Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Okuyorum > Namık Kemal’le Renan’a karşı-II
Okuyorum
Namık Kemal’le Renan’a karşı-II
İbrahim Kalın
Geçen yazıda Namık Kemal’in din, milliyet ve kavmiyet kavramlarını nasıl ele aldığına kısaca göz atmıştık. Şimdi Müdafaaname’nin ele aldığı asıl konuya, yani bilim meselesine geliyoruz.
 
NAMIK Kemal, konuya İslamiyet’in ilk asrında fizik bilimlerin olmadığı iddiasıyla başlar. Müellifimiz bu konuda Renan’a hak verir. Fakat bir not düşerek “ilim” kelimesinin 19’uncu yüzyıl Müslüman aydınları arasında hangi anlamda kullanıldığına dair önemli bir ipucu verir. “Asr-ı evvelde İslam arasında ilim müntesir değilmiş; eğer ilimden murad yalnız riyaziyat ve tabiiyat ise, filhakika değildi. Fakat bundan İslamiyet’in mani-i maarif olması mı iktiza eder? Din-i Muhammedi, müntesir olduğu yerlerde halkı alim bulmuş da cehle mi sevk etmiş?” (s. 29). Müellifimizin ilim kelimesini fizik bilimlerden daha geniş bir anlamda kullanması, İslam-bilim tartışmaları açısından son derece önemli. Bugün Türkçe’de bilim kelimesi sayesinde geleneksel “ilim” kavramını fizik bilimleriyle özdeşleştirme mecburiyetinden kurtulmuş bulunuyoruz. Fakat geleneksel terminoloji açısından baktığımızda, bugünkü anlamda bilim ile ilim ya da bilgi arasında kesin bir ayrım yapmak da zannedildiği kadar kolay değil. 19’uncu yüzyıl pozitivizminin ağır etkisinde kalan pek çok Müslüman düşünür, Batıdaki “bilim” kelimesini İslam dillerine ilim olarak tercüme etmekte bir beis görmediler. Modern dünyanın bilim dediği bilgi biçimi, İslam’daki ilim kavramıyla özdeşleştirilince, Müslüman düşünürler sırtlarından büyük bir tarihî yükün kalktığını düşündüler.
Vakıa, durumun onlar için böyle olduğunda şüphe yok. Bu konuda belki de önümüzdeki en kayda değer örnek, çağdaşları içinde bilim konusunda en fazla zihin ameliyesinde bulunmuş olan Bediüzzaman Said Nursi’dir. Namık Kemal’den Bediüzzaman’a ulaşan düşünce çizgisinde nasıl bir “modern bilimi kendi silahıyla vurma” stratejisinin geliştirildiğini görmek zor değil. Her ne kadar Namık Kemal’in Müdafaaname’deki ana yaklaşımı tarihî; Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’daki genel bakış açısı felsefî ve kozmolojik ise de, iki düşünürümüz önemli bir noktada müttefiktir: Modern bilimlerin Ortaçağ Hıristiyan geleneği karşısındaki başarıları, dinin ve hassaten İslamiyet’in meşruiyetine bir halel getirmez. Dahası, modern bilimsel buluşlar, aslında Kur’an’daki tekvinî ayetlerin tefsirinden başka bir şey değildir. Bu anlamda -Bediüzzaman’a göre- kelamın klasik “nizam delili” ile modern bilimsel keşifler arasında bir çelişki yoktur. Bediüzzaman bu noktada bir adım daha ileri gider ve yenik bir medeniyetin asil bir fikir savaşçısı olarak Kur’an’ın aslında bu yeni buluşların hepsini 1400 yıl önceden haber verdiğini söyler. Bilimsel pozitivizm ve ateizme karşı Müslüman zihninde sarsılmaz bir iman inşa etmek isteyen Bediüzzaman, böylece “bilimsel tefsir” (tefsir-i ilmî ya da tefsir-i fennî) akımının en başat sözcüsü, belki de kurucusu haline gelir.
Fakat bilimi ilim diye tercüme ettiğimizde ortaya nasıl bir durumun çıkacağını görmek zor değil. Eğer ilim bilim demekse o zaman “bilim Çin’de bile olsa talep edin”, “bilim bilim bilmektir/bilim kendin bilmektir”, “Allah Kudret ve Bilim sahibidir”…. demekte bir beis görmeyeceğiz demektir! Fakat sorun burada da bitmiyor. Batı dillerindeki ‘bilim’i ilim olarak tercüme etmek, aslında İslam geleneğinin aynı bilim tasavvuruna sahip olduğu ve bilimi desteklediği fikrinden kaynaklanıyor. Böylece pozitivizmin ve bilimciliğin ezici hakimiyeti altında bunalan Müslüman aydınlar, kendilerine bir teneffüs alanı ihdas etmiş oluyorlar.
