Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2007) > Topluyorum > Kaçmayın, Türkler gelmiyor
Topluyorum
Kaçmayın, Türkler gelmiyor
 
Merhaba arkadaşlar. Bu ay iki konu üzerinde duracak, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geldiği son noktayı ve Ortadoğu’daki kriz alanlarını konuşacağız.
2006 bitiyor. Ama tarih hâlâ bitmiş değil. Dünya, “tarihin sonu” ilan edileli beri giderek daha fazla karışıyor, kanlı bir hal alıyor. Görünen o ki, bu durum giderek kötüleşecek, önümüzdeki yıllar çok daha kanlı geçecek.

Savaşlar, ne yazık ki insanlık tarihinin vazgeçilmez parçası. Enerji kaynaklarının, üretim araçlarının paylaşım kavgası kadar, kültürel hınçların hesaplaşma arenası olarak da karşımıza çıkıyor savaşlar. Kutsal dinler kadar pek çok kadim filozof da ‘savaş’ı bir gerçeklik olarak alır ve bir tür “adil savaş” doktrini ortaya koymaya çalışırlar. Savaşın hangi şartlarda ilan edileceğinden, ne tür araçlarla ve kimlere karşı yürütüleceğine kadar pek çok nokta vuzuha kavuşturulmaya çalışılır. Nitekim çoğunlukla savaşın, sınırları belirli bir meydanı, eril bir doğası vardır. Rönesans sonrasında, Batılı hümanizma anlayışında savaş, bir tür sapma, beklenmedik bir durum olarak nitelenir. Bu yaklaşım Aydınlanma filozoflarının pek çoğu tarafından da paylaşılır ve detaylandırılır. Savaşın anormal olduğu bir yerde, onun adil olup olmaması üzerinde düşünmenin de bir anlamı olmayacaktır. Bugün de savaş felsefesi modern Batı düşüncesinde bir tür tabu halini almış durumda. Savaşın şartları üzerinde düşünmek, yaptığı çağrışımlar dolayısıyla gayri insani, etik olmayan bir eylem olarak nitelenir. Oysa savaşın en gayri insani, en gayri etik uygulamaları, zulmün ve kıyımın kitleselleşmesi modern dönemlerde karşımıza çıkar.

Günümüzde popüler kültür araçları savaşın ne kadar kötü, ne kadar ağır maliyetleri olduğunu işler durur. Dikkat edin, her savaş filminde elimizde kalan mesaj savaşın kötülüğü. Savaşın ne kadar ağır maliyetleri olduğu zaten ortada. Ancak mesele, bundan daha fazlası olsa gerek.

Modern dönemde savaşların ne bir meydanı ne de eril bir karakteri var. Savaş artık konvansiyonel silahların, karmaşık askerî teknolojilerin yarattığı tahribata eşdeğer, taraflar arasında devasa uçurumların olduğu bir hadise. Savaş artık bir karşılaşma değil, bir tarafın diğer tarafın saldırısına maruz kalması.

Zaten tarih boyunca teknolojik gelişmeler, askerî teknolojilerden neşet etmedi mi? Bu, modern dönemde çok daha yoğun ve hızlı bir biçimde karşımıza çıkar. Hız, modernliğin mütemmim cüzü zira.

Fakat aradaki farkı bence en güzel Köroğlu dile getiriyor: “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”

Bugün bence sorun, savaşın Batılı bir karakter alması. Zira modernlik öncesi dönemde de Batı’da adil savaşın kitabı yoktur. Zaten modern dönemde savaşların arkasında sömürgeci Batılı güçler vardır.

Yine tarihe, felsefeye daldınız. Sonuçta Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini ve Ortadoğu’yu konuşacağız öyle değil mi? O zaman lütfen bugünü değerlendirelim.
St. Augustine insanın zaman karşısındaki illüzyonunu değerlendirir ve bu illüzyonun temelinde insanın zamanı mazi, hal ve ati olarak bölümlemesi olduğunu söyler. Ona göre zaman zamandır ve şimdiki zamandır. Ama illa insanlara zamanı anlatacaksak o takdirde üç zamandan, yani geçmiş şeylerin şimdiki zamanından, şimdiki şeylerin şimdiki zamanından ve gelecekteki şeylerin şimdiki zamanından bahsetmek gerekir. Bir başka deyişle dünkü bugün, bugünkü bugün ve gelecekteki bugün vardır. Dolayısıyla biz burada dünkü bugünü konuşuyoruz ki bugünkü bugünü anlayabilelim ve gelecekteki bugüne ışık tutabilelim.
