Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > ABD, İsrail, İran, Ergenekon ve AKP
Topluyorum
ABD, İsrail, İran, Ergenekon ve AKP
 
Arkadaşlar, bildiğiniz gibi, Temmuz ayında tüm Türkiye’nin gündeminde yine Ergenekon soruşturması ve AKP’ye açılan kapatma davası vardı. Dolayısıyla, bu akşam bu iki meseleyi, ortaya çıkan yeni verilerin ışığında tekrar ele almamız gerekiyor.
Aylardır aynı konu etrafında dönüp duruyoruz. Artık iyice kabak tadı verdi.

Bence gündemimizi bu iki konuya indirgemeyelim. Zira Temmuz ayında Ortadoğu bölgesinde, merkezinde Türkiye’nin olduğu, çok mühim gelişmeler yaşandı. Mesela Başbakan’ın son derece stratejik bir Irak ziyareti oldu. On sekiz senenin ardından yapılan bu ziyarette Türkiye ile Irak arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Bu konsey adeta ortak bir bakanlar kurulu anlamına geliyor. Her iki ülkenin ekonomi, dışişleri, enerji ve içişlerinden sorumlu bakanları yılda en az üç kez, başbakanları ise bir kez bir araya gelecek ve bu alanlarda ortak bir strateji geliştirecekler. Böyle bir anlaşmanın dünyada sadece Almanya ve Fransa arasında yapıldığını söylersem belki bu gelişmenin önemi biraz daha iyi anlaşılır.

TBMM, 1 Mart Tezkeresi’ni kabul etseydi ve ABD’nin Irak işgaline ortak olsaydı böyle bir anlaşma mümkün olabilir miydi acaba?

1 Mart Tezkeresi’nin reddinin, sonraki gelişmeler için şart olduğunu ama yeterli olmadığını düşünüyorum. Zira eğer Türkiye’nin Irak’ın istikrarı ve toprak bütünlüğü konusundaki proaktif girişimleri olmasaydı, Irak yönetiminin güvenini bu ölçüde kazanması mümkün olmazdı.

Sence Amerika ve İran dururken, Irak neden böyle bir anlaşmayı Türkiye ile imzalama ihtiyacı hissetti?

Çok güzel bir soru. Bir kere ne İran’ın Irak’taki nüfuzu oradaki Şii halk ile sınırlı, ne de Irak sadece Şiilerden müteşekkil bir ülke. Dolayısıyla sadece Şiileri muhatap alan bir stratejik işbirliğinin Irak’ta geleceği olamaz. İran ile ABD arasındaki husumet de Irak’ın İran ile böyle stratejik bir işbirliğine girmesine engel oluyor. ABD ise zaten işgalci olmasının yanı sıra böyle bir anlaşma için coğrafi açıdan çok uzak ve alakasız bir ülke. Irak’a komşu ülkeler arasında ekonomik, siyasi, askerî ve kültürel açıdan en güçlü ülke Türkiye. En önemlisi de Türkiye, Irak içi dengeler bakımından tarafsız bir komşu. Irak’taki her kesimle aynı samimilikle masaya oturabiliyor. Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünü, bu ülkedeki barış ve istikrarı içtenlikle destekliyor. Belki bütün bunlara bir de Irak’ın içinde bulunduğu zor durumu eklemeliyiz. Bundan kastım Irak Başbakanı Maliki’nin İran ile ABD arasında sıkışıp kalması. Bir taraftan İran bastırıyor, diğer taraftan ABD. ABD, Irak’tan ayrılmadan önce geniş kapsamlı bir güvenlik anlaşması imzalamak istiyor. Bu çerçevede Irak’ta tam elli sekiz adet kalıcı askerî üs kurmayı arzuluyor. Maliki ise haklı olarak ve belki de İran’ın baskısıyla bunun Irak’ın bağımsızlığını ortadan kaldıracağını düşünüyor. İşte Türkiye ile yapılan bu stratejik işbirliği anlaşması Maliki’nin elini bir miktar da olsa rahatlatacağa benziyor.

