Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > Avrupa Birliği, Türkiye, Dünya
Topluyorum
Avrupa Birliği, Türkiye, Dünya

 

Ağustos sayımızda Avrupa Birliği’ni tartışıyoruz. Yine konumuzu bir yıldönümüne denk getirdik. 31 Temmuz 1959, Türkiye’nin, o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu AET’ye ortak üyelik için resmen başvuru yaptığı tarih. Avrupa maceramız böylece başlamış yani.
Bence hata ediyorsun.
Niye ki? 31 Temmuz da Ağustos sayımızın kapsamında sayılmaz mı?
Hayır. Hata orada değil. Avrupa maceramız çok daha önce, Orhan Gazi’nin şehzadesi Süleyman Paşa’nın 1353’de Çimpe Kalesi’ne asker çıkarması, ertesi yıl da Gelibolu’yu almasıyla başladı.
Yani aslında 650 yıldır “Avrupa Birliği”ndeyiz öyle mi?
Evet. Aslında pek bilinmez ama Osmanlı Devleti hep bir Avrupa Devleti olarak kabul edilmiş, Osmanlılar dört asır boyunca Avrupa’nın bir parçası olmuşlar.
Coğrafi olarak haklı olabilirsin ama acaba medeniyet perspektifinden de öyle mi? Avrupa sadece bir coğrafyanın adı değil ki, ortak bir medeniyet söz konusu. Osmanlılar ise bu manada o medeniyetin parçası değil “öteki”si.
Aslında ikiniz de haklısınız. Biz olmasaydık ortak bir Avrupa bilincinin oluşması bir hayli zor olurdu herhalde. Türkler sadece “öteki” olmakla kalmadı. Avrupa, medeniyetinin değerler sistemindeki olumlu unsurların önemli bir kısmını da Türklere borçlu.
İsterseniz konunun bizimle ilgili kısmını yine sona bırakalım ve önce Avrupa Birliği’ni, AB’yi konuşalım.
Ne olacak bu AB’nin hali?
AB bir korkunun üzerine kuruldu, bir başka korkuyla gelişiyor. Merkezî kıta Avrupa’sı, bir savaş daha olursa tarih sahnesinden silinebileceklerinden korkuyordu. Ayrıca, Almanya ve İtalya başka türlü ‘merkez’e kabul edilmeyeceklerinden, Avrupa’nın aslî unsurları olamayacaklarından, Fransa ve Benelüx, yani Belçika-Hollanda-Lüksemburg da Almanya ile sürekli sürtüşmenin –başta İngiltere ve ABD olmak üzere– sadece kıta dışı güçlere yarayacağından korkuyorlardı. Böylece bir daha savaş olmamasını sağlamak için en stratejik alanlarda birbirlerine bağlandılar.
Bunun için mi önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurdular?
Evet. Kömür ve çelik savaş sanayiinin en stratejik maddeleriydi. Arkasından da yeni çağın korkunç silahı nükleer güç konusunda ittifak ettiler. İngiltere de, bir taraftan kıta Avrupası’nın tarihte ilk defa kendisine karşı tek vücut olarak birleşmesinden, diğer taraftan da ABD ile tek başına başa çıkamayacağından korktuğu için birliğe dahil oldu.
AB’nin hâlâ korkuyla geliştiğini söyledin. Ne korkusu bu?
Küresel bir güç olamama korkusu. ABD karşısında tek tek hiçbir şey ifade edemeyeceklerini, üstelik ekonomik olarak bile Japonya’nın bir hayli gerisinde kaldıklarını görmenin korkusu.
Tarihten de bir katkı sağlayalım. Tarihte savaşın en fazla olduğu bölge Avrupa’ydı. Zaten iki Dünya Savaşı da Avrupa’da çıktı. Birbiriyle bu kadar boğazlaşan Avrupalılar, ancak ‘öteki’ söz konusu olduğunda, ‘öteki’ korkusuyla bir araya gelebildiler hep. Haçlı Seferleri bunun bir örneği.
Son olarak şunu söyleyeyim; korku ancak çocukluk çağının güdüsü olabilir. Şayet AB rüşdünü ispat etmek istiyorsa korkularıyla yüzleşip onları aşmak zorundadır.
