar ele alınması zaruri oldu. Gördüklerim ve dinlediklerimden, kişilerin genetik mensubiyetlerine benzer biçimde, toplumların kültürlerinin de, ister farkında olalım ister olmayalım, tevarüs edilen genetik şemalara sahip bulundukları kabulü çerçevesinde, bu illetin, Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde sürekliliğini koruduğu düşüncesine kapıldım.
Kişi olmak, toplum olmak, millet olmak, bir kültür sahibi olmak ile bir kültürün devletleşmesi, medeniyetleşmesi, bir mefkure etrafında cihan devleti haline gelip dünya tarihine yön vermesi, hiç şüphesiz, üzerlerinde uzun uzun düşünmeyi gerektiren tasavvurlardır. İnsanlar genellikle bir şeye sahip olduklarını bilirler; ama çok az insan, sahip olduklarının çok uzun bir tarihinin/geçmişinin bulunduğunun farkındadır. Bir şeyin tarihi demek, o şeyin o haliyle varolabilmesi için harcanan büyük bir emek demektir. Kadim bir ilkedir: Bir şeyin varlığının kıymeti, o şey kaybedildikten sonra anlaşılır. Ancak, kişiye, topluma ve devlete ilişkin kaybedilenler bir daha geri getirilemez. Yaşadığımız hayat biriciktir; hem kişi olarak, hem millet olarak; aynı biçimde tekrarlanamaz.
Kanımca sorun, esas itibariyle zaman idrakinden kaynaklanıyor. Kadim dönemde zaman idraki şu şekilde ‘idi’: Geçen - geçmekte olan şimdi - geçecek olan gelecek. Merkezinde geçmişin olduğu bu idrakte hafıza, yani hatırlama, geçmişe doğru çalışırdı. Modern zamanlarda bu idrak şu biçimi aldı: Gelecek’e göre kurulan geçmiş - gelecek’e göre kurulan şimdi - gelecek. Gelecek’in merkezde olduğu bu idrakte ise muhayyile, yani beklenti geleceğe doğru iş görürdü. Günümüzde ise, zaman idraki daha bir şekil değiştirmiştir: Şimdi’nin geçmişi - şimdi - şimdi’nin geleceği. Şimdi’nin merkezde bulunduğu bu idrakte ise ne geçmişe ilişkin hatırlama, ne de geleceğe ilişkin beklenti vardır; yani aymazlık esastır.
Modern dönemde insanlar bugün’ün anlamını geleceğe yatırım yapmak şeklinde anlıyordu. Elbette modern zihniyette de geçmişin unutulması, gelecek için geçmişin imhası esastır; ancak geçmiş, yine de geleceğe katkısı oranında hesaba katılan bir birikimdir. Günümüzde ise, hem geçmiş hem de gelecek şimdi için unutulmak istenmekte; hatta imha edilmektedir. Geleceği de unutmak isteyen çağdaş insan, “Herkes böyle iyidir” deyişiyle dile getirilen anlayış içerisinde, sürekli şimdi’de yaşamaktadır. Kadim için ise hayat, geçmişi, şimdiyi ve geleceği aynı anda içeren bir sürekliliktir; onun için kadim, hendesî-organik bir dünya tasavvuruna sahipti. Gerçekte kadim, hayat sürerdi; modern yaşayacaktır; çağdaş insan ise yaşıyor.
Kadim kendisini geçmişe bağlayan şecere/ağaç arardı. Kökleşmek aynı zamanda gökleşmenin daha sağlıklı yürümesini sağlardı. Modernler için ise uçmak özgür olmaktı; yine de geçmiş, havalanmanın imkanını veren, kalkış değerine sahip bir zemindi. Şimdiler, yarın olmayacağını varsayıp, ânı sonuna kadar kullanan çekirge gibiler. İnsanı bir tür/nev olarak değil bir birey olarak kabul edip, kendi bireyselliklerini gerçekleştirme adına insan türünü imha etmekteler.
Tarihe bakıldığında büyük bir kayıp göze alınmadan, geçmişin şimdiden ayrılamadığı görülür. Elbette geçmişi olmayan şimdi anlamsızdır; şimdisiz geçmiş ise bulanık. Açıktır ki, tarihte eski ile yeni’yi beraberce ele alan toplumlar iş görmüşler, geleceği inşa edebilmişlerdir. Geçmişi olmadan şimdiyi yaşayan toplumlar ise birbirlerini aldatan bir yığına dönmüşlerdir. Hem kişi hem de toplum, kendisini geçmişten hareketle şimdinin imkanları içerisinde gelecek için hazırlar. Bu tavır da insan oluşun sürekliliğini sağlar; canı, aklı, soyu, malı ve inancı, yani kısaca insanı korur.
Said Halim Paşa’nın ifade ettiği üzere, vatan çift anlamlı bir kavramdır: Fizikî coğrafya, insanların üzerinde yaşadığı toprak parçası, yani maddî vatan ile bu maddî vatan üzerinde hayat süren insanların toprakla kurduğu ilişki, yani geçmiş, tarih, manevî vatan, bir milletin anlam ve değer dünyasıdır. Aynı anlam-değer dünyasını paylaşan insanların/toplumun bir toprak parçası üzerinde örgütlenmesi devlettir. Devletin hem maddî, hem de manevî vatanı koruması için kurduğu silahlı güç ise ordudur. Bu nedenledir ki devlet, ordu çökünce; millet, kendisini bir arada tutan anlam-değer dünyası çözülünce yıkılır. Bir insan topluluğunun, kültürün millet haline gelmesi, aynı anlam-değer dünyası içerisinde hayat sürmesi demektir; devlet de aynı anlam-değer dünyası içerisinde hayat süren insanların örgütlü birlikteliğidir; ordu da bu örgütlü birlikteliğin vücut bulduğu hem maddî coğrafyayı, yani toprak parçasını, hem de manevî coğrafyayı, yani tarihi, kısaca vatanı korumakla yükümlüdür.
Hiç şüphesiz Said Halim Paşa’nın dile getirdikleri kudemanın vatan anlayışıdır; modernler beka-i devlet uğruna beka-i milleti dikkate almadılar; şimdikiler ise “Herkes böyle iyidir” deyip aymazlıklarını sürdürüyor; devleti bir şirket, milleti üreten-tüketen anlamsız-değersiz bir yığın görüyorlar. Bizi millet kılan anlam-değer dünyası, yani manevî vatan gün be gün iplik iplik sökülüyor, eriyip gidiyor. Birbirlerini aldatan bir yığın haline gelen bireyler, örgütlü birlikteliklerini ne kadar sürdürür bilinmez.
Bursa gezisinde gördüklerim ve dinlediklerim, beni hem felsefî, hem de tarihî bir seyr ü seferin içerisine yuvarladı. Bu düşünceleri böylece derin bir hüzünle dağınık buldum; böylece yine derin bir hüzünle dağınık aktarıyorum. Ancak yine de bu geziden edindiğim bir düşünce oldu: Millet, aynı dili konuşan değil aynı hâli paylaşan kişilerden oluşan insan topluluğudur.

Paylaş Tavsiye Et