Söyleşi: M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Turgut Cansever, mütefekkir ve mimar. Düşünerek inşa ediyor; aydınlanıyor, aydınlatıyor. İnsanın temel vasfının düşünmek ve düşünerek çalışmak olduğunu biliyor. Ancak düşünen insan, dünyayı güzelleştirebilir.
1921’de Antalya’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 1960’ta doçent oldu. 1959-60’ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı’nı, 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nü yürüttü. 1974 İmar ve İskan Bakanlığı’nda danışmanlık, 1974-75’te İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkanlık yaptı. 1974-77 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği’nde bulundu. 1975-80 arasında İstanbul Belediyesi’nde, 1980’de Ankara Belediyesi’nde metropol planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma sorunları gibi konularda danışmanlık görevleri üstlendi. 1980’de Edirne Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi (bugünkü Trakya Üniversitesi) Mimarlık Bölümü’nde bir yarıyıl diploma projesi yönetti.
Cansever, çeşitli alanlardaki tasarım ve uygulamalarında modern mimarlığın sorunlarına çevresel ve kültürel değerlere ağırlık vererek yaklaştı. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası, Bodrum’daki Ertegün Evi ve Demir Turizm Kompleksi ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülmesinin yanı sıra çeşitli uluslararası yarışmalarda dereceler aldı. Yayınlanmış eserlerinden bazıları şunlardır: Thougt and Architecture, Şehir ve Mimari Üzerine Düşünceler, Ev ve Şehir Üzerine Düşünceler, Habitat II Konferansı İçin Şehir ve Konut Üzerine Düşünceler, Kubbeyi Yere Koymamak, İslam’da Şehir ve Mimari, İstanbul’u Anlamak.
Sanat ve hikmet arasındaki sıkı ilişkiyi göz önünde bulundurursak, estetiğin temel kavramı olan “güzel”e nasıl bakmamız icap eder?
Yakın tarihimizde bize ışık tutmuş bir metin, Füsusu’l-Hikem’dir. O, peygamberlerin hikmetlerinin son peygamber olan Cenab-ı Ahmed’e (sav) göre değerlendirilmesidir. Bütün peygamberlerin hikmetlerini anlamlı bir bütün içinde ele almak suretiyle, bütün bir tarihî oluşumun, bir kültür oluşumunun, bir idrak oluşumunun, en sonda da hepsine nasıl bakılması lazım geldiğinin ve bunların hepsine ne ilave edilmesi lazım geldiğinin veciz bir ifadesidir Füsus. Bu eser kanaatimce çok önemlidir ve maalesef 20. asır Türkiye’si bu kurucu esere sırtını çevirmiştir. Eserin son faslında, “Hz. Peygamber’in bütün evvelki hikmetlere ilave ettiği şey, iki tanedir” deniyor: Kadın sevgisi ve güzellik sevgisi. Kadın sevgisinin anlatımı nakledemeyeceğim kadar karmaşık bir yapıyı ihtiva eder ve çok önemlidir. Ama güzellik sevgisi, insan tekamülünün zirvesidir. İnsan için bundan daha öte bir tekamül yoktur, deniyor. Varoluşun bütün yönlerine muttali olmak, onların hepsini bir bütünlük olarak görmek gerekiyor. İşte Osmanlı dünyası böyle idi. Üzülerek ifade etmem gerekir ki, doğrusu bugün böyle bir idrakten epeyce uzakta olduğumuz kanaati bende mevcut.
Peki evrensel bir ortak güzellik sevgisinden bahsedilebilir mi? Yoksa farklı medeniyetlerin, farklı insan topluluklarının kendine has farklılaşmış güzellik ve estetik anlayışlarından mı söz etmek lazım?