Bu o kadar da kolay olmasa gerek. Küresel güç olabilmek her şeyden evvel üç hususu gerektiriyor. Birincisi, içinizdeki, bölgenizdeki ve dünyadaki sorunları çözebilmek; ikincisi dışınızdaki kimlikleri kendi kimliğinizin içinde eriterek içselleştirebilmek, üçüncüsü de stratejik açılımlarınızı küresel dengeleri etkileyecek ölçüde genişletmek. İlk iki konuda AB’nin çok iyi bir performans sergilediğini söylemek zor.
Aslında AB kendi içindeki sorunları çözmede pek de başarısız sayılmaz. AB üyesi olmasaydı İspanya’nın Bask ve Katalon meselesi, İngiltere’nin İrlanda meselesi ve bu sayımızda yer alan Fransa’nın Korsika meselesi çok büyük çözümsüzlüklere dönüşebilirdi. Ya da tersinden söylersek, AB içinde yer almış olsaydı Yugoslavya için, bölünmeden de bir çözüm bulunabilirdi. AB üyeliği ihtimali ufukta görünmeseydi Çek Cumhuriyeti ile Slovakya bu kadar barışçı bir biçimde ayrılamazlardı.
Ama bu ülkeler üniter yapılarından uzaklaşıyor ve bahsettiğin bölgelerin özerkliği artıyor. Merkezi devlet zaafa uğramıyor mu?
Özerklik artıyor ama bölünme olmuyor. Hatta geçmişte birbirinden ayrılmış olanlar AB çatısı altında yeniden birleşiyor. Üstelik de alt kimliklere ve birimlere, kontrollü bir genişlemeyle alan açılmış oluyor. Bu arada sorunun uluslararası bir düzleme çekilmesinin de önüne geçilmiş oluyor. Kendi içlerinde problemler en uygun biçimde çözümleniyor. Böylece dışarıdan başka oyuncuların soruna müdahil olmalarının önü kesiliyor.
Zaten onların aydınları arasında üniterizm fetişizmi de insan haklarından nefret de bizdeki kadar gelişmiş değil biliyorsun.
AB kendi içindeki sorunları çözmede etkili olmuş olabilir ama küresel bir güç olma yönündeki iki sınavda da başarısız olduğu aşikar. Bosna’da da, Irak’ta da hem harekete geçmede gecikti hem de kendi içinde bölünme yaşadı. Küresel güç olmak stratejik esnekliği, hızlı karar alıp, kararı etkin bir biçimde eyleme dönüştürmeyi gerektirir. AB’nin bünyesinden kaynaklanan özellikleri, ağır bir bürokrasi ve oybirliğine dayanan karar mekanizmaları bu kabiliyeti imkansız kılıyor.
Aslında durum o kadar da ümitsiz değil. Son genişleme süreci bu konuda AB’ye yeni ufuklar açabilir. Zaten bu yönde tartışmalar da yavaş yavaş başladı. Karar mekanizmalarının mevcut işleyişinin AB’nin birçok konuda önünü tıkadığının, üstelik yeni katılımlarla durumun iyice içinden çıkılmaz bir hal alma riski taşıdığının farkındalar. Böylece AB, daha federalist bir yapıya doğru evrilebilir. Tabii burada bazı ülkelerin daha etkin hale gelmesi, bazılarının da kendini dışlanmış hissetmesi riski var.
Biraz önce küresel güç olmanın gereklerinden bahsederken zikredilen bir diğer unsur diğer kimlikleri içselleştirebilmekti. Bununla tam olarak ne kastediliyor?
Bakın, tarihte de günümüzde de küresel ölçekte güç olmayı başaranlar, kendi dışlarındaki unsurları içlerinde eritmeyi, böylelikle de o kimlikleri içselleştirmeyi başaranlar olmuştur. Tarihte Osmanlı Devleti’ne günümüzde de ABD’ye bakarsanız ne kastettiğimi anlayabilirsiniz.
O zaman AB’nin burada da hiç şansı yok.
Neden?
Daha önce de söyledim ya, Avrupalılık kavram olarak varlığını ‘öteki’nin varlığına borçlu. Barbarlar, Müslümanlar, Komünistler, hep öteki oldular. Avrupa kültüründe ‘ben-merkezcilik’ çok belirleyicidir. Mesela ABD’nin uluslararası politikalarında daha çok pragmatizm belirleyiciyken AB daha ideolojik güdülerle hareket eder.
Bu durum 11 Eylül’den sonra ciddi biçimde değişmedi mi?
