Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Toplum > Martin Lings (Ebubekir Siraceddin): “İnsan yeryüzü ve gökyüzü arasında bir aracıdır”
Toplum
Martin Lings (Ebubekir Siraceddin): “İnsan yeryüzü ve gökyüzü arasında bir aracıdır”
Konuşan: Kemal Sayar
Efendim siz gerek Antik İnançlar Modern Hurafeler, gerek Onbirinci Saat adlı kitaplarınızda evrim düşüncesine epey yer veriyorsunuz. Evrim düşüncesinin Batılı anlamıyla yanlış olduğunu ortaya koyuyorsunuz. Ve geleneksel metinlerde, geleneksel öğretilerde daha aşağı olandan daha yüksek olanın elde edilmesi yönünde bir evrim düşüncesi olmadığını, fakat bütün dinlerin ve bütün geleneksel öğretilerin daha yüce olanın daha kötü olana doğru evrimleşebildiğini, yozlaştığını gösterdiğini söylüyorsunuz. Bu düşüncelerinizi biraz açar mısınız?
Evet, zor değil. Bütün dinlere göre Tanrı, insanı mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Ancak, bu mükemmel haldeki insan bozulmaya uğramıştır. Tarih içinde Tanrı, emirlerini dinleyen üstün topluluklar yaratmıştır ve onlar da yavaş yavaş yozlaşmışlardır. Bütün dinler bunda birleşir. Peygamber Efendimiz de (SAV) şöyle söylemiştir: “Hiçbir zaman gelmez ki, akabinde gelen ondan kötü olmasın.” Aynı zamanda şunu da söylemiştir: “Ümmetimin en hayırlısı ashabımdır. Sonra onlardan sonrakiler ve daha sonrakiler gelir.” Her dinin öğretisi budur. Modern evrim teorisi ise bunun tam zıddıdır. Onlara göre bizi Tanrı yaratmamıştır. Yaradılışı da açık biçimde izah edemezler. İnsan soyunun bir maymun türünden geldiğini söylerler, ancak buna bilimsel bir kanıt da bulamamışlardır. Evrim teorisi Batı’da milyonlarca insanı dinden uzaklaştırmıştır. Elbette hakikati onun zıddıyla, yani evrim kuramıyla uzlaştıramayız. İnsanın daima ileriye gittiğini söyleyen ilerleme fikriyle uzlaşamayız. Söyleyeceğim şey bu kadar.
 
Efendim, Türkçe’de yayınlanan bir başka kitabınız Onbirinci Saat başlığını taşıyor. Siz bunu İncil’den aldığınız bir meselle izah ediyorsunuz. Bu mesele göre, üzüm bağı için pazar yerine işçi toplamaya giden bir kişi, saat 8’de 9’da 10’da 11’de işçi topluyor; ancak sıra ücretlerin dağıtılmasına gelince akşamüzeri, ilkin saat 11’de gelenlerin ücretini veriyor. Ve onlara sabahın erken saatlerinde gelenlerle aynı ücreti veriyor. Şimdi burada onbirinci saatin bir metafor olarak bize anlatmak istediği nedir? Onbirinci Saat metaforundan nasıl bir mesaj çıkarabiliriz?
Dinler şunda müttefiktirler ki; zamanımız için istisnai bir rahmet söz konusu olacaktır. Peygamber (SAV) şöyle demiştir, ashabına seslenerek: “Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, yasanın onda birini ihmal eden mahvolacaktır. Ancak öyle bir zaman gelecektir ki, yasanın onda birini yapabilen kurtulacaktır.” Muhtemelen O, zamanımızı kastediyordu. Zamanımızda manevi etkinlikler zorlaşmıştır. Her şeyi bilen Allah-u Teala’nın rahmeti boldur ve insanların karşılaştığı zorluklar için ruhsatlar vermiştir. İçinde bulunduğumuz zamanlar zor zamanlardır ve Onbirinci Saat sona yaklaştığımızı ima etmektedir. Başlangıç ve sonun bilgisinin apaçık ortaya çıkışını ima etmektedir. Sözgelimi, özellikle Batı’da, insanoğlunda büyük bir yozlaşma vardır. İnsanlar imandan uzaklaşmakta ve kendilerinin gelmiş geçmiş insanların en iyisi olduğuna inanmaktadırlar. Bu hakikatin tam zıddıdır. Sonun yakın olduğuna dair inançlar arasında bir görüş birliği var. Bugün örneğin Hindular ve Budistler de aynısını düşünüyor. Ancak kıyametin ne kadar yakında olduğunu bilemeyiz. Allah-u alem. Hatırda tutmalıyız ki, Allah insanı hep şaşırtmıştır. Bildiğimiz şey bunun modern dünyanın sonu olacağıdır. Söyleyeceklerim bunlar. Onbirinci Saat, yaşadığımız zamana atıfda bulunmaktadır. İslam’da böyle bir deyim yok sanırım.
 