İslam bütün insanlığı davet ediyor, değil mi? O, bütün insanlık için sunuyor güzellik ideolojisini. Doğrusu bütün insanlığa hitap etmeyen bir çözümleme, şüphesiz ki eksiktir. Dolayısıyla bugün, insanlığın hangi noktalarda yanıldığını anlamaya çalışmak da önemli. Şahsen kendi alanımda –sanat alanında– Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin, nerede, hangi yanılgılar neticesinde bugün insanlığın yaşadığı birçok ıstıraba sebep teşkil ettiğini fark etmeye çalıştım ve elimden geldiğince ifade ettim. Bu kritik ve yanlışları tespit aşamasının hayli önemli olduğu kanısını taşıyorum. Beni modern olmamakla suçlayan ve çabamı gericilik olarak tanımlayanlar var. Bu noktada modernin ne olduğunu anlamak icap ediyor.
1919’da, 20 yaşında bir Fransız genç, İstanbul’da altı ayını geçiriyor. Beyoğlu’nda oturuyor, tarihî yarımadayı geziyor. Oradan ayrılırken bindiği vapurda defterine şunları not ediyor: “Dünyanın eşsiz güzellikteki bu latif, yumuşak yüksekliklerle, yumuşak alçaklıkların birbirini takip ettiği, bu müstesna güzellikteki topografya üzerine Türkler, bunların yüksek noktalarına yerleştirdikleri abidelerle, muhteşem camilerle, Allah’ın yarattığı tabiata müthiş güzellikler ilave ederek, onu erişilmez bir güzellikler dünyasına kalbetmişler” diyor. Ondan sonra vapur biraz ilerliyor. Tahmin ediyorum ki, Ahırkapı açıklarında, Ayasofya ile Sultanahmet’i görüyor. “Az meyilli çatıların saçaklarının gölgeleri altında koyu mor renkli, cumbalı evlerin pencerelerinin tezyin ettiği mimari ve koyu yeşil renkli ağaçlarla oluşan şehir dokusu, bu büyük abidelerin kaidelerinden denize kadar sarkıtılmış muhteşem bir İran halısını hatırlatıyor” diyor.
Şimdi bakınız bunu söyleyen kişi, modern mimarlığın kurucusu Le Corbusier. Seyahatinin son noktası İstanbul. Geçerken Balkanlardaki Türk şehirlerini görüyor. Oralarda herhangi bir eve bakıldığı zaman; bahçe evin altına devam eder ve onun üzerindeki kat da yaşama alanıdır. En üst kat, yatak odalarının bulunduğu yerdir ve bunların hepsi, kendi iç cennetlerini barındırır. Ev böylece, aslında direkler tarafından taşınan, altı boş olan bir yapıdır. Le Corbusier İstanbul seyahatinden sonra 1925’teki modern mimarlar kongresinde, “evler toprağa oturmamalıdır, topraktan yükseltilmiş olmalıdır, kolonlarla taşınmalıdır” diye bir öneri getiriyor. O kongrede bütün bunlar kabul ediliyor. Şimdi bütün dünyada, kolonlar üzerine inşa edilen binanın Le Corbusier’in icadı olduğu sanılıyor. Halbuki o fikirlerin kaynağı Osmanlı Türk eviydi. Zamanında Napolyon Bonapart Paris’i yeniden kurarken, önce yuvarlak meydanlar çiziyor. Onları birleştiren geniş bulvarlar ekliyor ve iki tarafına da altı katlı apartmanlar yerleştiriyor. Kendisi topçu subayı olduğu için stratejisi şöyle: Yuvarlak meydanlara top bataryalarını yerleştiriyor, muhtemel bir halk ayaklanması durumunda toplar halkın üzerine ateşlendikleri zaman ayaklananların kaçacakları yer yok. İşte bu Paris’i, kendisine aydın diyen Türk budalaları şehir zannediyor. Bir zaman sonra insanlar en yakınlarındaki hazineleri görmeyip, başka yerlerdeki şeyleri görmeye çalışır hale gelmişler. Tabi aptallık, insanın burnunun ucundan ötesini görmemesi demektir, değil mi? Yani o da insanlıkta en yaygın olan hastalıktır ve bulaşıcıdır.
