Geçenlerde üç beş okurum dergide beni ziyarete geldiler.
Selam sabah fasıllarından sonra sadede geldiler.
“Ali Cengiz Tuğrul Beyefendi, iyi yazıyorsunuz hoş yazıyorsunuz da, biraz boş yazmıyor musunuz?” dediler.
“Lombak, Penguen gibi mizah dergilerinde mi yazdığınızı zannediyorsunuz?” dediler.
“Yazdığınız dergi memleketin en ciddi dergilerinden biridir, bilmem haberiniz var mı?” dediler.
“Bu kadar dolu bir dergide bu kadar boş yazılar yazabilmeyi nasıl beceriyorsunuz?” dediler.
“‘Okumayın kardeşim beğenmiyorsanız’, diyebilirsiniz ama ibret-i âlem için okuyoruz” dediler.
“Bir adam bu kadar mı gayri ciddi olabilir, diye dehşete kapılarak okuyoruz” dediler.
“Sahicilikten bu kadar uzak, bu kadar yapay, bu kadar akl-ı selimden uzak yazılar yazabilmek için çok mu kabiliyetli olmak gerekiyor?” diye sordular.
“Sağa sola tafra atmalar, aba altından sopa göstermeler, milletle aklınız sıra ince ince dalga geçmeler nasıl bir ruh hâletinin ürünüdür?” diye üstelediler.
“Sosyoloji ise sosyoloji, psikoloji ise psikoloji, iletişim ise iletişim, siyaset ise siyaset, ticaret ise ticaret, tasavvuf ise tasavvuf en iyi ben bilirim, ben yazarım tavrı ne menem bir tavırdır!” diye azarladılar
“Üstüne üstlük çok ciddi bir yazarmış gibi davranabilmeyi nasıl beceriyorsunuz?” dediler.
Az kaldı, neredeyse şiddete başvuracaklardı.
Neyse ki o kadar ileri gitmediler.
“Alın, ciddi yazar nasıl olunur, okuyun da bari biraz ders alın” diye önüme bir sürü gazete bırakıp gittiler.
İtiraf edeyim, yerin dibine girdim diyemeyeceğim.
İşte sıradan okurla aramdaki asla aşılamayacak fark budur.
Sokaktaki insanla plazadaki insan arasındaki farkı sosyolojik olarak bir çırpıda izah edebilirim.
Onların asla akıl edemeyecekleri üç beş ironiyle de satırlarımı süsleyebilirim.
Mart sayısındaki yazımı takip edenler niçin yerin dibine girmeyeceğimi hemen bileceklerdir.
İnsanın naifliği üstüne zaman zaman harikulâde cümleler kurabiliyorum.
Evet, zaman zaman bunu yapıyorum.
Ama bu naif olduğum anlamına gelmez.
Naif olmadan da naiflik hakkında yazabilmek.
Uzmanı olmadığın her konuda da uzmanmışçasına kalem oynatabilmek.
Köşe yazarlığı bu değilse nedir?
Başka bir şeyse Ali Cengiz Tuğrul olarak ben onu bilmiyorum.
Bildiğimi yapıyorum.
Bildiğimi okuyorum.
Bildiğimi yazıyorum.
Yerin dibine girmedim tamam, ama canım sıkılmadı diyemem.
Asabım neredeyse Mart tezkeresini kabul etmediğimiz zamanlardaki kadar bozuldu.
İçimden mizahi bir şeyler yazmak gelmedi.
Şu güzel bahar günlerinde okuyacağınız köşemi saygın bir yazarımızın Mart ayındaki ciddi değerlendirmelerine ayırdım.
Böylelikle sinirimi bozmalarına rağmen, okurlarımın dileğini de yerine getirmiş oluyorum.
Bunun yüksek bir alicenaplık örneği olduğunun da kabul edilmesini isterim.
DERDİ SIKMABAŞLAR
Merkez Bankası’nın başına, eşi türbanlı başkan getirilemez mi?