Yine kitaplarınızdan anlaşıldığı kadarıyla yahut benim anlayabildiğim kadarıyla, sizin Doğu medeniyetinden Batı’ya nispetle daha umutlu olduğunuz ortaya çıkıyor. Bunun da Doğu’da hâlâ bazı ilkelerin sabit olmasına, bu ilkelerden vazgeçilmemesine bağlı olduğunu söylüyorsunuz. Bu söylediklerime katılıyor musunuz? Gerçekten doğru anlamış mıyım?
İlkin şunu söylemek isterim ki, İslam yozlaşma açısından Hristiyanlığı altı yüzyıl geriden izlemektedir. İslam dünyasının, dünyanın kalan kısmına harika bir örnek teşkil ettiğini söyleyemeyiz. Geçmişe gittiğimizde öyle yüzyıllar görürüz ki, adeta insanlığa bir ders gibidirler. Modern İslam dünyası için böyle değildir bu. Camilerin dolu olduğunu görüyoruz. Oysa kiliseler boş.
 
Peki, size göre İslam dünyası nerede bir kopuşa uğradı? Nerede düşme başladı?
Buna cevap vermek zor. Çünkü dinî otoritelerin insanları hep oldukları gibi tutmak yolunda bir gayretleri olmuştur. Modern bakış açısına göre bu “durgunluk” dedikleri şeydir. İslam yüzyıllarca durgun kalmakla eleştirilmiştir. Gerçekte durgunluk değerli bir şeydir. Bu sözcük harika bir şeyi tarif etmek için yanlışlıkla kullanılan kötü bir sözcüktür. Dinin amacı insanları kötüye gitmekten alıkoymaktır. İnsanları sabit tutmak, yozlaşmaktan alıkoymaktır. Halihazırda İslam’ın önündeki tehlike Batı’nın Doğu’yu etkilemeye başlıyor olmasıdır. İslam’ın geçmişinde her ev, mescidin bir uzantısı gibiydi. İnsanlar ayakkabılarını çıkararak eve girer, namaz için elverişli giysilerini giyerlerdi. Duvarlarda Allah’ı hatırlatan yazı ve süslemeler olurdu. Kur’an’dan sayfalar ya da kutlu isimler bulunurdu. Bütün bir medeniyet Allah’ı hatırlama ihtiyacı üzerine kuruluydu. Çok değil, bir yüzyıl önceye de gitseniz İstanbul’u çok farklı bulurdunuz. Şimdi insanlar namazlarına devam bile etseler Batı’yı taklit etmeye çalışıyorlar. Evleri modern Avrupa evleri gibi. Batılılar gibi giyiniyorlar. Modern olmaya özen gösteriyorlar. Tehlike burada başlıyor. Bütün bunlar sona yaklaştığımızı gösteriyor. Bir başka tehlike, dinin bir tür milliyetçilik biçiminde algılanmasıdır. Din, Allah-ü Teala’nın gösterdiği anlamıyla değil, bir milli kimlik olarak anlaşılıyor. Bundan fazla bahsetmek istemiyorum; ancak bir değişiklik olduğu dikkatimi çekiyor. 1939’da Mısır’a gittim ve orada yaşadım. O sırada orta yaşlı pek çok erkek ve kadın tanıdım. Onların yaşadığı İslam’dan çok etkilendim. Bu, 50 yıl önceydi. Şimdi Mısır’a gitsem benzeri insanları, yani ruh selameti içindeki insanları bulamayacağım. Peygamber’in (SAV) söylediği gibi insanlarda bozulma, yozlaşma yolunda bir temayül var. Zaten Allah-ü Teala her asrın başında bir yenileyici, bir müceddid gönderir. Ancak o müceddid genel yozlaşmayı önleyemez.
 