Bir süre sonra Le Corbusier, galiba 1930’larda Cezayir’e gidiyor. Cezayir’den dönüşünün akabinde bir ev yapıyor: Bu ev, direkler üzerinde duran bir kat, o katın üzerinde örtülü küçük bir kısım ve üstünde bir terastan müteşekkil. Osmanlı dünyasının direkler üzerindeki yapılar fikri, oraya intikal ediyor. Cezayir’in terası kullanma fikri de arkasından geliyor. Esas yaşama alanı da, kısmen teras ve o kat oluyor. Beş altı sene evvel Le Corbusier’in yaptığı bina yıkıldı ama aslına sadık kalınarak yeniden inşa edildi. Tabii üzerinde konuşmamız gereken asıl mesele, kültürel devamlılık ve korumadır. Le Corbusier’nin binası nasıl kaybedildikten sonra yeniden inşa edildiyse, kaybettiklerimize de böyle bakmamız icap eder demek istiyorum. Tabii bu durumda da, Konfüçyüs’ün dediği gibi kadim birikimleri yeniden ihya etmemiz gerekiyor. Ne diyor Konfüçyüs: “Eskilerin büyük bilgisi kaybolduğundan beri, insanlık çok büyük ıstıraplar ve felaketler yaşıyor. İnsanlığı, yaşadığı bu ıstıraplardan ve felaketlerden kurtarabilmek için eskilerin büyük bilgisini yeniden ihya etmeye teşebbüs ettim.” İnsanların büyük bilgisini, yani insanlara büyük saadet sağlamış olan İslamiyet’in, o saadeti sağlayan bilgisini hayata geçirmemiz gerekiyor.
Hocam müsaade ederseniz bir şey aklıma geldi. Bir Alman tarihçi ile tanışıklığımız oldu. Mimari ile de ilgileniyordu. Biraz gezdik, dolaştık ve Dolmabahçe’ye geldik. Bana dedi ki: “Ben şunu anlamakta müşküle düşüyorum. Dolmabahçe Sarayı var, yanında cami var, arkasına stadyum yapmışsınız. Bu da yetmemiş gibi, şu oteli dikmişsiniz.” (O zaman Gökkafes bu kadar yüksek değildi.) “Bu kadar muazzam güzelliği ortaya çıkarmış insanların torunları, bunu bu kadar çirkinleştirmeyi nasıl başardılar, ben bunu doğrusu anlayamıyorum”.
Marksist diyalektiğin bir kuralı şudur: Bir şey bir amaç doğrultusunda başlar, o amaca doğru ilerler, sonunda amaca erişir. Amaca eriştikten sonra aslının zıddına dönüşür, ki bu bence son derece önemli bir gözlem. Bizim durumumuzu anlamak için de doğrusu, bütünüyle aslının tersi bir tarzı yaşadığımızı bilmemiz lazım. Bu da yalnız Cumhuriyet dönemine has değil. Bahsettiğiniz zatın tespitine gelince, o işin kökü daha gerilere uzanır; yani estetik açıdan bakarsak Abdülaziz’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı da İstanbul’a tecavüzdür. Çünkü orada daha evvel Beşiktaş Sarayı’nın önemli bir unsuru olan Çinili Köşk vardı ki, o Dolmabahçe ile alakası olmayan mucizevî bir güzellikti. Abdülaziz onu yıktırıyor, bunu yaptırıyor. Şimdi Afrika’nın yarısını kurtarmış; Endonezya’da, Hindistan’da sömürgecilerle çarpışmış olan Abdülaziz, demiryolunu getiriyor Sirkeci’ye ve orada da Pembe Köşk’ü yıktırıyor. Pembe ve Çinili köşkler, her ikisi yine akıl almaz mimari güzellikler. Her şeyi tayin edecek büyüklükte bir temel kültürün, mutlak manada “ince” olmaksızın başarılı olmasına imkan yok. Abdülaziz demiryolunu getirdiği zaman, maddî varlık alanına ait bir kolaylığın ülkeyi kurtaracağını zannediyordu.
Fonksiyonel olmak, işlevsel olmak önemli değil mi?