Nitekim Afgani ve Abduh gibi düşünürler, tıpkı Namık Kemal ve Bediüzzaman gibi, 19’uncu yüzyılda Avrupa’da zirveye ulaşan din-bilim çatışmasına bu açıdan bakmakta bir beis görmediler. Afgani, 18 Mayıs 1883’te Journal de Debats’da yayımlanan Renan’a yazdığı cevabî mektubunda bütün İslam dünyası adına serzenişte bulunur: “Eğer İslamiyet’in bilimlerin gelişmesine engel olduğu doğru ise, bu engelin bir gün ortadan kalkmayacağını söyleyebilir miyiz? Her din, bir şekilde baskıcıdır. Hıristiyanlığın …. bilim ve terakki yolunda hızla ilerlediği görülüyor. Müslüman toplumlar ise kendilerini dinin vesayetinden henüz kurtarabilmiş değiller. Fakat Hıristiyanlığın Müslümanlıktan asırlar önce geldiğini nazar-ı itibara alacak olursak, Müslüman toplumların önündeki engelleri bir gün aşacağını ve tıpkı Batı toplumu gibi medeniyet yolunda ilerleyeceğini ümit etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Hayır… İslamiyet’in bu ümitten mahrum edilmesini onaylamam mümkün değil.” Namık Kemal, benzer bir serzenişte bulunur ve sorar: “M. Renan içlerinde fikr-i ma’rifet mahvolmuş olan İspanyalıların telafi-i mafat edeceğine nasıl ihtimal veriyor da bizim terakkimize ihtimal veremiyor? Avrupalılar, ruhban güruhunun ateş-i zulmüne mukavemet ederek, Arablardan iktibas eylediği maarif sayesinde bu dereceye gelmeğe muktedir olmuş iken, bizim, Avrupa’nın fünûnundan istifade edip âlem-i kemalâtta yine bir mevki-i imtiyaza vusulümüze niçin ihtimal vermiyor ki, dinen tahsil-i marifetle mükellef olan İslam arasında, tahsil-i ilme düşman hukema ve ulema veya ilim ve hikmet kitabı yakacak Engizisyon cemiyetleri mevcut olmadığını kendisi de bilir!” (s. 56).
Aynı şekilde önemli bir diğer konu, 19’uncu yüzyıl Müslüman intelijansiyanın bilim tarihine nasıl baktığı meselesidir. Bu dönemin hakim tarih anlayışı, bilime farklı coğrafya ve zaman dilimlerinde işlenen, geliştirilen, zenginleştirilen ve böylece farklı aktörlerin elinde ilerleme kaydeden lineer bir süreç olarak bakmaktaydı. Bu anlamda bilim tarihi bir bayrak yarışıdır. Bu yarışın bir döneminde Yunanlılar, sonra Müslümanlar, en son da Avrupalılar bayrağı ellerinde bulundurmuştur. Dolayısıyla önümüzde evrensel ve lineer bir (bilim) tarihi tasavvuru var. Afgani bu konuda net bir fikre sahip: “Garip olan şu ki bugünlerde bizim ulema ilmi iki kısma ayırmış. Birine Müslüman ilmi, diğerine Avrupa ilmi diyorlar. Bu yüzden, başkalarının bu faydalı ilimlerin bir kısmını öğretmelerine engel oluyorlar. Bunlar, (b)ilimin hiç bir milliyet ile alakası bulunmayan kutsal bir şey olduğunu anlamıyorlar. (B)ilimin tek ayırt edici özelliği kendisidir. Her şey (b)ilim ile bilinir ve meşhur olan milletler, bilim sayesinde şöhret kazanırlar. Bilim insanlara değil, insanlar bilime bağlıdır. Bilimin anası ve babası delildir ve delil ne Aristo’dur, ne de Galile. Hakikat, delilin olduğu yerdedir. İslamiyet’i korudukları inancıyla bilim ve ilimi yasaklayanlar, dinin düşmanlarıdırlar. İslamiyet, bilim ve ilime en yakın dindir ve bilim ve ilim ile İslam inancının temelleri arasında hiç bir uyuşmazlık yoktur”.