Siz kitaplarınızda mantık ile aklı -ya da İngilizce söylersek “intellect” ve “reason”ı- birbirinden ayırıyorsunuz ve intellect’e sanki daha yüce, daha yüksek bir anlam yüklüyorsunuz. Intellect sözcüğünün daha aşkın çağrışımları var gibi. Bu ayrımı biraz daha açar mısınız?
Buna kuşku yok. Bu, benim fikrim değil. Sorun, sözcüklerin orijinal olarak nasıl kullanıldığı; intellect sözcüğünün Batı’da nasıl kullanıldığı ile ilgili. Çünkü Arapça’da el-akl sözcüğü genel anlamda aklı ima eder. Bu sözcük, ilahî kelamda da bu şekilde geçer. El-akl sözcüğü Orta Çağ Avrupası’nda intellect ya da Latince entellektus dendiğinde anlaşılan şeydir. Bu, insan aklının aşkın gerçeklerle ilgili yani bu dünyayla değil; ama Tanrı’yla, meleklerle, cennetle ilgili olan kısmıdır. Bir deyiş vardır: “Meleklerin aklı var ama mantığı yoktur” diye. Bir Orta Çağ deyişi, bir tanım. Bu tanım, Cebrail, Mikail gibi melekleri kapsamaz. Onların mantığı da olabilir. Ancak intellect sözcüğü modern dünyada, kitabımda da bahsettiğim gibi, yanlış kullanılmaktadır. Bu sözcüğün şamatalı bir etkisi vardır. Entellektüel dediğimizde günümüzde intellect ile hiç ilgisi olmayan insanlar kastediliyor. Intellect’i uyku da olan, onu hiç kullanmayan insanlar. Sadece insanî seviyede düşünüyorlar. Bu sözcük ile kastedilen düşünce, mantığın muhayyile ve beyin yardımıyla ortaya çıkardığı şeydir. Ve bunlar bu dünya ile ilgilidir. Oysa gerçek anlamında intellect öte dünya ile ilgilidir; Tanrı’yla, meleklerle, cennetle. Bu benim fikrim değil. Bu sözcük Orta Çağ’da bu anlamıyla kullanılıyordu. Ve günümüzde bir anlam kaymasına uğradı.
 
Antik İnançlar Modern Hurafeler adlı kitabınız modern bilime, özellikle bazı dallarına kimi eleştiriler yöneltiyor. Modern tıp, modern psikoloji gibi. Bu kitap 1960’larda yazılmıştı sanırım. Aradan geçen 30-40 yıl içinde bilimin yürüyüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bilimin içinden hakikata bir kapı aralanabilir mi? Yoksa modern bilim, terk edilmesi gereken bir yöntem midir?
Modern bilim bu dünyayla sınırlı olan birşeydir. Bu yüzden, kimseye bu dünyanın ötesine geçme hususunda yardımcı olamaz. Fakat kitabımda da kabul ediyorum ki, modern tıp dünyadaki hastalıkların artışıyla neredeyse gerekli kılınmıştır. Modern tıp bazı ihtiyaçları karşılamak için ortaya çıkmıştır. Atalarımızı bir düşünün: Onların dişleri bizimkilerden çok daha iyiydi.
 