Bence Ortadoğu’da geçtiğimiz ayın en önemli gelişmelerinden biri Hizbullah ile İsrail’in Almanya’nın arabuluculuğuyla gerçekleştirdiği esir değişimiydi.

 Tam anlamıyla esir değişimi denemez herhalde. Cenaze değişimi desek daha doğru. Zira Hizbullah İsrail’e elindeki iki cesedi verebildi ancak. İsrail de beş Lübnanlı esir ile yüzden fazla cesedi Lübnan’a teslim etti.
Bildiğim kadarıyla Hizbullah ile İsrail esir değişimini şu ana dek onlarca defa yapmış. Bu seferkinin önemi nereden geliyor?
Bu değişimin 16 Temmuz’a denk gelmesi manidardı. Zira uzunca bir kargaşa döneminden sonra Lübnan’da Katar’ın ve Türkiye’nin arabuluculuk girişimleriyle kurulan ulusal birlik hükümeti bu tarihte işbaşı yaptı. Dolayısıyla Lübnanlı esirler ve cenazelerin 2006’da Lübnan’ın güneyini yerle bir eden ve Hizbullah’ı ortadan kaldırmayı düşünen İsrail’den geri getirilmesi, yeni kurulan birlik hükümeti tarafından da bir bayram havası içerisinde kutlandı. Ayrıca geri alınan esirler arasında Semir Kuntar da bulunuyordu. Semir Kuntar, 1979 yılında İsrail’de stratejik bir eylem girişiminde bulunmuş, İsrail tarafından yakalanmış ve beş kere müebbet hapse mahkum edilmiş, şu ana kadarki esir değişimlerinde hep ismi gündeme gelmesine rağmen İsrail tarafından sürekli olarak reddedilmiş, tüm Arap dünyasında ve özellikle Lübnan’da İsrail’e karşı direnişin sembolü haline gelmiş biri. İşte böyle bir ismin de teslim edilen esirler arasında bulunması Lübnanlılar nezdinde büyük bir coşkuya neden oldu. Tabii bu gelişmenin baş aktörü olan Hizbullah’ın Lübnan’daki itibarı daha da arttı.
Bence bu esir değişimini asıl önemli kılan husus, bunun İsrail’in genel dış politika düzenlemelerinde nereye oturduğuyla ilgili. Bildiğiniz üzere İsrail, işgali altında tuttuğu Golan Tepeleri gibi artık kronikleşmiş bir konuda bir süredir Suriye ile Türkiye’nin arabuluculuğunda dolaylı görüşmeler yürütüyor. Gözlemcilerin açıklamalarına bakılırsa bu konuda bir uzlaşmaya varmaları çok yakın. Öte taraftan İsrail, Mısır’ın arabuluculuğunda Hamas ile görüşmelerini sürdürüyor. Haziran ayında bir de ateşkes imzalandı.
İsrail de komşularla sıfır problem politikası güdüyor herhalde.
Ben şahsen bunu İran’a yönelik bir hamle olarak görüyorum. Evet, İsrail’in bir mıntıka temizliğine gittiği belli ama bunu dikkatini, gücünü ve enerjisini İran’a yoğunlaştırmak, Sünni dünyanın tepkisini minimuma indirmek ve İran destekli Hizbullah’ı pasifize etmek için yapıyor bence.

Madem konu İran’a geldi, buradan devam edelim öyleyse. Biliyorsunuz Amerika ile İran arasında, yine Türkiye’nin araya girmesiyle yeni görüşmeler başladı. Bunu nasıl okumak gerekir?