Elbette getirilir.
Hatta başı türbanlı kadın, eşinin muhtemel “promosyonu” için başını örtmüş olsa bile, getirilebilir.
Benim buna itirazım yok.
Ben, türbanlı eşin, bürokratik atamalarda “Masonik bir işaret” haline gelmesine karşıyım.
Bununla neyi mi kastediyorum?
Geçenlerde Orman Günü dolayısıyla düzenlenen bir toplantının fotoğrafları önüme geldi.
Üst düzey bürokratların eşlerinin çoğunun başı “sıkmabaş” dediğimiz türdendi.
İçlerinde bir kadın dikkatimi çekti.
Başını örtmüştü; ama saçlarının yarısı açıkta kalmıştı.
Ayrıca, boyun nahiyesini de örtmemişti.
Sanki, “ötekilere uymak için” zoraki biçimde örtünmüş gibi bir hali vardı.
İşte benim derdim bu kadın.
Yani kendini, Ankara’daki yeni düzenin “Masonik işaretlerine” uydurmak zorunda hisseden insan.
ÇIKARIM - 1
Başbakan türban takan kadınlara “zenci” yakıştırması yapmayı çok seviyor.
Bir kere bu kavram baştan yanlış.
Siyah derili insanlar, ABD’de çoğunluk değildi.
Türkiye’de ise başını örtenler çoğunluk.
Eğer başı örtülü kadınların “ezildiğini” iddia ediyorsa, kendi kendini yalanlıyor demektir.
Çünkü 2002 seçimlerinden önce halkın öncelikleri arasında “türban” meselesinin bulunmadığını söyleyen bizzat kendi partisi olmuştu.
IRKÇILIK DENİNCE
Zenciler de ırkçılık yapabilir.
Yani, bir zamanlar ezilen insanlar, bazı yerlerde, sıranın kendilerine geldiğini düşünüp, birden ezen statüsüne geçebiliyorlar.
Örnek mi istiyorsunuz?
Alın Spike Lee’nin filmlerini.
Orada basbayağı ırkçılık yapan siyah derili insanlar da anlatılır.
Güney Afrika’ya gidenler, Mandela’nın bazı torunlarının apaçık beyazlara yönelik ırkçı davranışlar yaptığını anlatıyorlar.
EN BÜYÜK KORKU
İşte o yüzden AKP koridorlarındaki tehlikeli fısıltılara dikkati çektim.
Eğer bazı insanlar, “Şimdiye kadar hep biz ezildik, şimdi biz ezelim” diye düşünüyorsa, bu tehlikeli fısıltıyı daha tehlikeli olanı izler:
“Şimdiye kadar onlar yedi, artık biz yiyelim...”
İDEOLOJİK İDDİANAME
BU yazıyı, iç rahatlığıyla yazıyorum. Kimse çıkıp, “Kendi düşüncene yakın hissettiğin için komutanı koruyorsun” diyemez.
Çünkü “Türkiye Filistinleşir” dediği zaman Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı ilk eleştiren ben olmuştum.
Ama iç rahatlığımın asıl nedeni şuydu:
Ben, Vural Savaş’ın Fazilet Partisi, Nuh Mete Yüksel’in Milli Görüş için hazırladığı iddianameleri de eleştirmiştim.
İçinde “kan içiciler”, “metastaz yapan habis ur gibiler” türünden tamamen şahsî ifadelere dayanan ve ideolojik gözlükle hazırlanan bir iddianamenin meşruiyetinin sorgulanabileceğini ifade etmiştim.
O gün, o davalarla ilgili ne düşünüyorsam, bugün de Van Savcısı’nın hazırladığı iddianame konusunda aynı düşünüyorum.
Bu hukuki değil, ideolojik bir iddianamedir.
Hatta, Vural Savaş ve Nuh Mete Yüksel’inkinden bile daha keyfî, daha art niyetli hazırlandığını söyleyebilirim.