Hayır, ona işlevsel olmak demek doğru değil. İşlevsel olmak, o abideleri korumak, demiryolunu başka bir yerden geçirmektir. Sultan; Dolmabahçe’yi yapmak için Çinili Köşk gibi bir kültür mucizesini, Barokun, yani Beethoven’in musikisinin gürültüsüne patırtısına haydutça kurban ediyor. Dolayısıyla “Dolmabahçe’nin arkasına bunları neden yaptınız?” diye soran insanın, aslında bize “Neden Dolmabahçe’yi yaptınız?” demesi lazım.
Yani Dolmabahçe’yi niçin yaptıysak, stadyumu da, oteli de ondan yaptık, öyle mi?
Evet, ondan yaptık. Takriben 200 senelik bir düşünce tarihinin çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi, değerler sisteminin gözden geçirilmesi ve doğrusu büyük Osmanlı devletini ve kültürünü vücuda getiren ne idi, onun fark edilmesi gerekir. İznik’te Nilüfer Hatun İmareti, Yeşil Camii, Bursa Yıldırım, Ulu Camii vs. nasıl, hangi değerler birbirine eklenerek vücuda getirildi, ne şekilde büyük bir çağ oluşturuldu? Ve o büyük çağdan, hangi değerler kaybedilerek bugünkü sefalet ortamına gelindi?
O anlattığınız mimarî eserler, camiler ve diğer oluşumlar nasıl bir zihnî yapıdaki insanın eseri, nelerden besleniyorlar? Nelere dikkat ediyorlardı? O güzelliğin, o estetik değerler bütünün kökü, kaynağı ne idi? Hem teorik olarak ne idi, hem pratikte ne oldu? Bunları, mimarî çerçevesinde açabilir miyiz?
Sinan’la ilgili bir çalışmam oldu, yakında yayımlanacak. Tuhaftır, bugün Sinan’ın eseri sanki gökten düşmüş gibi anlatılıyor. Onun hangi süreçlerden, hangi tarihî gelişmelerden, hangi adımlardan sonra nasıl, neleri ilave ederek oluştuğunu anlatmaya çalıştım kitapta. Şimdi bakınız Nilüfer Hatun İmareti, küçük bir imaret yapısı olmasına rağmen, cephesi nedeniyle önem arz ediyor. Bu Anadolu tarihinde, Selçuk ananesi dahil olmak üzere var olan ilk direklikli cephe. Bu cephe yontulmuş mermerler üzerine konulmuş kemerlerden oluşmuyor; âdeta bir duvar içerisinde açılmış boşluklardan oluşuyor. O duvarın dokusu da çok önemli. Taş yapı ananesi, Selçuklu dünyasında Nilüfer Hatun İmareti’nden önce de mevcut. Tabii, bir de komşu kültür Bizans’ta var bunlar. Ama Bizans’ta kemer mutlaka Roma kemeri oluyor, yarım daire. Bu kemer iki açıdan İslam dünyasına yabancı. Birincisi, teknik açıdan yabancı; ikincisi de ifade açısından yabancı. Teknik açıdan yabancı çünkü, Roma Kemeri, aslında sakat bir yapı. Tam yarım dairenin ortasına gelen taşların kendilerini taşıması çok zor. Neredeyse orada çizgi ufkîleşiyor. Taşlar, ufkî bir zemine basarak başlıyorlar ve dairenin merkezine doğru giden derzlerle birbirlerinin üzerine basıyorlar. En yukarıya geldiği zaman birbirine çok yakın iki çizginin –merkeze yönelik iki çizginin– biçimlendirdiği bir taş, o iki tarafı iterek oraya yerleşiyor. En ufak kımıldamada bu taş aşağı doğru sarkıyor. Burada teknik olarak ne yapılabilir derseniz, bu taşın daha iyi taşınabilmesi için kemerin bir daire olmaması, iki daire kavisinin birbirini kesmesiyle oluşan sivri kemer gereklidir. Zaten bizde yapılan da bu olmuştur.
Hocam çok affedersiniz. Bir de “mana olarak da ifade ettiği anlam” buyurdunuz.