Ben bunu İran meselesinin kritik bir noktaya geldiğinin göstergesi olarak görüyorum. Takip edebildiğim kadarıyla Amerika’da bir grup, özellikle de Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ofisi, İran’ın vurulması konusunda son derece ısrarlı olmaya başladı. Bunların karşısında ise Dışişleri Bakanı Rice, Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley ve Savunma Bakanı Robert Gates bulunuyor. İran’ın tavizsiz tutumu ve agresif söylemi, Cheney’nin ekibinin elini hiç olmadığı kadar güçlendirmiş görünüyor. Bu arada İran’ın vurulması konusunda İsrail’e yeşil ışık yakıldığı, Irak hava sahasının açıldığı konusunda haberler de duyulmaya başlandı. İsrail, Akdeniz’de bir tatbikat yaptı. Hatta bazı gazeteci ve gözlemciler İran’a yapılacak saldırının muhtemel zamanlaması üzerinde fikir beyan etmeye başladılar. Mesela ABD’nin eski BM temsilcisi John Bolton, eğer Obama kazanırsa, İsrail’in İran’ı 4 Kasım’daki ABD seçimlerinden sonra 20 Ocak’taki devir teslimden önce vurabileceğini iddia etti. Tüm bunlar bir blöf olabilir tabii. Ama anladığım kadarıyla İranlı karar vericiler tehdidin artık blöfün ötesine geçtiğini düşünüyorlar.
Bir şey daha var. Biliyorsunuz ABD, Cenevre’deki İran-AB görüşmelerine Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns’ü gönderdi. ABD’nin İran’ı vurmakta kararlı olduğunu düşünen bazı gözlemciler, Burns gibi üst düzey bir bürokratın bu görüşmelere katılmasını ABD’nin dünya kamuoyuna “Ben bütün diplomatik yolları denedim ama maalesef İran yola gelmedi; şimdi mecburen askerî seçeneği devreye sokuyoruz” şeklinde bir mesajı olarak değerlendirdiler. Dolayısıyla İran’ın lehine gibi görünen bu diplomatik müzakereleri aslında ABD’nin İran harekatı için bir meşruiyet zemini hazırlaması şeklinde de okuyabiliriz.
Ben uzunca bir süredir İran basınını takip ediyorum. İran’ın güçlü ve derin siyasetçilerinden Rafsancani, zaten bu konuda hep geri adım atılmasından yanaydı. Ama daha şahin siyasetçilerin de, mesela Ali Ekber Velayeti gibi isimlerin bile bu noktada geri adım atılabileceği yönündeki tavırları dikkat çekiyor. İran dış politikası, zannedilenin aksine, son derece pragmatik ve akılcı bir dış politikadır. Bu açıdan iş ciddiye binince, ABD’nin ya da İsrail’in İran’ı vurması kesinleşince İran’ın geri adım atması bence şaşırtıcı değil. Hem bu İran’ın nükleer silah sahibi olmaktan vazgeçeceği anlamına da gelmiyor. Muhtemelen ortalık sakinleşene kadar bu çalışmaları askıya alacaklar, sonra uygun bir ortamda yeniden çalışmaları başlatacaklardır. Ama bana göre İsrail’in İran’ı vurması pek muhtemel görünmüyor. Zira askerî kapasite açısından İsrail bu iş için yeterli değil. ABD’nin İran’ı vurması da oldukça maliyetli bir seçenek. Ayrıca bence İran tehdidi de biraz abartılıyor. İran nükleer bir silaha sahip olsa bile bunu, mesela İsrail’e karşı kullanamayacaktır. Dolayısıyla ben fiilî bir askerî operasyonun çok gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. İran’ın ekonomik ve siyasi izolasyon politikalarıyla daha uzun vadede ve daha yumuşak bir şekilde dize getirileceğini zannediyorum.