Evet, ama zaten ABD de küresel güç olma noktasında aynı ölçekte zaafa uğradı.
İyi ama demin örnek verilen Osmanlı Devleti de belli bir dünya görüşünün yapılandırdığı bir devlet değil miydi?
Osmanlı Devleti’ni şekillendiren medeniyetin değerler sistemi yeteri derecede kuşatıcıydı. Osmanlı hükümdarlarının kullandıkları unvanlara bakın. Köklerini dayandırdıkları Oğuz-Cengiz geleneğinin ‘han’ unvanını, Turanî geleneğin ‘hakan’ unvanını, İran geleneğinin ‘padişah’ unvanını, Arap-İslam geleneğinin ‘sultan’ ve ‘halife’ unvanını ve hatta bu bakımdan iyi bir örnek teşkil eden Fatih Sultan Mehmet’de gördüğümüz gibi ‘Kayser-i Rum’ unvanını birlikte kullanmışlardır. Kendilerinden önceki bütün gelenekleri temsil ettikleri ve geçmişe dönük olarak ‘kadîm’ olmayı başardıkları için, bu güvenle “devlet-i ebed müddet” tezini ortaya atabilmişlerdir. Ancak sizden önceki her şeyi içselleştirebilmeniz, hiç sona ermeme iddianıza haklılık kazandırabilir. AB bu kuşatıcı ve içselleştirici değerlere sahip değil. Avrupa geleneği ‘gettolaştırıcı’ve soykırımcı değerler sistemiyle, kendinden başkasını reddeden, yok sayan bir zaman-mekan algısıyla malul.
Ama son dönemde bunun tersi örnekler de sergilenmiyor mu? Durumun Avrupalılar da farkında. Onlar da bu sorunu aşamazlarsa evrenselleşemeyeceklerini, dolayısıyla da kıtalarına hapsolacaklarını biliyorlar. Geçmişte kıta Avrupasını, Avrupa’nın merkezini temsil eden devletler, Roma-Germen İmparatorluğu, Napolyon ve Hitler, hepsi de Avrupa’yı birleştirmeyi başardıkları halde dünyaya açılamadıkları için tasfiye oldular. Bu açılımı şimdi sağlamak Avrupa’nın tek fırsatı.
Küresel güç olma kriterlerini sayarken stratejik genişlemenin küresel dengeleri etkileyebilecek ölçüde genişlemesinden bahsedildi. İsterseniz bunu da biraz açalım.
Bence küresel güç olabilmek Avrasya açılımını yapabilmeye bağlıdır. Tarihte küresel güç olmayı başaranlar hem Avrupa’da hem Asya’da etkinlik kurabilenlerdir. Roma, Osmanlı, İngiltere ve ABD ile Çin ve Almanya arasındaki temel fark budur. Hollanda Hint Okyanusu ve Endonezya’daki, Fransa da Güneydoğu Asya’daki açılımları ölçeğinde küresel güç olmaya yaklaşabilmiştir. Buna karşılık, Afrika hakimiyeti küresel güç olma kilidini açmamıştır. İngiltere’yi incelediğimizde, bölgesel güç olmaktan küresel güç olmaya geçişinin, Hindistan’ı denetim altına almasıyla gerçekleşmiş olduğunu görürüz.
Bu bence de doğru. Nitekim MEDA programıyla Akdeniz havzası ve Kuzey Afrika’ya, PHARE programıyla Doğu ve Orta Avrupa’ya yönelen AB, bunun yeterli olmadığını gördüğünden Orta Doğu ve Kafkaslara ulaşmaya çalışıyor.
MEDA ile PHARE nedir ki?
Haziran 1995 yılında Cannes’da toplanan Avrupa Konseyi, 1995-1999 yılları arasında Akdeniz ülkeleri için 4 milyar 685 milyon ECU’den oluşan bir mali yardım paketi onayladı. İşte bu MEDA programıydı. Avrupa Yatırım Bankası’ndan sağlanacak kredilerin de desteğiyle bu yıllar arasında her sene Akdeniz ülkelerine yaklaşık 2 milyar ECU’luk fon sağlandı. PHARE ise daha eski bir mali destek programı. Sovyetler sisteminin ve sosyalist bloğun çözülmesiyle, “geçiş ekonomileri” adı verilen eski Doğu Bloku ülkelerine, ABD’nin IMF ve Dünya Bankası kanalıyla yaptığı açılıma AB’nin verdiği cevaptı.