Olsun yine de bugünkü bugünün altını daha fazla çizelim lütfen.
Pekâlâ, sen başla o zaman lütfen. Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği noktayı nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Bu soruya hem Avrupa Birliği hem de Türk siyaseti açısından ayrı ayrı yanıt aramamız gerekiyor sanırım. Avrupa Birliği ne Türkiye ile ne de Türkiyesiz yapabiliyor. Biliyorsunuz 11 Aralık’ta AB Konseyi, Türkiye ile müzakerelerde sekiz başlığın askıya alınmasına karar verdi. AB Konseyi’nin aldığı karara göre Türkiye “Ankara Anlaşması Ek Protokolü”ndeki ‘yükümlülükler’ini yerine getirene kadar “malların serbest dolaşımı, yerleşim ve hizmet sağlama hakkı, mali hizmetler, tarım ve kırsal kalkınma, balıkçılık, ulaştırma politikası, Gümrük Birliği ve dış ilişkiler” başlıkları müzakereye açılmayacak. Komisyon, Türkiye’nin Ek Protokol’le ilgili yükümlülüklerini tam olarak yerine getirdiğini doğrulayana kadar, herhangi bir başlık da kapanmayacak. AB Konseyi, AB Komisyonu’nu bu konuyla ilgili gelişmelere 2007, 2008 ve 2009 ilerleme raporlarında da yer vermeye çağırmayı ihmal etmiyor. Bununla birlikte tarama sürecinin devam edeceği, teknik hazırlıkların tamamlandığı başlıkların da Müzakere Çerçevesi’ne uygun olarak açılacağı ifade ediliyor. AB Konseyi ayrıca Türkiye’yle ilgili kararında, reform sürecindeki ilerlemenin memnuniyetle karşılandığını, ama 2006’da reform adımlarının yavaşlamasının üzücü olduğunu, Türkiye’nin “geri döndürülemez ve sürdürülebilir reformlar”a imza atması gerektiğini belirtiyor. Yine Konsey, Türkiye’nin ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, kadın hakları, azınlık hakları, sendikal haklar ve ordu üzerindeki sivil denetim konularında “anlamlı adımlar” atması gerektiğini de ifade etmekten geri durmuyor.
Teknik açıdan bakıldığında burada en temel problemin Kıbrıs sorunu olduğunu görüyoruz. Türkiye-AB ilişkilerinde çözümü en zor olan, Kıbrıs meselesi. Bu meselenin kaynağında ise 1995 tarihli Gümrük Birliği kararı var. Bunun bir antlaşma olmadığının, Avrupa Parlamentosu’nun 6 Mart 1995’te almış olduğu bir karar olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu karar alınmadan önce, 1973 yılında başlayan Gümrük Birliği projesinin artık tamamen olgunlaştığı, son safhasına vardığı düşünülmüş ve Avrupa Parlamentosu’nun kararı gündeme gelmişti. Bu süreçte Yunanistan, Türkiye’nin üyeliğini veto etmiş, bu vetoyu ancak Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB ile yaptığı tam üyelik görüşmelerine herhangi bir ses çıkarmayacağına dair söz vermesi üzerine kaldırmıştı. Böylelikle de Türkiye, Gümrük Birliği’nin son safhasına geçmiş oldu ve burada herhangi bir çekince kullanmadı. Türkiye, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin, Kıbrıs Rum Kesimi’nin Kıbrıs adına, tüm Ada adına AB ile görüşmelere başlamasını 1995’te kabul etmişti. Dolayısıyla bugün hükümeti Kıbrıs konusunda taviz vermekle suçlayanların hiçbir dayanağı yok. Bu süreç çok daha önce başladı. Halihazırda AB Konseyi, Türkiye’nin Gümrük Birliği Ek Protokolü uyarınca limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi’ne açması gerektiğini söylediği ve hükümet bunu kabul etmediği için kriz yaşanıyor.