Bana kalırsa bu konuda yanılıyorsun. Evet, nükleer silaha sahip bir İran, ABD çıkarları açısından katlanılabilir bir durumdur. Hatta ABD’nin İran ile ilişkisini düzelteceğini bile düşünebiliriz. Bana kalırsa, dinî ya da ideolojik inançları bir kenara bırakır da sadece ulusal menfaatler zemininde düşünürsek, İran ile ABD dostluğu her iki ülke için de son derece optimum bir seçenektir. Onun için bu ihtimali hiçbir zaman göz ardı etmeyelim. Belki de marazdan muhabbet doğar. Tabii bu durumda Ortadoğu’nun bütün dengeleri değişir. Ne var ki bu Türkiye’nin hiç de arzu etmeyeceği bir gelişme olabilir. Zira Ortadoğu tarihinin bize öğrettiği üzere, Mısır ve İran’ı yanına alan bir ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkarması işten bile değil. Neyse, dediğim gibi ABD açısından İran tehdidi katlanılabilir bir tehdittir. Ancak İsrail için İran’ın nükleer silaha sahip olması kabul edilemez, varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. Bu durum İran’ın İsrail’e bir nükleer başlıklı füze atacağı anlamına gelmiyor elbette. Bakın arkadaşlar, bugün İsrail toplumu çözülmenin eşiğinde. Onları bir arada tutan yegane faktör, püskürtülebilir boyuttaki bir dış tehdit. Dış tehdit de gittikçe kontrol edilemez bir seviyeye yükseliyor. Yahudi kimliği çoktandır edilgen bir unsura dönüşmüş durumda. Son yıllarda İsrail’e olan Yahudi göçü neredeyse durma noktasına geldi. İsrail için nüfus ciddi bir sorun. Haaretz’de okuduğum bir habere göre Sovyetler’den gelen göçmen dalgasının sona erdiği 2002 yılından bu yana İsrail’e göçen Yahudi nüfus oranında istikrarlı bir düşüş var. Nükleer silaha sahip bir İran’ın varlığı, Yahudilerin Ortadoğu’daki geleceklerine dair umutlarını söndürebilir ve Yahudi nüfusun İsrail’den kaçışını tetikleyebilir. Bu da uzun vadede İsrail’in sonu demektir. İşte bu nedenle İsrail, İran’ın ya da benzer bir devletin nükleer silah sahibi olmasını kaldıramaz. Yahudi lobisinin ABD’nin dış politika yapımındaki etkisini de hesap edersek ABD-İsrail ikilisinin İran’ın nükleer silaha sahip olmasına göz yummayacağı çok açık.
Yalnız bu noktada olası bir İran harekatının ABD açısından risklerini de göz ardı etmemek gerekir. Bir kere petrol fiyatları çok rahat bir şekilde 250 doları bulacaktır. Ayrıca İran, Irak’ı ABD askerlerine dar edebilecek bir potansiyele sahip görünüyor. Aynı şekilde Lübnan’da da Hizbullah vasıtasıyla İran, ABD’nin ve İsrail’in aleyhine bir süreci tetikleyebilir. Dolayısıyla İran tehdidinin bu riskleri dengeleyebilecek bir seviyeye yükselmesi gerekiyor. Bana kalırsa şu an için İran’ı vurmak, ABD açısından çok rasyonel görünmüyor. Ama şu da bir gerçek ki Bush ve ekibi fazla rasyonel düşünmüyor.
 Ben şahsen İsrail’in zorlaması ya da manipülasyonu yoluyla ABD’nin irrasyonel bir karar alarak İran’ı vuracağını düşünüyorum. Bir kere, demin de söylendiği gibi, İran bugün geri adım atsa bile bir nükleer güç olma sevdasından asla vazgeçmeyecektir. İsrail de uzun vadede Ortadoğu’daki özellikle teolojik içerikli heveslerinden taviz verecek gibi görünmüyor. Ayrıca İsrail bundan sonra hiçbir zaman ABD yönetimi üzerinde bugünkü kadar güçlü bir nüfuz kuramayabilir. Dolayısıyla iş çığırından çıkmadan, İran iyice güçlenmeden ve İsrail arkasındaki güçlü ABD desteğini yitirmeden İran ile kapışacaktır diye düşünüyorum. Hatta bu kapışma konvansiyonel silahlarla başlasa bile, İran’ın güçlü bir şekilde cevap vermesi ve İsrail’in başka çıkar yolu kalmadığını düşünmesi durumunda nükleer silah kullanmaktan da geri kalmayacağını zannediyorum. Ama ben size daha enteresan bir şey söyleyeyim. Şahsen Ergenekon operasyonunun İran operasyonu ile alakalı olduğundan şüpheleniyorum. Daha açık söylemek gerekirse, Ergenekon örgütünün çökertilmesiyle Türkiye’de ABD’nin İran operasyonuna karşı çıkması, ona bu süreçte ayak bağı olması muhtemel bir grup bertaraf edilmek istenmiş olabilir.