En son Irak krizinde bu cevabın yeteri kadar kuvvetli olmadığı anlaşılmadı mı? Rumsfeld’in “Yeni Avrupa”sı, merkezi pek takmadı. AB’nin bundan önce Bosna’da ve Irak’ta yaşadığı sarsıntıyı bir daha yaşamamak yönünde önlemler alması gerekmez mi?
AB’nin buradaki sınavı ve Asya’ya açılıp-açılamayacağının göstergesi, yine daha önce bahsettiğim bölgesel ve küresel sorunlara çözüm üretebilme potansiyeli olacak. Bunun için ise önünde üç kilit var. Bunlar aslında AB’nin yanı başındaki ve küreselleşme yolundaki üç sorunlu bölge: Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu.
Yani AB Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu kilitlerini açabilirse küresel bir güç olabilecek öyle mi?
Evet aynen öyle.
Öyleyse yandılar, zira tam ortada biz varız.
Evet, böylece konu Türkiye’ye gelmiş oldu. Demek ki, AB’nin kendi kıtasına hapsolmamasının ve dünyaya açılışının anahtarı Türkiye. İsterseniz Türkiye-AB ilişkileri üzerinde duralım.
Ben, çok çetrefilli olan bu konunun iki boyutta ortaya koyulabileceğini düşünüyorum. Birincisi, AB’ye bakışımızdaki genel ruh haliyle, ikincisi Türkiye’de AB’ye taraftar ve karşı olan kesimlerlerin geçirdiği değişimlerle ilgili. İlk boyutu en iyi açıklayan bir gazetenin iki manşeti. Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girişi döneminde aynı gazetenin ön sayfasında “Tarihi karar: Yüzyıllık rüya gerçekleşiyor”, arka sayfasında ise Türkiye’nin Avrupa kupalarında bir futbol müsabakasındaki başarısı üzerine “Avrupa, Avrupa, duy sesimizi; işte bu Türklerin ayak sesleri” manşetleri çıkmıştı.
Buna benzer benim de hatırladığım çok ilginç bir olay var. 1990 Dünya Kupası’nda Hollanda-Mısır maçı oynanıyordu ve Hollanda 1-0 öndeydi. Sonra 86’ncı dakikada Mısır’lı Abdulğaniy penaltıdan bir gol attı. Ben o sırada dışarıda yürüyordum. Bütün evlerden birden “Gol!” haykırışı yükseldi.
Bunun konumuzla ne ilgisi var?
Aslında dolaylı olarak var. Bu, Türk toplumunun medeniyet aidiyetinin güzel bir örneği. Hem de ideolojik yönlendirmenin olmadığı çok doğal ve kendiliğinden bir tepki. Aynı zamanda da doğal liderlik hissiyatının göstergesi.
Müsaade ederseniz ikinci boyutu da açıklayayım. Bence Türkiye’nin AB macerası, merkez güçlerini temsil eden ve Türkiye’de bir toplum mühendisliği projesi gerçekleştirmek isteyen kesimlerin bir türlü güvenmedikleri, bütünleşmek istemedikleri halktan korunmak ve böylelikle projelerini güvence altına almak için başlattıkları bir süreçti. Yani merkez çevreden kaçıp Avrupa’ya sığınmıştı. Şimdi ise tam tersi bir durumu gözlemliyoruz. Merkez güçlerinin ceberutluğundan bıkan çevre, özellikle 28 Şubat sürecinin tecrübesinin ışığında merkezden korunmak için AB’ye sığınma arayışında.
Yani başlangıçta yönetici elit halktan kaçıp AB’ye sığınmıştı, şimdi de halk yönetici elitten kaçıp AB’ye sığınıyor, öyle mi?
Ben gelişmeleri daha farklı yorumluyorum. Başlangıçta; Türkiye’ye yönelik idealleri, hayalleri, hatta ütopyaları olan kesimlerle Türkiye’de bir şeyler yapan, başka türlü bulamayacakları imkanları bulan kesimler AB’ye karşıydı. Mesela; sosyalistler Türkiye’de proletarya diktatörlüğüne dayanan bir rejim kurma, İslamcılar İslam Devleti kurma hayaline sahipti. Büyük sermaye, korumacılık şemsiyesi altında küresel rekabet şartlarında elde edemeyecekleri kazançlara, bürokrasi de dünya normlarında sürdürülmesi mümkün olmayan ideolojik bir oligarşinin iktidar imkanlarına sahipti. Bu kesimlerin içinden hangisi iddiasını, ideallerini kaybettiyse, Türkiye’de bir şeyler yapmasının veya Türkiye ile bir şeyler yapmasının, eski düzeni sürdürmesinin imkanı kalmadığına ikna olduysa, AB’ye muhalefetten vazgeçerek AB taraftarları safına iltihak etti.