Doğrusunu isterseniz bu süreç, hiç de sürpriz olmadı. Bu kriz müzakereler başlamadan önce yaşanacaktı; ancak bugüne kaldı. AB, Türkiye’nin maslahatı gözeteceğini ve her ne olursa olsun belli konulardaki ısrarlarından vazgeçeceğini düşündü. Fakat Türkiye geri adım atmadı. Türkiye’nin AB ile karşı karşıya gelmesi mukadderdi; ancak bunu doğru anda yapması gerekiyordu. Eğer bu karşılaşma müzakerelerden önce olmuş olsaydı o takdirde bu, hükümetin aleyhine olacaktı. Hukuki olarak bakıldığında, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda AB’nin Kıbrıs dışında başvuracak başka bir argümanı yok elinde. Bu nedenle önümüzdeki günlerde AB ile gergin, sancılı ilişkiler yaşanacak. Türkiye’nin bunu göze alması gerekiyor.
Birincisi, burada AB’nin ikiyüzlü tavrını açıkça gözlemleyebiliyoruz. Bu ikiyüzlülüğün stratejik ortaklık ihtiyacı ve kültürel korku psikolojisi arasındaki gerilimden neşet ettiğini söylemek mümkün. Bununla birlikte şu soruyu da sormak gerekiyor: Türkiye’nin AB politikası doğru bir seçenek mi?
Amerikan hegemonyasına karşı Türkiye’nin elini güçlendirecek bir seçenek bu. Ayrıca içerideki demokratikleşme süreci açısından da son derece önemli.
Fakat bu sonuca varman için her şeyden önce ABD’nin niçin Türkiye’yi AB içerisinde istediği, Türkiye’nin AB politikasının ABD dış politikasıyla örtüşüp örtüşmediği sorularını cevaplaman gerekir. Bildiğiniz gibi kimi AB ülkeleri bu nedenle Türkiye’nin AB içerisindeki Atlantikçi grubu güçlendireceğinden de endişeliler.
Bu söylediklerinden, ABD’nin siyaset üretme hakkı var, ancak bizim siyaset üretme hakkımız yok gibi bir sonuç mu çıkarmalıyım? ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğinden beklentileri olduğuna hiç kuşkum yok. Bu son derece aşikâr. Ancak Türkiye’nin de ABD’nin saldırgan dış politikasına karşı uzun vadede elindeki tek koz AB üyeliği gibi görünüyor.
İdeolojik olarak karşıyım, ancak stratejik olarak ihtiyacımız var diyorsun.
Evet aynen öyle.
Bu gelişmelerin Türk siyasetindeki yansımalarını ve yaratması muhtemel etkilerini de tartışmak gerekiyor. AB Konseyi’nin kararından dört gün önce, Kıbrıs’ta bir limanın Rumlara açılması yönündeki tartışmalar, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı’nın derhal hükümete eleştiri oklarını yöneltmelerine sebep oldu. Önce hiçbir şeyden haberdar olmadıkları için şikayet eden Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı, ardından hükümetin kendilerine hiçbir yazılı belge vermediğini ve devlet teamülleri gereği bu tür kritik konuların yazılı şekilde iletilmesi gerektiğini belirttiler. Dahası, hükümete dönük şikayetler, giderek, hükümetin kendisini devlet zannettiği, devletin baki kaldığı oysa hükümetlerin geçici olduğu yönündeki yorumlara bıraktı. Gerek Genelkurmay Başkanı, gerekse de Cumhurbaşkanı hükümete güvenmedikleri izlenimi vermeye, devleti ilgilendiren bu denli ciddi meselelerde hükümetin doğru kararlar alma becerisinden yoksun olduğunu ima etmeye çalıştılar. Oysa hükümetin geçtiğimiz dört yıllık dönemde birçok kritik meselede sorumluluğu paylaşmama ve risklerden beri durma kaygısıyla tek başına bırakıldığını biliyoruz. Bunun en açık örneği 1 Mart tezkeresidir. İlk elde altmış beş bin Amerikan askerinin ülkemizde yerleşmesi gibi önemli bir mevzuda topu hükümete atanların, doğrusunu isterseniz bu meselelerde şikayetçi olma hakkının olduğunu düşünmek doğru değil. Bu mesele, belki de 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Türkiye’nin en önemli güvenlik meseleydi ve burada ‘devlet’ risk almak istemedi. Bu fatura hükümete kesilmek istendi.