 Bir dakika! Ergenekoncuların ABD’nin muhtemel İran müdahalesine karşı olduklarını mı söylüyorsun?
Evet, öyle diyorum. Arkadaşlar, 28 Şubat sürecini hatırlayın. Bugün biz biliyoruz ki Irak Savaşı 2000’li yılların değil 1990’lı yılların bir planıydı. Neoconlar 1993 yılından itibaren harekatın detaylarını hazırlamışlardı. Ve bu harekat planı, Bush’tan önce Clinton’un önüne konulmuştu. Eğer 28 Şubat süreci yarım kalmasaydı, süreci başlatan ekip tasfiye olmayıp da amacına ulaşsaydı ve yönetimi ele geçirebilseydi, ABD’nin olası bir Irak operasyonunda Baas rejimini andıracak olan Türkiye yönetimi ABD’nin taleplerine karşı hiçbir engel çıkarmayacaktı. ABD de 1 Mart Tezkeresi’ne benzer bir sürpriz ile karşılaşmayacaktı. Ama Clinton yönetimi bu planı yürürlüğe koymadı. Türkiye’de de 28 Şubat darbesi yarım kaldı ve karşı bir müdahale ile 28 Şubatçılar tasfiye edildi.
Sana göre, 28 Şubat darbesinin akim kalmasının nedeni Clinton yönetiminin Irak harekatından vazgeçmesidir herhalde.
Kim bilir, belki de öyledir! Bakın arkadaşlar, bunun hükümeti aşan bir boyutu vardır. O zaman Erbakan hükümeti düşürüldü, ama ben bunu daha derin bir hesaplaşmanın yan etkisi olarak görüyorum. Bugünkü Ergenekon operasyonunda da hükümetin hesaplaşmanın bir tarafı olduğunu zannetmiyorum. AKP’nin kapatılması davası bence daha tali bir konudur.
Peki bugün tasfiye olunan ekip Rusyacı ve İrancı mı oluyor?
Atilla İlhan’ın sıklıkla vurguladığı bir husus vardı. Ona göre ordu içerisinde, Amerikan bloğunun üyesi kalındığı sürece Türkiye’nin hiçbir zaman nükleer bir güç olamayacağını, nükleer bir güç olamamış bir Türkiye’nin de dünya politikasında asla birinci ligde yer alamayacağını savunan bir ekip vardı. Bu ekip kanat değiştirmekten ve Rusya ile yakınlaşmaktan yanaydı. Dikkat ettiyseniz son yıllarda bu yaklaşım değişik vesilelerle üst düzey askerler tarafından bile dile getirilmekte. Yanılmıyorsam 2002 yılında MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Türkiye’nin Rusya Federasyonu’nu ve İran’ı da kapsayacak yeni arayışlara gitmesi gerektiğini söylemişti. Bilindiği üzere Türkiye’de bir süredir “Avrasyacılık” diye bir ideoloji geliştirilmeye çalışılıyor. En meşhur temsilcilerinden biri de Doğu Perinçek. Neyse, uzatmayayım. Oynanan oyun çok büyük olduğu için bütün ayrıntılarını bilebilecek ya da açıklayabilecek durumda değilim. Ancak tekrar etmem gerekirse ben bu Ergenekon operasyonunun, özelde ve kısa vadede İran operasyonunda genelde ve uzun vadede ise ABD’nin genel Ortadoğu düzenlemesinde pürüz teşkil etmesi muhtemel grupların tasfiyesi amacını güttüğünü iddia ediyorum.