HAFIZA KAYBI
Geçen salı günkü yazımda, Fazilet Partisi’nin kapatılması sırasında savcılık iddianamesini eleştirmiş olduğumu, o nedenle bugün de Van Savcısı’nın iddianamesini aynı düşüncelerle eleştirdiğimi yazmıştım.
Bir iddianamede “kan içici”, “vampir” gibi sübjektif benzetmelerin olamayacağını belirtmiştim.
Dünkü Yeni Şafak’ta Ahmet Kekeç, “Bunları ne zaman yazmışsınız, gösterin biz de okuyalım” demiş.
Benzer bir soru da “Vakit” Gazetesi’nde sorulmuş.
Bunları yazdığıma kendim kadar emindim.
Yine de Hürriyet’in arşivine girip araştırdım.
Meslektaşlarımız haklıymış.
Gerçekten de “kan içici” ve “vampir” gibi ifadelerin yer aldığı o iddianameleri direkt olarak eleştiren yazılar kaleme almamışım.
Demek ki insan, hafızasına ne kadar güvenirse güvensin, arşive bakmalıymış.
Bu yanlışımı düzeltme imkanını veren arkadaşlarımıza da teşekkür ediyorum.
MEZAR BAŞINDA ULVİ DÜŞÜNCELER
Her Mart ayının 7’nci günü benim için “Ölüler bayramıdır.”
Orada Çetin Bey’in ve Sinan’ın mezarlarının başında insanları düşünürüm.
Aptal sarışınları, gay yazarları, öldürülmüş gazetecileri, kendimizi, herkesi.
Ve her insana baktıkça, Yunus’un o müthiş sözünü hatırlarım.
“Bir ben vardır bende benden içerü...”
Evet herkesin içinde bir başka “Ben’i” mutlaka vardır.
Yaşasaydı Çetin Emeç’le mutlaka “Brokeback Mountain” filminin son sahnesini konuşurdum.
Hoş mezarının başında, tek başıma konuşmak belki de daha güzel olurdu.
Zaten onu yaptım.
Arkadaş mı, eşcinsel çift mi, heteroseksüel mi, yoksa biseksüel mi, yoksa bunların hepsi mi olduğunu anlamadığım bu iki insanı anlatan film gerçekten çok etkileyiciydi.
HAZİN BİR ÇİFT SÖZ
Acaba asıl tehlikeli virüs, bizlere bir şeylerin bulaşacağı korkusu mu?
Bu yüzyılda hayatımızı berbat eden asıl bulaşıcı mikrop, muhayyel bir korku mu?
Mesela, AIDS...
1990’ların başından bu yana neredeyse 15 yıldır, hayatımızın en sarsıcı hazzını, cinselliğimizi öldüren şey nedir?
AIDS virüsü mü, yoksa onun yarattığı bulaşma korkusu mu?
“Hijyenik seks...”
Ne hazin bir çift söz.
Ne öldürücü bir gerçek.
50 yılı geçkin hayatım boyunca, haz denen duyguya bu kadar öldürücü güçle saldıran bir virüs görmedim.
AHMEDİNECAD GELİYOR
Erdoğan giderse, Ahmedinecad gelir mi?
“Burası Türkiye, öyle biri gelmez” diyebilirsiniz.
Hadi İslami versiyonu demeyin de “milliyetçi”, hatta “ırkçı” versiyonu deyin, böyle bir alternatifin çıkması ihtimalini de mi aklınıza getirmiyorsunuz?
Çevrenize bir bakın.
İran’da halk molla rejimini devirecek diye beklerken, seçimle Ahmedinecad’ı iktidara getirdi.
Mısır’da “Müslüman Kardeşler” yükseliyor.
Filistin halkı, HAMAS gibi bir terör örgütünü hükümete getirdi.
Ürdün’ün durumu ortada.
Yaşadığımız son 5 yıl, Müslüman dünyasının kimyasını değiştirdi.