Bakın, Roma üslubunda kemer bir bütünlük iken, burada taşıyıcı ayaktan başlayarak birbirine eklenen parçalarla, karşısındaki kültürle gelip birbirine yaslanarak duruyor kemer. Yani Bizans’ın hiç tanımadığı bir şey bu. Burada her ayak ve her kemer kolu, birer tektonik oluşturuyorlar ve bu şahsiyet diğer şahsiyetlerin yanına gelerek bir dizi oluşturuyor. Bu dizi de herhangi bir maddî varlık ifadesini güçlendirmeye yönelik olmadığı için, immateryal (maddî olmayan) tesiri kuvvet meydana getiriyor.
Yani kemerdeki dünyevîliğe veya tekebbüre karşı dayanışmacı bir tarz diyelim müsaadenizle…
Yani onun tek başına gelip dayanmasına karşılık, birbirine girip yaslanan ve diğerlerine de yaslanarak var olan birimlerin tezyinî dizisi teşekkül ediyor.
Hem dayanışma, hem şahsiyet, hem de tepedekinin güvenliği var.
Teknolojik olarak da çözümleme var. Şimdi bundan ibaret değil. Taş ve tuğla kullanılıyor. Bu taş ve tuğla Bizans’ta da var. Ama Bizans’ta, geç dönem hariç, dört sıra tuğla kullanılıyor, sonra taş kullanılıyor. Bizde ise taş ve tuğla birbirini tamamlayan nesneler gibi, birbirinin içerisine karışmış olarak bir satıh meydana getirmek üzere kullanılıyor. O sathın içerisinde her tuğla, her taş müstakil bir nesne olarak âdeta sathı tezyin eden nesneler olarak var oluyorlar. Böylece immateryal (maddî olmayan) bir tezyinî çözümleme de ortaya konmuş oluyor. Bu tabii, Osmanlı mimarisinde, sivil mimari de dahil olmak üzere yol gösteren bir başlangıçtır.
Doğrusu, tarihin böyle anlatılması lazım geldiğinde ısrarlıyım. Yani bir fotoğraf koyup, bu “kemerli bir binadır” gibi kuru laflarla yürütülen bir mimarlık tarihi anlatımının eksik, dolayısıyla da yanlış olduğu kanaatindeyim. Velhasıl, yapılan şeyin çok uzak bir geleceğe ışık tutacak bir tavırla belirlenmesi önem taşıyor. İslamî ahiret bilincinin mutlak var olduğu bir çözümleme ile karşı karşıyayız. İşte Yeşil Camii. Malzemesiyle, her şeyiyle Bizans mimarisinden farklı, ama o da bir şaheser. Camiyi tek bir kubbe örtüyor, fakat önüne bir giriş ekleniyor. Konya İnce Minareli Medrese’yi de bir tek kubbe örtüyor, ama önünde bir giriş yok. Yani tevarüs edilen İslam-Selçuklu ananesi unutulmuyor. Önemli olan bir başka şey, Selçuklu camilerinde genellikle minare camiden ayrı duruyor. Teknolojik ve fonksiyonel açıdan birbirinden farklı niteliği olan şeyleri birbirinden ayrı duracak şekilde inşa etme yaklaşımı oldukça eskiye gidiyor. 11. asır İslam mimarisi dendiğinde bunun alamet-i farikası, tamamen bağımsız duran minaredir. Bundan farklı olarak, burada minare camiye bitişik, mimarî bütünlüğün bir parçası olarak inşa ediliyor ve giriş kısmıyla cami kısmının arasına yerleştiriliyor. Asırlarca bu tercih devam ediyor. Mesela Şehzade’de minareler son cemaat yeri ile kapalı cami arasında yer alıyor. Edirne Selimiye’de ve Süleymaniye’de de minarelerden en az iki tanesi orada yer alıyor. Velhasıl, ibadet edilen yerin, yani cemaatin yaşadığı (ibadet ettiği) asıl yerle son cemaat mahalli arasına, ikisine de hitap eden bir yere yerleştirilmiş oluyor. Doğrusu bunların da ötesine ilerlediğimizde medrese-camii ananesi hemen kendisini yeni biçimlerde ortaya koyuyor: Bursa Yıldırım Camii. Caminin yan odaları, medrese odalarını ihtiva ediyor.