Doğrusu ben 28 Şubat sürecini biraz daha farklı okuyorum. Bana göre Türkiye’de eğer bir derin devlet varsa bu renksiz, kokusuz, ideolojisiz bir varlık. Yani ne sağcı ne solcu; ne laik ne İslamcı, ne Amerikancı ne Rusyacı, ne Alevi ne Sünni. Ne zaman ki bahsi geçen bu fraksiyonlardan biri ya da birkaçı devletin yapısını ya da gidişatını bir yöne çekmeye çalışsa ve bunda kritik bir eşiği aşma eğilimi gösterse bu derin devlet devreye giriyor ve ana gövdeyi bu aşırıya giden unsurlardan temizliyor. Bir nevi cerahat atıyor. İşte 28 Şubat döneminde yaşanan böyle bir temizlik hareketiydi. Zannımca şu anda da yine böyle bir temizlik hareketine şahit oluyoruz. Hatta bir yönüyle 28 Şubat’ta başlatılan arınma sürecinin devamı olarak da okunabilir bugünkü süreç. Türkiye’deki kültürel anlamda muhafazakar, ekonomik ve siyasi anlamda liberal olan AKP iktidarından hazzetmeyen bazı gruplar kendilerine çizilen sınırı aşmış görünüyor. İşte böyle kritik bir noktada gerçek derin devlet ortaya çıkıyor ve bu unsurları ana gövdeden uzaklaştırıyor. Tıpkı balinanın sırtındaki asalak balıklardan arınması gibi bir şey. Hatta bana sorarsanız bundan sonraki aşamada Ergenekon’a karşı sesi fazla çıkan, yani karşı cenahtaki “aşırılıklar” da ana gövdeden uzaklaştırılacaktır.
Yahu bizim bu devlet kaç katlıymış böyle? İn in bitmiyor. Biz Ergenekon’u derin devlet zannediyorduk, sen tuttun daha derinde başka bir devletin Ergenekon’u tasfiye ettiğinden bahsediyorsun. Kafayı yememek elde değil.
Gerçek derin devletin ya da en derindeki derin devletin zaman zaman cerahat attığı ya da aşırılıkları tasfiye ettiği yönündeki iddialara ben de katılıyorum. Ancak derin devlet denilen yapının o kadar da renksiz ve kokusuz olduğunu düşünmüyorum ben. Evet derin devletin mutlak bir ideolojisi olmayabilir. Ancak ben o yapının uzunca bir süredir İsrail-ABD eksenli olduğunu, ne kadar renk değiştirirse değiştirsin bu temel oryantasyonunu hep muhafaza ettiğini zannediyorum. Bu konuda söylemek istediğim ikinci bir husus da şu. Derin devlet sadece esas istikametini değiştirmeye yönelik aşırılıkları tasfiye etmiyor. Aynı zamanda, hiç istemese de, kendi hesabına çalışan ama bir şekilde deşifre olmuş isimleri de tasfiye ediyor. Bu açıdan bakıldığında son Ergenekon operasyonunu daha dikkatli okumak gerek. Bir kere burada birkaç kanattan müteşekkil bir koalisyon olduğunu görmemiz lazım. Bir Veli Küçük var. Bu arkadaş, benim anladığım kadarıyla, normalde tasfiye edilmek istenmeyen, ama deşifre olduğu için güverteden atılmak zorunda kalınan biri. Dolayısıyla Veli Küçük en derindeki devlete en yakın kişi gibi geliyor bana. Soğuk Savaş döneminin karanlık işlerine kadar giden bir geçmişi var. Öte taraftan bir de nispeten daha ideolojik kaygılarla hareket eden ve konjonktürel olarak Veli Küçük ile yolları birleşmiş, daha acemi ve daha sathi bir grup ya da gruplar var. Mesela bunlar AKP’nin dünya görüşünü ve kadrolarını içlerine sindiremiyorlar. Zihinleri daha tekdüze ve daha siyah-beyaz karşıtlığında çalışıyor. Pozitivist ve bilimci bir yaklaşımı benimsiyorlar. Hepsinden önemlisi de