Burada Afgani, tıpkı Namık Kemal ve Bediüzzaman gibi, Avrupa’nın bilim ve kültürdeki “özerklik” iddiasına karşı, evrensel bir tarih tasavvurunu savunur. 19’uncu yüzyıl İslam düşüncesinin kilit noktalarından biri burada tebellür eder: Modern Avrupa medeniyetinin pek çok kültürü geride bıraktığı doğrudur; fakat Avrupa’nın kültür ve bilim alanındaki başarısı onun öz malı değil, insanlığın ortak mirası olarak görülmelidir. Eğer bilim, medeniyet ve ilerleme, yukarıda tasvir edildiği gibi, bir bayrak yarışı ise, o zaman İslam dünyasının bu yarışa bir gün yeniden katılmasına mani olacak zatî bir engel yoktur.
Namık Kemal’e geri dönecek olursak, müellifimiz bizi tam da bu noktada hayal kırıklığına uğratır. İlim kelimesini fizik ve matematik bilimleri dahil bütün beşerî bilgiyi kapsayacak şekilde kullanan Namık Kemal, Renan’ın “İslam gibi dogmatik bir dinde bilim ve felsefeye yer yoktur” iddiasını çürütmek için naklî deliller ileri sürer ve içinde ilim ve hikmet kelimelerinin geçtiği bir dizi ayet ve hadisi zikreder (s. 34). Namık Kemal, muasırı olan diğer Müslüman aydınlar gibi, İslam tefekkür geleneğindeki ilim kavramını, modern tabiat bilimleriyle eş anlamlı olarak kullanmakta bir mahzur görmez.
Özetleyecek olursak, Namık Kemal’in iki ana tezinden bahsedebiliriz: Birinci olarak, bilim ve medeniyet tarihi, bir bayrak yarışıdır ve din ve milliyet ötesi bir niteliğe sahiptir. İkinci olarak İslam tefekkür geleneğindeki ilim kavramı, ana hatlarıyla 19’uncu yüzyıl Avrupa bilimine tekabül eder. Bu anlamda İslam ne terakkiye manidir, ne de bilime. İmdi eğer bilim, teknolojik ve metodik ilerlemeden ibaret ise, bu tarih tasavvurunda belli bir hakikat payı olduğunu teslim etmemiz gerekir. Fakat eğer bilim, eşyaya karşı epistemik bir duruşu, bir kavrama biçimini ifade ediyorsa, bu durumda bilim tarihine lineer olarak ilerleyen ya da gerileyen bir süreç olarak bakamayız. Geleneksel ya da modern, bilimin dayandığı felsefî arka plan, zaman ve mekan üstü bir bilim anlayışına imkan tanımıyor. Her bilim geleneğinin bir felsefî ve metafizik ön kabuller dizgesine sahip olduğunu bugün daha açık bir şekilde görüyoruz. Bu anlamda İslam düşünce geleneğinin geliştirdiği holistik ilim kavramı, dayandığı felsefî ön kabuller ve içinde bulunduğu teistik bağlam ile, kökleri Kartezyenizme ve 17’nci yüzyıl bilim devrimine giden modern bilimin postulaları arasındaki ayrımı daha belirgin bir şekilde ifade etmemiz gerekiyor.
Namık Kemal ve yukarıda zikrettiğimiz diğer aydınlar, bizim de ister istemez parçası olduğumuz bir mücadelenin fikir erleriydiler. 18 ve 19’uncu yüzyılın ‘ruh’unu belirleyen düşünceler ve eğilimler , bugün yerini başka kabullere ve kaygılara bırakmış durumda. O yüzden Namık Kemal’in sorduğu sorulara bugün farklı cevaplar veriyoruz. Cevaplarımızın aynıymış gibi göründüğü yerde karşımıza başka ve yeni sorular çıkıyor. Her halükârda, Namık Kemal dediğimizde karşımıza Renan’a karşı ateş püsküren bir polemikçi ya da apolojist çıkmıyor. Döneminin bütün imkan ve eksiklikleriyle karşımızda duran Namık Kemal, bir medeniyet mücadelesinin, bir onur kavgasının asil ruhlu bir savaşçısıydı. Onu bizim için asıl önemli kılan bu asaletidir.

Paylaş Tavsiye Et