Çok basite indirgemiş olmadın mı? İnsanlar AB ile birlikte, ama yine Türkiye’yi merkeze alan idealler taşıyamaz mı?
İstersen şöyle söyleyeyim. Geçmişinde AB’ye kökten bir biçimde karşı olmuş ama şimdilerle hararetle AB taraftarlığı yapan bir dostum bana şu açıklamayı yaptı: “Durumumuz, Bizans Patrikhanesi’nden çok farklı değil. Fatih İstanbul’a doğru harekete geçtiğinde Bizans’ın tek kurtuluş ümidi Katolikliği kabul ederek Papalığın desteğini sağlamaktı. Ama Patrikhane; ‘Ayasofya’da Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmek evladır’ dedi ve tercihini o yönde kullandı. Zira Papalık baskıcı ve zalim, Türkler ise farklı din, kültür ve medeniyetten olsalar da adil ve insan haklarına saygılıydı.” Kaderin acı bir cilvesi, bu sefer Türklerin yerinde AB var, biz de teslim olan Bizans’ın konumundayız. Bu ruh haliyle iddia filan kalmaz insanda.
Peki Türkiye AB ile ilişkilerini hangi düzleme oturtmalı? AB’yi hepten yok mu saymalıyız? Demin verilen örnekte aynı tarihli gazetenin iki manşetinde somutlaşan gel-gitleri mi yaşayacağız hep?
Buradaki durumu şöyle özetlemek mümkün. Türkiye’nin AB ile ilişkilerini kesmesi veya geriletmesi diye bir ihtimal söz konusu olmadığına göre…
Niye bunu savunan birçok yazar yok mu? Ulusal bağımsızlığa vurgu yapan, hatta Asya alternatiflerini savunan çevreler var.
Bakın, Türkiye’nin dış ticaretinin yaklaşık yarısı AB ile. Turizm gelirlerinin önemli kısmı yine AB üyesi ülkelerden gelen ziyaretçilerden sağlanıyor. Yabancı yatırımlarda Almanya, Fransa ve Hollanda ilk sıralarda. AB üyesi ülkelerde 6 milyonu aşkın Türk yaşıyor. Ve bunlar artık 1960’lı yıllarda köyünden çıkıp basit ve ağır işlerde çalışmak için gitmiş olan ilk öncülerden bir hayli farklı insanlar. Üçüncü nesil, ne birinci neslin donanımsızlığı ve tutukluğu ile, ne de ikinci neslin yabancılaşma ve kimliksizleşme sorunlarıyla malül. Birçoğu girişimci olmayı başarmış, toplumda saygın bir yere gelmiş. Hatta hem yerel hem de merkezi siyasette etkin olan Türkler var. Türkiye AB’den nasıl kopabilir?
Ayrıca bu ne tarihsel ne de stratejik olarak doğru bir tercih olur. Müsaadenizle devam edeyim. Evet Türkiye için AB’yi silmek diye bir seçenek yok. “Ne pahasına olursa olsun, ne olursa olsun AB’ye tam üye olalım” diyenler de sadece küçük ve etkisiz bir azınlık. Tartışma şu iki noktada düğümleniyor. “Girelim ama…”cılarla “girmeyelim ama..”cılar var ve her iki grubun tezlerinde de haklılık payı var.
AB’ye tam üyelik sadece stratejik, ekonomik ve siyasal bir tercih değil ki. Bence bu düzlemde tartışmak yeterli olmaz. AB bir medeniyet projesi. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği tarihî haklarından ve kendi özgün medeniyet projesinden vazgeçmesinin, iddialarını kaybetmesinin bir göstergesi olur.
Ben bu görüşe katılmıyorum. Neden bu iki olguyu noktasal olarak değerlendirip birbirine karşıt şekilde konumlandırıyorsun? Özgün medeniyet projesini AB düzleminde geliştirmek pekalâ mümkün olabilir. Üstelik AB’nin normları ve imkanları içinde daha açık, daha şeffaf, daha müreffeh bir ortamda, dolayısıyla da daha kuşatıcı ve kapsamlı bir medeniyet projesi geliştirmek mümkün.
