Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Memleket Hali > Millete rağmen sine-i millet
Memleket Hali
Millete rağmen sine-i millet
Yücel Bulut

ARALIK ayı, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin geleceğini ilgilendiren önemli kararların alınacağı bir zaman dilimiydi. Nitekim 14-15 Aralık’ta toplanan AB Liderler Zirvesi’nden Türkiye ile müzakerelerin sekiz başlıkta askıya alınması kararı çıktı. Hükümetin bu kararı değiştirme yönündeki girişimleri bağlamında, bazı limanları Kıbrıs Rum Kesimi’ne açma planı Avrupa ülkelerinin kafasını karıştırmış ve uzun vadede Türkiye’nin elini güçlendirmiş görünüyor. Türkiye’nin yüzyılları aşan bir sürece yayılan Avrupalılaşma projesinin önemli bir safhasında gerçekleşen bu girişimlerin ve alınan kararların, aslında ülkeye ciddi bir yansıması olmadı. “Bize haber verilmedi”, “Hayır, bilgilendirdik” şeklinde özetlenebilecek kısır polemikler içerisinde olay daha şimdiden unutulmuş gibi.
İçerisinde mevcut ve eski cumhurbaşkanlarının, emekli görevlilerin ve muhalefet partilerinin bulunduğu bir kesimin ise bütünüyle ayrı ve kendileriyle sınırlı bir gündemleri var: Recep Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı adaylığı fikrinden nasıl vazgeçirebiliriz? Yeni cumhurbaşkanını mevcut Meclis’in seçmesini nasıl engelleyebiliriz? Bütün dert bu. Ne AB ile müzakerelerin sekiz başlıkta askıya alınması konusunda, ne de Kıbrıs meselesinde dişe dokunur bir şey söylüyorlar. Yüzeysel bir darlık içerisinde, uluslararası gelişmeleri iç politika malzemesi olarak harcama kaygısı içerisindeler.
Seçimleri anayasada yazılan süre tamamlanınca yapacaklarını ilan eden hükümet ve Başbakan’dan, “anayasa ile ilişkileri, onu birilerinin kafasına fırlatmakla sınırlı olanlar” son derece rahatsızlar ve Başbakan’ın anayasal haklarını kullanmaması için zorlayıp duruyorlar. Durum son derece açık: Başbakan’ın cumhurbaşkanlığına aday olması da, seçimleri zamanında yapması da anayasaya bütünüyle uygun. Ama Türkiye’de öyle bir kesim var ki, bu ihtimallerin gerçekleşmemesi için tüm güçlerini seferber etmiş durumdalar ve bu ‘daraltıcı’ gündemlerini tüm ülkenin gündemi haline getirmek için de yoğun bir çaba sarf ediyorlar.
“Evet, bütün bunlar anayasaya ve yasalara uygun, fakat Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse ya da cumhurbaşkanını bu meclis seçerse bu meşru olmaz” diyenlere göre, mevcut meclis milletin çoğunluğunu temsil etmiyormuş. Peki Özal’ı, Demirel’i ya da Sezer’i seçen meclisler, seçmen iradesinin yüzde kaçını temsil ediyordu ya da zat-ı muhteremler kaç milletvekilinin oyu ile seçilmişlerdi? Turgut Özal 263, Süleyman Demirel 244 oyla cumhurbaşkanı seçildiler. Şu anda mecliste yalnızca AKP’nin 354 milletvekili bulunuyor. Hemen karşı argüman geliyor: “Bu durum, seçim sisteminin sakatlığından kaynaklanıyor.” Olabilir, fakat bu seçim sistemi, AKP’nin iktidara geldikten sonra uygulamaya koyduğu bir seçim sistemi değil ki. AKP kendisinden önce kurulmuş bir sistemde, diğer partilerle aynı koşullarda seçime girip bu çoğunluğu elde etti. Bugün seçim sisteminden rahatsız olanların, dün iktidarda iken onu değiştirmek için hiçbir girişimde bulunmadıkları da hatırlanmalı. Dolayısıyla, mevcut anayasal sistem içerisinde yarışmış ve mecliste çoğunluğu elde etmiş bir partinin icraatlarının meşruiyetini ve temsiliyet derecesini sorgulamak ne meşru ve ne de inandırıcı bir söylem olabilir.
Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı çıkanların bir kesimi de, eşinin başörtülü olmasını gerekçe gösteriyorlar. Eşi başını açarsa ya da boşanırlarsa, “Laik Türkiye Cumhuriyeti” bütün tehlikelerinden kurtulmuş mu olacak? Başbakan’ın eşinin başörtülü olması dolayısıyla, laikliğin ve Cumhuriyet’in kamusal alanının tehlikeye gireceği şeklindeki iddialara tanık oldukça zihnimde bazı fotoğraflar canlanıyor: Son Halife-Sultan’ın torunları ile bazı hükümet yetkililerini ve eşlerini yahut Suriye Devlet Başkanı ve eşi, Ürdün Kralı ve Kraliçesi ile Başbakan Erdoğan ve eşini birlikte gösteren fotoğrafları bir hatırlayalım. Şekilcilik darlığına düşmüş olanların gözden kaçırdıkları/kaçırmayı tercih ettikleri bir durum var burada: Kur’an-ı Kerim üzerine yemin edenlerin eşleri açık, laiklik yemini edenlerin eşleri ise başörtülü. Laiklik bunun neresinde? Haydi, çıkın bakalım işin içinden.

“Sine-i Millet” ya da Dön Baba Dönelim!
Ahir ömründe -hem de bulunduğu konuma hiç yakışmayan bir biçimde- siyaset yapmaya kalkışan Cumhurbaşkanı Sezer’in, CHP’ye -meclisi terk etmek dahil- hükümeti erken seçim kararı almaya zorlayacak yeni görevler ve misyonlar biçtiği yönünde haberler yayımlanıyor. Deniz Baykal, Başbakan’ın cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki tutumunun ülkeyi gerginleştireceğinden bahisle bir erken seçimin bu gerginliği ortadan kaldıracağını iddia ediyor. Aksi halde bu durumun Türkiye’ye “anayasal kurumların ve Cumhuriyet birikimlerinin tahrip edilmesi, buna karşı tepkinin ortaya çıkması ve Türkiye’nin temellerine ilişkin yeni bir siyasi tartışmanın içine sürüklenmesi” şeklinde ortaya çıkacak ağır bir bedel ödeteceğini öne sürüyor.
Sine-i millete dönmek gibi ara rejim şantajları ya da “vatana ihanet” suçlamasıyla Çankaya’dan indirme tehditleriyle Başbakan Erdoğan kararlarından vazgeçirilmeye çalışılıyor. Alenen şantaj ve blöfe dayalı bir oyun oynanıyor. Başbakan bu oyuna gelir mi, gelmez mi şimdiden bir şey söylemeyiz elbette! Fakat şimdilik, elinin çok güçlü olduğunun farkında ve buna göre oynamaya devam edecek gibi gözüküyor. Erdoğan karşıtı cephe ise, hem çok parçalı bir yapıya sahip hem de ellerinde hukuki ya da anayasal hiçbir güç yok. Üstelik argümanları da son derece zayıf ve gerçekte ciddiye alınmayı hak etmeyecek denli abukluklarla dolu.
Sine-i millete dönme siyasetinde adı geçen Baykal, böyle bir kararın doğru olmayacağını ilan etti. Erken seçim kararı aldırmak için her türlü girişimde bulunacaklarını söyleyen Baykal, daha birkaç gün geçmeden sine-i millete dönme fikrinden çark etti. Desteği aranan kesimlerden TÜSİAD ise hiç de erken seçim havasında değil. Medyada da bu doğrultuda yoğun ve ortak bir kampanya gözükmüyor. 28 Şubat’ın önemli aktörlerinden ‘STK’larda da bir kıpırdanma yok. Kısacası, daha başlarken kaybeden bir siyaset ve söylem var ortada.