İnsanlar artık, iyi yönetim için değil, “birilerinden” intikam almak için oy kullanıyor.
Birilerini “rahatsız etme” duygusu, en kuvvetli oy verme motifi haline geldi.
Öfkelerin, hınçların birbirine karıştığı bu duygusal amalgam, bütün Müslüman dünyanın ruh dengesini sarsıyor.
Hiç şüpheniz olmasın, Batı’nınkini de sarsacak.
NE HABER CON
Amerika Birleşik Devletleri’nde, Irak savaşını destekleyen 5 “Neo con” Irak savaşının yanlış olduğunu itiraf etmiş.
“Vatan” Gazetesi dünkü sayısında “Acaba bizim neo con’lar da değişti mi” diye soruyordu.
Türkiye’de “Neo con” diye adlandırılabilecek bir yazar veya siyasetçi var mı bilmiyorum.
Ama bu sözcükle, 1 Mart Tezkeresi’nin kabul edilmesini savunanlar kastediliyorsa, ben de onlardan biriyim.
Öyleyse benim de bu soruya cevap vermem lazım.
Hayır benim görüşüm değişmedi.
Bu bizim mani olamayacağımız bir savaştı ve bugün hâlâ Türkiye’nin 1 Mart Tezkeresi’ni reddetmesinin, tarihi bir yanlış olduğunu düşünüyorum.
O gün bazılarını çok sevindiren bu “Hayır” cevabının bedelini ağır ödediğimizi düşünüyorum.
Hatta ileride daha da ağır ödeyeceğimize eminim.
Ama bu düşüncemin kesin doğru olduğunu da iddia etmiyorum.
1 Mart Tezkeresi’nin kabul edildiği günden itibaren hep şu tezi savundum.
“Türkiye bu kararı ile artık Ortadoğu’da aktif bir aktör olmaktan vazgeçtiğini bütün dünyaya ilan etmiştir.”
ÇIKARIM-2
Dolayısıyla artık yüzünü Batı’ya çevirip, Ortadoğu’nun bulaşıcı coğrafyasından elini eteğini çekmesi gerekir.
Bu karar bizim açımızdan, Ortadoğu’da “izolasyonist” bir siyasetin başlangıcı olmalıdır.
HAMAS ziyaretine de bu nedenle karşıyım.
Kuzey Irak’ta olup bitenlere “aktif müdahaleyi” değil, “pasif izlemeyi” bu nedenle savunuyorum.
Oysa, 1 Mart’ta “Hayır”ısavunanlar tam tersinin yapılmasını istiyorlar.
Ben de diyorum ki, “Olmaz. Sakın bunu yapmayın.”
Ben, yazılarında aşırı “iddialı” bir insan değilim.
Tarihe not düşmek gibi “megalomanyak” iddialarım yok.
Sadece ve sadece bir Türk olarak, olaylar hakkındaki düşüncelerimi yazıyorum.
Ama şuna da inanıyorum.
Yaşadığımız şu coğrafyada, duygularını açıklayan bir vatandaşın değerlendirme kabiliyeti, büyük ve iddialı teorisyenlerinkinden daha az kıymetli değildir.
Neticede her ikisini de tarih değerlendirecek.
Şu satırları okuyunca ciddi yazmadığım için beni eleştiren okurların haklı olabileceğini düşündüm.
Sayın yazarın hafıza kaybına ilişkin uyarıları için Yeni Şafak ve Vakit yazarlarına teşekkür etmesi ise beni fevkalade duygulandırdı.
Ben de bu kolajı yapma imkanını bahşettikleri için okurlarıma teşekkür ediyorum.
Sayın yazar kadar ciddi yazamadığımı her zaman söylüyorum.
Ama her ikimizi de tarihin değerlendirecek olmasından ümitvarım.
SON SÖZ
Ciddiyet hürriyettir.
Paylaş
Tavsiye Et