Nasrettin Hoca’nın fıkrası gibi olacak ama sen de haklısın, sen de… Aslında sorun tartışmanın yanlış bir düzlemde sürdürülmesinden kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Mesele, bizim Türkiye’ye ilişkin güvenimizin yeterli düzeyde olup olmaması. Yani biz kendimize güveniyor muyuz? AB kararını veren yöneticilerin bunu, Türkiye’yi bütün iddialarından soyutlamak için ve Türkler karşısında yenilgiyi peşinen kabullenmiş Bizans Patrikhanesinin teslimiyet psikolojisi ile yaptıklarını sanmıyorum. Ama bu varsayımımım doğru olsa bile yeterli değil. Toplumun da bu bilinci koruması gerekir. Hani bir fıkra vardır. Akıl hastanesinde kendini buğday tanesi zannettiği için uzun süre tedavi gören bir hastanın artık taburcu olabileceğine karar verilmiş. Ama başhekim son bir test yapmak için hastabakıcıya; “Hastamız ayrılırken bahçeye bir tavuk bırak” talimatını vermiş. Tavuğu gören hasta gerisin geri hastaneye kaçmış. Başhekim “Hani artık iyileşmiştiniz, buğday tanesi olmadığınızı biliyordunuz?” deyince hasta; “Evet doktor bey; ben biliyorum ama ya tavuk bilmiyorsa!..” diye cevap vermiş.
Bu sorunun cevabı “Biz kendimizle ilgili kararı verdik mi?” sorusunda gizli. Ben senin tersine, topluma yönetimden daha fazla güven duyuyorum. Bakın bizim hareketimiz tarih içinde hep doğudan batıya olmuştur ve her gittiğimiz yerde oranın yerli medeniyetini içselleştirerek dönüştürmüşüzdür. Doğudaki medeniyet derinliği ile batıya uzanmak Türkiye’nin stratejik kaderidir. Şimdi de durum farklı değil. Batıdaki hedefi vuran bir ok olabilmek için doğu yayında iyice gerilmek şarttır. Türkiye AB’nin genişleme sürecindeki üyelerinin hiçbiriyle kıyaslanamaz. Tarihsel olarak da, ölçek olarak da Türkiye ancak Almanya-Fransa-İtalya gibi aslî unsurlarla kıyaslanabilir. İlişkimiz de bu düzlemde eşitlik temelli bir ilişki olabilirse anlam taşır. Bunun yolu ise Türkiye’nin Kafkasya ve Asya derinliğini, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz derinliğini kaybetmemesidir. İddialarından, medeniyet tezlerinden yalıtılmış bir Türkiye’nin, AB için ancak marjinal bir değeri olabilir. Halbuki medeniyet derinliğine, tarihî derinliğe ve stratejik derinliğe sahip olan Türkiye geleceğin Avrupa evinin inşa sürecinin temel aktörlerinden olur. AB’nin böyle bir Türkiye’yi yok sayma lüksü yoktur.
“Türkiye AB’ye girebilecek mi? Türkiye’yi alacaklar mı?” sorusu bu çerçevede daha az anlamlı hale geliyor gerçekten. Bu soru Türkiye’nin kapasitesi açısından değil de, asıl Avrupa’nın kapasitesi açısından sorulması gereken bir soru. Türkiye’nin kendi kimliğini geliştirebilme ve ortaya koyabilme kapasitesi ile Avrupa’nın içselleştirme kapasitesi arasında bir maç yaşanıyor şu anda. Küresel güç olmanın gerekleri konusundaki tartışmalarımızı hatırlarsanız asıl sorulması gereken Avrupa’nın içselleştirme kapasitesi. Artık onlara kalmış. AB Türkiye’yi alırsa, ama eşit bir unsur olarak alırsa, bir başka kültürü, bir başka kimliği, bir başka kıtayı içselleştirebileceğini göstermiş olacak. Bu bizim olduğundan çok onların özgüveninin sınanacağı bir alan. Bu, ister kabul edin, ister etmeyin, Avrupa’nın sınavı. Ama kabul etmemeleri durumunda Avrupa’nın artık küresel güç olma şansı yoktur.