Erken seçimden AKP’nin daha büyük bir oy oranıyla ve daha çok sayıda milletvekiliyle çıkmayacağını kim garanti ediyor ve nasıl? MHP gibi partilerin erken seçim talepleri arkasında, cumhurbaşkanlığı değil de, “Meclis’e gireceksek ancak bu konjonktürde girebiliriz; normal seçimlere kadar kim öle kim kala” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımları da etkili olmuş mudur acaba?
Sine-i millet kadar tartışmalı bir diğer öneri de, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini içeriyor. Bu halk cumhurbaşkanı olarak Ahmet Necdet Sezer’i ya da onun bir benzerini mi seçer sizce? Ya da Süleyman Demirel’i mi? Eğer seçim sandığı halkın önüne konulacaksa, CHP, DSP, Ahmet Necdet Sezer, Çevik Bir vs. seçim zaferi kazanmayı akıllarından çıkarsalar iyi ederler.
Bu ülke tek parti döneminde, iki defa çok partili hayata geçiş denemesi yaptı. Her ikisinde de halkın teveccühü, söz konusu denemenin riskli olacağını gösterdi denemeyi yapanlara. Ardından çok partili hayata geçtik. Rejimin ve güç dengelerinin korunmasına yönelik türlü türlü önlemlerin alındığı bu 60 yılı aşkın süre içerisinde CHP’nin bir seçim başarısı ya da tek başına iktidar olduğu bir dönem var mı? Ortada siyasal hayatımızın bu gerçekleri duruyorken, neye güvenerek cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini isteyebiliyorlar?
Netice itibariyle, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyenler ya da mevcut meclisin cumhurbaşkanını seçmesini engellemek isteyenlerin tüm argümanları tepeden tırnağa ciddiyetten uzaktır. Ne demokrasiye, ne anayasaya, ne de siyasal ahlaka uygundur. Bütünüyle çocukça bir mızıkçılıktan ibarettir. Muhalefetin tükenmişliğinin boyutlarının nerelere vardığını göstermekten başka bir özelliği de yoktur. Bunun karşısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eli son derece güçlüdür. Çünkü genel seçimleri zamanında yapması anayasaya ‘uygun’dur. Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyabilir. Anayasa ona bu hakkı tanımıştır, başka bir deyişle, anayasanın cumhurbaşkanı olacak kişilerde aradığı tüm koşullara sahiptir.
Bu kesimlerin Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ihtimali karşısında yaşadıkları panik atak, yalnızca kendi darlıklarının bir sonucu. Onlara ‘daral’ geliyor ve kendileriyle birlikte tüm ülkeyi de daraltmakla meşguller.
Cumhuriyet, 80 küsur yaşına rağmen, halletmesi gereken pek çok meseleyi henüz tartışabilmiş bile değil. Sürekli olarak bir şeyleri korumak, birilerini engellemek en ideal siyaset olarak görüldü ve uygulandı. Bugün ise, kendilerini sistemin sahibi görenler, bu koruma ve engelleme refleksleriyle ötekilerin sınırlarını belirlemek için çizdiklerini sandıkları sınırların, gerçekte kendi yaşam alanlarını sınırlandıran çizgiler olduğunun farkına yeni yeni varıyorlar. Bu farkına varışın hırçınlığıyla da, savunduklarını iddia ettikleri anayasayı, hukuk sistemini ve demokrasiyi ayaklar altına almakta bir beis görmüyorlar. Bu darlıklarıyla, yaşadıklarından ve yaşattıklarından hiçbir ders almadıkları ortada.
Bugün itibariyle, “first lady”mizin başörtülü mü yoksa başörtüsüz mü olacağı tartışmalarından çok daha önemli sorunları var ülkemizin. Keşke öyle olmasaydı; ama öyle. Bugüne kadar uygulanan siyasetlerin, siyaset yapma biçiminin bir çözüm olmadığı, cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında yaşanan tartışmalarla aşikar bir biçimde bir kez daha ortaya çıktı. Bu anlamda, cumhurbaşkanlığı seçimi ülke için bir fırsat olabilir. Ama mevcut siyaset ve tartışma kültürü, bu fırsatın da yine heba edileceğini gösteriyor, ne yazık ki!


Paylaş Tavsiye Et