Burada üzerinde durulması zarurî olan bir yapı var: Bursa Ulu Cami. Ulu Cami, pek çok şeyin açıklanmasına fırsat verecek bir eser. Ulu Cami’de, bütün pâyeli camilerde olduğu gibi, çok büyük bir sadeliğin hâkim olduğunu görüyoruz. Yalnızca kemerler, ayaklar ve kemerlerin taşıdığı kubbelerin tekrarıyla –bir bakıma bir unsurun birçok defa tekrarıyla– oluşan bir yapıyla karşı karşıyayız. Bir nesnenin müteaddit defa tekrarı, tezyinatın esas kuralı. Tabii tezyinîlik beraberinde bir narinliği de getiriyor, ama Ulu Cami aslında dev cüsseli, iri ve büyük güçlerin bir tezahürü. Ulu Cami, narinlik ile iriliğin, yani iki karşıtlığın bir çözümlemesi olarak karşımızda duruyor. Bu da Ulu Cami’yi nâmütenahi önemli bir yapı haline getiriyor. Ulu Cami’nin tekrar eden iri nesnelerinin içerisinde, o tekrar eden ayaklarının arasında çeşitli insan gruplarının oturup konuştukları, yüce bilgiye erişmek üzere fikir geliştirdikleri, öğrendikleri yer olarak bir tek iradenin değil, büyük bir toplumsal yapı içerisinde birçok iradenin yaşadığı bir bütünlük oluşuyor. Sonra bu tavır Edirne Eski Cami’de yeniden tezahür ediyor. Kısacası meydana getirilen çözümlemelerin hepsi, tekrarlar dolayısıyla oluşan tezyinîlikleriyle insanı bir tarafa doğru sevk etmeyen, bir tarafa doğru itmeyen tarafsız yapılar. İlk camiden itibaren hep devam eden bu sanat iradesinin, 12-13-14. asırlardaki Katolik sanat iradesinin tam karşıtı olduğunu görüyoruz. Katolik mimarî yapının daha kapısında insanı heykellerle ve büyük çizgilerle etkileyen, içeriye girdiği zaman da daha çok yüksek bir iç mekanda insanı alıp, ileriye doğru sürükleyen bir biçim iradesi mevcut. Bir de Ulu Cami’yi düşünün. İçeri girdikten sonra birbirinin benzeri olan birçok başka örtünün altında yaşamak üzere insan, istediği yere gidebilme ve orada ibadet edebilme iradesine sahip. Gotik katedralde ise, bir üst irade –kilisenin iradesi– insanı sürüklüyor.
Kilisenin iradesi tasvir alanında da kendisini gösteriyor. 10.-11. asırlardaki konsüllerde İsa’nın ve havarilerinin çektiği ıstırapların halka daha iyi intikal ettirilmesini sağlamak için tasvir kullanılması kararı alınıyor ve kilisedeki vitraylarda (renkli camlarda) havarileriyle İsa’nın ıstıraplarını ve hayatlarını anlatan hikâyeler tasvir ediliyor. O tarihe kadar ise İsa’nın yüzü tamamen bir soyut sembol olarak, yani beyaz bezin üzerinde bir ışık lekesi olarak tasvir edilmiş. Doğrusu İslamiyet böylesi bir düşünme kanalına girmemiş hiç. Yani ıstıraptan yakınmak değildir İslamiyet. İslamiyet dünyayı güzelleştirmek için bir girişim. Bu girişim her binayı tezyinî niteliğe sahip olacak şekilde tasarlamayı zarurî hale getiriyor. Le Corbusier’nin sözleri de, 16. asırda inşa edilmiş mimarî eserler de bu İslamî inancın, yapılan mimarî eserlerin oluşumunu nasıl etkilediğini gösteriyor. Hıristiyanlığın kilise mimarisine baktığımızda görüyoruz ki, bu ezici mimari doğuştan günahkâr kabul edilen insanı yönlendirerek, onu sevk ederek, onun üstünde yer alarak, günahkâr insanı aydınlatmaya, günahından kurtarmaya yönelik bir görev üstleniyor. İslam dünyasında ise ana ilke; büyük hikmeti, ilahî doğruyu söylemek ve orada durmak şeklindeki tebliğ kuralı, insanın esas itibarıyla iyi olduğu ve dolayısıyla iyi olan insanı gütmek, sevk etmek gibi bir hakka başka insanların sahip olmasının caiz olmadığına dayanıyor.