Demin belirttiğim derinliğe ulaşan Türkiye’nin AB’ye olan ihtiyacından çok daha fazla AB’nin böyle bir Türkiye’ye ihtiyacı olur.
Ama sadece Türkiye’de merkez güçleri ile çevrenin, yani yönetici elit ile halkın arasındaki gerilimden yılıp, sırf bir parça daha rahat etmek adına daha önemli bir gerilimi, Türkiye’deki çevre unsuru, yani Türkler ile dünya sisteminin merkez güçleri arasındaki temel gerilimi feda etmek doğru olur mu?
Hayır, kastettiğim kesinlikle bu değil. Böyle bir yılgınlık psikolojisinde tabii ki hiçbir şey yapamazsınız. Ama unutmayalım ki bu ruh hali içinde kalırsak, kimseyle birleşmeden de kendi içimizde büzüşüp, eriyip yok olmamız mukadder. Tarihte Türklere bu başarıyı sağlayan kendi özgüvenleridir. Osmanlı Beyliği’ni düşünün. Kuruluş döneminde Anadolu’daki iç gerilimle enerjisini harcamadı. Kendi özgün değerler sistemine ve medeniyet derinliğine güvendi. Karşısında Roma vardı. Onunla yüzleşmekten, ona meydan okumaktan ve onun meydan okuyuşuna göğüs germekten çekinmedi. Burada önemli olan biraz önce verdiğim ‘hedefe atılmadan önce geriye çekilen ok’ benzetmesindeki derinliğin ikinci boyutudur. Hz. Ömer döneminde İran ve Mısır ile hesaplaşmaya giren ve onları kendi içinde eriterek dönüştüren İslam medeniyeti, bunun elli yıl öncesinde kendi toplumu içinde derin bir ayrışma yaşamıştı. O dönemde aynı aile bireyleri arasında bile ayrışmaya yol açan ve kimlik oluşturma noktasında alabildiğine derinleşen bu medeniyet, yarım yüzyıl içinde tarihin en kadîm iki medeniyeti ile bütünleşebildi. İçselleştirebilme gücü önce dışarıdan bakabilmeyi ve farklılaşmayı gerektirir. İşte Avrupa karşısında sahip olduğumuz en önemli üstünlük aslında bazılarına zaaf gibi gelen bu husustur.
Doğru. Çözüm Türkiye’de merkez ile çevreyi buluşturmak, ortak bir kültür ve değerler paydası altında toplamak ve bu sinerjiyle dünyaya açılmak. Aslında bu yönde gelişmeler olduğunu da gözlemliyoruz. Ayrıca dinamik ve genç nüfusumuzu, bin bir badire atlatmasına karşın hâlâ küresel rekabet gücünü korumayı başarmış girişimcilik birikimimizi de unutmayalım.
Demek ki mesele AB’nin niteliği, Türkiye’nin AB ile ileri düzeyde bir ilişkiye hazır olup-olmaması, AB ile bütünleşme halinde Türkiye’nin neleri kaybedeceği değil. Her ilişkide tehditler de fırsatlar da var. Aslolan tehditleri bertaraf edip fırsatlardan yararlanabilmek. Bunu başaranlar iş dünyasında ve siyasette olduğu gibi medeniyetler sahasında da gelişiyor, büyüyor. Tehditleri görmezsek yok olmanın kıyısında, idraksiz ve iradesiz sürüklenir, hangi vesileyle yokluk uçurumlarına düşeceğimizin korkusuyla varlığımızı anlamsızlaştırırız. İnanın o zaman “yok edilmeye bile değmez” bir nesne haline gelme tehlikesi var. Önemli olan biziz; yani kendimize güvenimizin olması. Ne olduğumuzu, Orta Asya steplerinden başlayan bu yolculuğun, varolma davasının esasını, “ebed müddet” idealini hiç aklımızdan çıkarmamak. Böyle olursa biz de üç yüz çadırlık bir aşiret iken bin beş yüz yıllık Roma medeniyeti ile yüzleşmekten fütur etmeyen ve sonunda onun varisi olmayı becerebilen Osmanlı tecrübesinden yararlanmış oluruz.
Sonuç olarak; mesele, “gaza” ruhunu, “gazi derviş” idealini yaşatabilmek ve bunu sadece kendimiz için değil, çevremizdekiler ve bütün insanlık için de diri tutabilmek. Dünyaya açılışın anahtarını “bizim Avrupa”ya da sunabilmek.

Paylaş Tavsiye Et