O halde diş hekimlerine ihtiyaçları yoktu.
Vardı kuşkusuz. Onlar da bazen acı çekmişlerdir; ama genelde dişleri bizimkilerden iyiydi. Bütün vücut için bu böyle. Şöyle söylenebilir: Onlar daha kolay doğar, daha kolay ölürlerdi ve daha çabuk. Modern tıp kontrolden çıkmış bir makine gibi. Hayatı uzatma imkanı modern tıbbı ve doktorları büyük ikilemlerde bırakıyor. Onları yaşatacak mıyız? Yoksa ölmeye mi bırakacağız? Böylesi sorunlar geçmişte yoktu.
 
Şimdi size sormak istediğim soru Türkiye’de çok bilinmeyen bir kitabınızla ilgili. Shakespeare ve Kutsal Sanat** adlı kitabınız. Shakespeare’in bazı şiirlerinde bazı hakikat kırıntıları görür kimi yazarlar. Siz Shakespeare’in eserlerine baktığınızda ne gibi izlenimler elde ediyorsunuz?
Ben onun oyunlarından bahsetmeyi yeğlerim. Çünkü onun sonelerine bu açıdan bakmadım. Fakat Shakespeare’in son oyunları, yani Hamlet ve sonrakiler insanın kemaliyle ilgilidir. Onun kahramanları kadın veya erkek çeşitli kusurları olan kimselerdir ve sonunda bunu gidermek isterler. Oyun be oyun kusurlar giderilir. Her oyunda belirli bir kusur, belirli bir hata üzerinde yoğunlaşılır. Sözgelimi Hamlet’te Shakespeare evrensel bir temayı kullanır. İnsan Allah tarafından mükemmel bir biçimde yaratılmıştır. Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak. Yani o bir rahip kraldır. Bu rahip kral deyimi Shakespeare’e çok uyuyor. Çünkü evrensel kabul gören bir şeydir ki; insan yeryüzü ve gökyüzü arasında bir aracıdır. Dikey boyutu, yani bir rahiplik boyutu ve yatay boyutu, yani bir krallık boyutu vardır. Krallık bu dünyayı idare etmek zorunluluğudur. O, yeryüzünün merkezidir. Öte yandan, insan Tanrı’yla yeryüzü arasında bir aracıdır. Hamlet zaten bir rahip olan, ancak tam anlamıyla kral olamamış bir kimseyi gösterir. Onda kral olma yönünde bir kararsızlık vardır. Bu oyun, onun o kayıp boyutunu geliştirmesiyle ve sınırlarını aşmasıyla ilgilidir. Shakespeare’in oyunlarının birçoğunda, kaybedilmiş insan kemalinin yeniden kazanılması söz konusudur.
 
Sizin bir de belki yazarlığınız, düşünürlüğünüz kadar iyi bilinmeyen şairlik tarafınız var. Şair olarak kendinizi hangi şairlere yakın hissediyorsunuz? Özellikle dost olduğunuz, kalben bir yakınlık kurduğunuz şairler var mı?
İngiliz dilinin ustaları, başta Shakespeare. Shakespeare dışındakiler çok fazla eser vermiştir. İyi şiiri bulmak için epey aramak zorundasınız. Milton, Keats, Shelley, Wordsworth, Tennyson… Bütün bunlar en iyi İngiliz şairleridir. Ancak ciltlerce eserleri var ve iyi şiirleri yakalamak için uğraşmanız gerekir.
 
Peki ya İslam dünyasından?
Ömer İbn’ül-Faruk, Muhyiddin İbn-i Arabi, Hallac. Hallac’ın pek çok şiirini İngilizce’ye çevirdim. Yirminci Yüzyılda Bir Veli adlı Şeyh el-Alavi üzerine yazdığım kitapta onun en güzel şiirlerini çevirmeye çalıştım. Klasik bir eğitim gördüm. Yunanca ve Latince’den klasikler okudum; Homer’i, Virgil’i... Ancak benim şiirim her şeyden çok mukaddes Kur’an-ı Kerim’den etkilenmiştir. Çünkü şiirlerimin önemli bir bölümünü İslam’a girdikten sonra yazdım.
 
Çok teşekkür ediyoruz.

Paylaş Tavsiye Et