Çünkü iki ilke var: Birincisi, “halk haktır”. İkincisi Şuayb Peygamber faslında, Füsus’ta bahsedilen varlık meselesidir. Gazalî Tehafütü’l-Felasife’de bunu tartışır ve “varlık ne kadar değişme halindedir?” sorusunu sorar. Orada Gazalî hazretlerinin kendi metninde ârâzın nasıl sürekli değiştiği anlatılıyor. Peki ârâz sürekli değişiyor da, cevher sabit mi kalıyor, yoksa değişiyor mu? Bu tartışılıyor ve Rahman suresinin 29. ayet-i kerimesi ile de nihaî açıklama geliyor. Orada “O her an ayrı bir şe’ndedir” buyruluyor. Yani her şeyi yaratan Allahu Teala, her an ayrı bir şe’nde (ilahî tasarrufta, yaratmada) ise, her şeyin her an yeniden oluştuğu da bir gerçektir. Yani hepimizin organik olarak, fizikî olarak, manevî olarak her an yeniden oluşması gibi, her an her şeyin yeniden oluştuğunu ortaya koyuyor orada. Böyle olunca da, doğrusu, mimari açıdan bir şehrin her an yeniden değişebilecek bir şekilde inşa edilmesi gerekiyor. Değişmeye açık olması esas oluyor ve Firavun’unki gibi, hiçbir zaman değişmeyecek bir şeyin yapılması da caiz olmuyor.
Öyleyse, her şeyin her an yeniden oluştuğu alemde şehirlerimizin de aslî felsefeyi muhafaza ederek değişmeye, geçmiş mirası korurken ona bir şeyler ekleyerek gelişmeye elverişli olması gerekiyor değil mi?
Kesinlikle. Doğrusu bu bana çok daha önemli gözükmeye başladı. Yani iktisatçılara karşı bir savaşı gerekli hissediyorum. Onlar iktisadî olay düzenlenirse neticede her şey düzelir diyorlar. Bu son iki asrın en büyük yanlışı. Sömürgecilik bataklığı içinde yüzen Batı dünyasından böyle bir rezaletten başka bir şey beklenmezdi zaten. Ama İslam dünyasına baktığımızda da pek parlak bir tablo göremiyoruz maalesef. İşte demiryolları yaparak kurtulacağını sanan Abdülaziz. Teknolojiyi bizim de kullanacağımızdan söz ediyorlar. Doğrusu, bir kere teknolojiyi birileri getiriyor, halk getirmiyor. Velhasıl hepsinin ötesinde halkın gerçekten hak olduğunu bilerek, hakkın da ne olduğunu tanımlayarak ilerlemek çözüm getirecektir. Bu çözüm de her şeyin her zaman değişmesi imkanına açık bir varlık tasavvuru ile ulaşılabilecek bir sonuçtur.