sosyolojiden hiç anlamıyorlar. Türkiye’nin gittikçe daha da İslamlaştığı ve bu İslamcılığın küresel aktörler eliyle beslendiğinden endişeliler. Amerika ya da AB karşıtlıkları da buradan geliyor. Bunların gerçek anlamda Rusyacı olduğunu zannetmiyorum ben. Kemal Alemdaroğlu gibi isimler bu grupta. Son olarak da eskiden beri Rusyacılık yapan, din ile ya da AKP’nin dünya görüşü ile hep sorunlu olagelmiş, derin devletin aktörleriyle farklı seviyelerde içli dışlı olmuş görünüşte solcu bir Doğu Perinçek ekibi var. Belki benim göremediğim başka gruplar da vardır. Tüm bu grupların ulusalcılık üst kimliğinde yolları kesişmiş görünüyor. Dolayısıyla Ergenekoncuların bir bütün olarak ABD ve İsrail karşıtı bir grup olduğunu düşünmek hata olur. Aksi halde Uğur Mumcu suikastını açıklayamazsınız.
Belki İngiltere Kraliçesi’nin Türkiye ziyaretini de bu çerçevede okumamız lazım. Kritik bir dönemde son derece sembolik bir ziyaretti bu.
Biraz geç kaldım, kusuruma bakmayın. Ama konuşmaların mühim bir kısmını dinleyebildim. Bana kalırsa yorumlarımızda bir hususa dikkat etmek gerekiyor. Komplo teorilerinde genellikle yapılan en büyük hata bazı tabii dinamiklere faillik vermemektir. Oysaki her şey istihbarat teşkilatların kontrolünde olmayabilir, olamaz da. Bu tür teşkilatlar var olan toplumsal dinamikleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyebilirler, bunda başarılı da olabilirler. Ancak toplumsal zemini olmayan hareketlilikler oluşturamazlar. Teşebbüs etseler de bunda bir başarı elde edemezler. Biliyorsunuz Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra küreselleşme ve uluslarüstü münasebetler büyük bir ivme kazandı. Tüm ülkelerde, tabii ki Türkiye’de de, bu süreç siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ezber bozan değişiklikler ortaya çıkardı. Böyle geniş çaplı değişim ve dönüşümlerin toplumsal tepkiler doğurmaması mümkün değildi. İşte Ergenekon bünyesinde yer alan ulusalcı yapılanmanın bu değişikliklerin doğurduğu bir tepki olduğu çok açık. Doğrusu, bu aslında Tanzimat’tan beri Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı kronik bir problem. O zamanki küresel meydan okuma, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali bağlamında ortaya çıkmıştı. Bu küresel meydan okumaya Türkiye’den iki farklı tepki geldi. Bir kesim bu dönüşümlerin yıkıcı tesirlerini içe kapanarak aşacağımıza inanırken, diğer bir kesim içe kapanmanın sadece gücümüzü daha da kıracağını, azgın bir nehrin önünde durmanın yıkımı daha da hızlandıracağını, yapılması gerekenin çağın gelişmelerine ayak uydurarak ayakta kalmak olduğunu düşünüyordu. Bu çerçevede mesela Sadık Rıfat Paşa’nın görüşlerine başvurulabilir. Her iki tepkinin de özünde samimi ve varlığımızı muhafaza etmeye yönelik olduğu hususlarının altını çizmeliyiz. Burada önemli olan rasyonel hareket edebilmek, tarihi çok iyi okuyabilmek, uluslararası dinamikleri hassasiyetle takip etmek ve sosyolojik gelişmelere sırt dönmemektir. Bunlara dikkat edilmediği sürece ne içe kapanma ne de küresel değişimlere açık olma, bizi yok olmaktan kurtaramaz.

Paylaş Tavsiye Et