Neden şimdi böyle oldu peki?
Bu, cumhurbaşkanlığı seçimleri bağlamında tırmanan gergin ortamla alakalı. Hükümet her fırsatta köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyor. Bir güvenlik krizi oluşturulmak isteniyor. Çünkü siyasal alanda öyle ya da böyle bir güvenlik krizi oluşturursanız orada kaos üretebilir, bu kaos üzerinden yeni bir siyasal zemin yaratabilirsiniz.
Fakat her ne olursa olsun bu süreçten hükümet kârlı çıktı bence. Ve önümüzdeki günlerde bu kârını daha da arttıracak kanımca.
Bunu nereden çıkarıyorsun?
Önümüzde genel seçimler var. Bu seçimlerin en dolaysız sonucu siyasette popülizmin dozunun yükseltilmesi olacak. Bu süreçte muhafazakâr, sağcı siyasetçiler milliyetçiliği araçsallaştırma yarışına girecekler. Bugüne dek AKP’ye AB karşısındaki tutumu nedeniyle yapılan eleştiriler, AKP’nin muhtemel milliyetçi atağı ile anlamsızlaşacak ya da AKP sağ partilerin muhalefetini, milliyetçi söylemlerini anlamsızlaştırmaya çalışacak. Bununla birlikte AB ile ilişkilerin bozulması, AKP’nin meşruiyetini AB ile yürüttüğü ilişkilerde görenler nezdinde AKP’nin konumunu sarsabilir. Ancak şu ana kadar, mevcut durumun faturası AKP’ye çıkmış değil.
  Baker-Hamilton Raporu ve Amerikan Patinajı
Gelelim Filistin ve Irak’a.
Irak ve Filistin yine kaynamaya devam ediyor. Filistin, bölgenin kemikleşmiş bir sorunu ve bölgedeki pek çok sorunun da kaynağında yer alıyor. Esasında, toplumun Filistin sorununa ve bölgede yaşananlara medyanın ilgisi muvacehesinde dikkat kesilmesi anlaşılabilir. Ancak siyasetçi ve entelektüellerin bu bölgeyi böyle kolay unutabilmelerini hazmetmek mümkün değil. İsrail, Filistin’i hem askerî, hem siyasi, hem de ekonomik silahlarla dize getirmek istiyor. Bir yandan işgal ediyor, bir yandan iç siyasi dengeleri kendi lehine şekillendirmek istiyor, bir yandan da ekonomik ambargo ve yaptırımlar uyguluyor. Son olarak Mahmud Abbas’ın erken seçim önerisine İsrail’in derhal destek çıkması ve Abbas’ın iktidara gelmesi durumunda el konulan gümrük gelirlerinin kendisine iade edileceğinin açıklanması da bu yönde son derece ilginç bir gelişme olarak gündeme geldi.
Kimileri erken seçim önerisini Aralık ayı başında yayımlanan Hamilton-Baker Raporu ile ilişkilendirdi ve bu raporda bölgede acilen yeni açılımlara ihtiyaç duyulduğu yönündeki uyarıların bir uzantısı olarak İsrail’in böylesi bir hamleyi örgütlediğini ileri sürdüler. Bu, bence yabana atılacak bir iddia değil. Zira İngiltere ve ABD de derhal buna destek verdi. Türkiye ise Filistin’de erken seçime gerek olmadığı yönünde yerinde bir açıklamada bulundu.
Bu raporun ne denli ciddiye alınacağı, ne kadar süreyle uygulamada kalacağı henüz belli değil elbette. Ancak raporun yazılmış olması bile son derece önemli. Bu rapor her şeyden önce Irak’ta işlerin Amerika açısından tam bir çözümsüzlük halini aldığını teyit etmiş oluyor.