1960’lı yıllarda tanıdığım Amerikalı bir şehircilik profesörü: “Bütün dünya şehirlerini gezdim. Türkiye’ye geldim, sen Bursa’dan bahsediyordun, gidip gördüm ve kanaat getirdim ki dünyada yalnız iki şehir var: Birisi Floransa, diğeri Bursa” diyerek hayranlığını belirtmişti. Bursa, ama 60’ların Bursa’sı. Yani her köşesi kültür bilinci ile bir araya getirilmiş ama eklenerek oluşmuş. Yani ekleme imkanının var olduğu bir ortamda oluşmuş. Varlığın sürekli değişme halinde olduğu ilahî yapıya uyan bir çözümleme. Buna uymazsanız, insanlar trafiğin ıstırabına, sefaletin ıstırabına mahkum. Ayrıca değişmeyen bir dünyanın yanlışlarını da gelecek nesillerin yaşama mahkumiyeti…
Peki bugüne gelirsek şehirlerimizin, özellikle de İstanbul’un sorunları için ne gibi tedbirler almamız lazım?
Türkiye’de önümüzdeki elli yılın değerlendirmesini yaptığımız zaman, şehirlerde toplam 65 milyon insan için konut inşa etmemiz gerekiyor. Aksi halde bizi bekleyen çok büyük felaketler var. İstanbul’da beklenen deprem felaketi gibi. İstanbul yapılarının yüzde 84’ünün projesi ve ruhsatı yok. İstanbul’daki betonarme yapıların büyük bir kısmı Marmara’dan çıkartılmış tuzlu kumla inşa edilmiştir.
Betonda deniz kumu kullanılmasının ne gibi bir mahsuru var?
İki mahsuru var: Bir tanesi denizin kumu ile beraber tuzu da geliyor. Tuz soğuk madene hareket ediyor ve demire ulaşıyor. Demirin betona yapışmasına “adezyon” diyoruz, Fransızca bir kelime, mutlak birleşme anlamını taşıyor. Bütün betonarme hesapları bu adezyon fikrine dayanıyor. Betonun içerisine yapışmış olan demirin, çekme halinde betondan ayrılmayacağı hesabına dayanıyor. Halbuki tuzun etkisi ile demir paslandığında adezyon sona erer. Yani demir ile çimento arasındaki pas tabakası, demirin çimentoya yapışmasını engeller. İşte deniz kumuyla yapılan binalar, bir depremde toza dönüşür. Yani demek oluyor ki, bu tuzlu kumla yapılan projesiz binalar yerle bir olacak. En iyimser ihtimalle 100 bin bina yıkılacak. Bu binaların içerisinden çıkanlardan bir kısmı kurtulsa bile, yaklaşık 100 bin kişi ölecek. Yaklaşık 2 milyon, muhtemelen yaralı, insan da sokakta kalacak. Velhasıl çok büyük bir meseleyle karşı karşıyayız. Türkiye’nin ekonomik sıçramalarından, ekonomik başarılarından namütenahi önemli bir mesele bu. Yani elbette o başarıları küçümsemek için söylemiyorum, gerçekleştirenlere sonsuz saygımız var. Ama bu meseleyi çözmezsek, maalesef tüm başarılar heba olur.
Bu dergiyi hazırlarken kimler için yayımlayacağımız konusundaki tartışmamızda, sonradan beş M nazariyesi dediğimiz bir şey çıkarmıştık. Sizin konuşmanızdan da beş T nazariyesi çıkarabiliriz. Önce Tevhid, sonra Tarafsızlık. Yani bu Tevhide birçok yoldan gidilebilir, gerçeklik gasp edilemez. Sonra Tezyin Tevhidden kaynaklanan büyümeyi yumuşatmak, narin hale getirebilmek için. Ulu Cami örneğinde olduğu gibi. Dördüncü T’miz, Terâküm. Yani birikme, öncekine eklenerek gitme. Beşincisi de Tebdil. Bir şeyi donuklaştırmamak, sürekli değişime açık hale getirmek. Söyleşimizi bu şekilde bitirelim isterseniz hocam. İnşallah sizi yormayacak şekilde zaman zaman yine böyle söyleşiler yaparız.
Sizinle bulunmak çok hoş. Hz. Peygamber, “Soru sormaktan dört kişi hayır görür: Soruyu soran, soruyu cevaplandıran, dinleyip öğrenen, bu ilk üçünü takdir eden” buyuruyor.
Onlar da okuyucularımız herhalde. Teşekkürler.
Paylaş
Tavsiye Et