Bu rapor, ABD’nin Irak politikasının ne denli işe yaradığını denetlemek üzere ABD Kongresi tarafından geçtiğimiz Mart ayında oluşturulan bir çalışma grubunca hazırlandı. Grupta beş Cumhuriyetçi, beş Demokrat üye bulunuyor ve grubun başkanlığını eski dışişleri bakanlarından James Baker yapıyor. Her ne kadar Baker, baba Bush döneminde dışişleri bakanlığı görevi yapmış, George W. Bush’un 2000’deki seçim kampanyasına aktif olarak destek olmuş bir isimse de, bu heyet başkan Bush ve ekibinin isteği üzerine oluşturulmadı. Ne var ki, Irak Savaşı’nın beraberinde getirdiği sıkıntılı ortam böylesi bir heyeti zorunlu kıldı. Bu grup içerisinde eski Demokrat Kongre Üyesi Lee Hamilton da bulunuyordu. Hatırlayacak olursanız, Hamilton, 11 Eylül saldırılarını soruşturan komisyonun da eşbaşkanıydı ve Bush’a yönelik ciddi eleştirilerde bulunmuştu. Mart ayından bu yana heyetin hazırlayacağı rapor büyük bir merak konusu oldu. Zira heyet ABD varlığının geleceği üzerinde duracaktı. Hiç kuşkusuz bu heyet için temel mesele, Irak’ın çıkarlarının savunulması, daha az kan dökülmesinin sağlanması vs. değil, ABD’nin ulusal çıkarlarının daha fazla zarar görmesinin engellenmesi.
Raporda “Büyük Amerika”nın dış politikasının başarılı bir çizgiye oturabilmesinin Irak’taki problemlerin acilen çözülmesine bağlı olduğu kanaati öne çıkan unsurların başında geliyor. Raporun bence en dikkat çekici unsuru ise, Suriye ve İran’a yapılan atıflar. Raporda Irak’a savaş açtığı dönemlerde şer ekseni olarak nitelenen İran ve Suriye’nin Irak’taki sürece dahil edilmesi, Amerikan saflarına çekilmesinin sağlanması salık veriliyor. Bunun yanında Iraklıları kendi geleceklerini şekillendirme noktasında daha fazla cesaretlendirmek ve bu çerçevede kısa vadede Irak ordusunu eğiterek bölgedeki Amerikan askerî varlığını azaltmak gerektiği de vurgulanıyor. ABD’nin Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında olduğu gibi ‘istikrarsızlaşma’dan duyduğu derin endişe bu raporda da dile getiriliyor. İlginç olan ABD’nin dünyada bütün istikrarsızlıkları, istikrar adına çıkarması.
İlginç olan bir başka nokta ise Kürt siyasi gruplara neredeyse hiç vurgu yapılmaması. Nitekim bu nedenle Celal Talabani ve birçok Kürt grup bu raporda Irak’ın egemenliği ve anayasasına zarar veren tehlikeli maddeler olduğunu ileri sürdüler. Daha sonra da Kürt gruplar bir kez daha Amerika tarafından yüzüstü bırakılmak istemediklerini dile getirdiler. Rapordaki bir başka husus ise, Filistin meselesinin Ortadoğu’nun en can alıcı problemi olarak takdim edilmesi ve Ortadoğu’nun istikrarının bu meseleye bağlı olduğunun altının çizilmesi. Bu doğrultuda Hamas’a karşı Suriye’yi de arkaya alarak Mahmut Abbas’ın desteklenmesi tavsiyesinde bulunuluyor. Biraz önce de ifade edildiği gibi tam da bunun üzerine İsrail Başbakanı’nın Mahmud Abbas’ı destekleme sözü gündeme geldi.
Doğrusunu isterseniz bu raporun uygulanıp uygulanmayacağını şimdiden söylemek zor. Ancak ne olursa olsun bu raporu öncelikle Amerika’nın dünya çapındaki imaj düzeltme çalışmasının bir parçası olarak görmek gerekiyor. Zira dünyanın süper gücü ABD, Irak’ta her geçen gün kan kaybediyor, zayıf düşüyor. Eski kadroların tasfiye edildiği ve yeni, güçlü bir ekiple bu sürecin yönlendirilmeye başlandığı imajı oluşturulmaya çalışılıyor. Ancak ABD’nin bölgede kolay kolay bu imajı düzeltemeyeceği aşikâr. ABD, bataklıkta patinaj çekiyor ve her gaza asılışında daha da derine saplanıyor. Nitekim raporda önerilenin aksine, Bush’un yeni Savunma Bakanı Irak’taki askerî gücü arttırma arayışına girmiş durumda. Ne acıdır ki, önümüzdeki günlerde bölgede kan akmaya devam edecek gibi görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et