“DEALING with Turkey is 80 percent presentation” diyor Oxford’un Türkiye uzmanlarından Philip Robins Nisan ayında Daily Star’da yayımlanan makalesinde. Serbest bir çeviri ile şöyle söylüyor Robins: “Türkiye’yi kafalamak istiyorsanız onlara ne sunduğunuza değil, onu nasıl sunduğunuza dikkat edin. Çünkü Türkler için asıl önemli olan (%80) ambalajdır. İçindekini yeterince dikkate alacak kadar kafaları basmaz onların.” İtiraf edelim ki, çok acı ama maalesef bir o kadar da doğru bir tespit.
Sokaktaki sıradan insandan devlet ricalinin en üst kesimine kadar hücrelerimize işlemiş bu sathîlik. Bizim için önemli olan bir şeyin ne olduğu değil, nasıl göründüğü. Yani o şeyin kabuğu, paketi, ambalajı. Seremonik ve sembolik meseleler söz konusu olduğunda mesela, burnumuzdan kıl aldırmayız. İki tıfıl bayrak yaksa yeri göğü inletir, kıyamet koparırız. Bu meseleye aklı selim ile yaklaşan insanları vatan hainliği ile suçlamayı da ihmal etmeden tabii. Bizim için Türk başbakanının AB liderleri fotoğrafındaki konumu, müzakere metninin içeriğinden daha önemlidir. Kılık kıyafet denince akan sular durur Türkiye’de. Bir hanım başörtüsü takıyorsa eğer okul, iş, üniversite, kamusal alan vs. haramdır ona. Kafasının içinin ne kadar dolu olduğu, ne ile dolu olduğu ilgilendirmez bizi. Dedik ya, önemli olan ambalajdır diye.
Hiçbir konuda dişe dokunur bir şey bilmezken, her konuda ahkam kesmeyi ihmal etmeyiz. Berberinden taksi şoförüne, mankeninden çöpçüsüne herkes stratejisttir, diplomattır, ekonomisttir, filozoftur bizde. Kimse bulunduğu konumla yetinmez. Herkesin gözü kulağı başkasının işinde. Yaptığı işi layığı ile yapıp yapmadığına bakmadan, üzerine vazife olmayan işlere burunlarını sokanlar az değildir Türkiye’de. Bizim kahvelerimizde okey, batak, bilardo oyunlarının yanı sıra devlet kurtarma seansları da yapılır her zaman. Fotomaç, Fanatik, hadi abartmayalım, Hürriyet, Milliyet, Sabah vs. üzerinden en derin siyasî, felsefî meselelere muttali oluruz biz. Ömründe iki sayfadan daha uzun bir metin okuyanımız çok azdır herhalde. Bizde kamuoyunu kitaplar, üniversiteler, think-tank’ler, akademik dergiler yönlendirmez. Bu işlev gazetelere ve televizyonlara aittir, ki köşe yazarlarının her halde çok azı ömründe iki sayfadan daha uzun bir metin kaleme almıştır. Her şeyi bilip de hiçbir şeyi bilmeyen bu köşe yazarlarının memleket üzerindeki etkisi ne yazık ki en büyük üniversitelerinkinden daha fazla.
Türkiye’nin kronikleşmiş pek çok meselesi (laiklik, din eğitimi, başörtüsü vs.) özü itibari ile felsefîdir. Bununla birlikte ne doğru dürüst bir tarih ve ne de felsefe eğitimi almış hazerâtın (mesela tıp profesörlerinin) bu konularda ahkam kesmesini yadırgamayız biz. Bir adam profesör olmuşsa, general olmuşsa, yüksek mühendis olmuşsa her şeyi biliyordur zaten, diye düşünürüz.
Ya üniversitelerimiz? Özellikle beşerî bilimlerde akademisyenlerimizin Batı tarihine, düşüncesine, felsefesine vukufiyetlerine dil uzatmak doğru olmaz. Gelin görün ki, aynı hocaların bizim tarihimiz, düşüncemiz, felsefemiz hakkındaki bilgileri son derece sathîdir. Akademisyenlerimizin pek çoğu için tarih Avrupa tarihi, medeniyet Avrupa medeniyeti, din Hristiyanlık, düşünce Avrupa düşüncesinden ibaret. İslam hakkındaki bilgileri çoğu zaman sınıftaki öğrencileri tebessüm ettirecek kadar güdük ve hatalı. Maalesef bu toprakların en büyük gerçeği olan İslam hakkındaki düşünceler ancak ilkokul seviyesindeki bir derinlikle serdedilmeye devam ediyor. Hasılı kelam, hemen her konuda sathîlik diz boyu. Tek kelime ile bilmiyoruz… Daha da vahimi, bilmediğimizi de bilmiyoruz.
Toplumsal Patlama
Birbirinden çok farklı şekillerde tezahür etmiş olsa da, geçtiğimiz ay yaşadığımız pek çok gelişmenin ardında yatan temel amil bu sathîlik idi. Mersin, Konya ve Trabzon’daki hadiseler, Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinin görüntüleri, Genel Kurmay Başkanı’nın ve ardından da Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşmaları ve Hükümet’in 17 Aralık’tan sonra içine düştüğü zor durum gibi.
Gerek Konya, Mersin ve Trabzon’daki hadiseler ve gerekse Fenerbahçe-Beşiktaş maçının görüntüleri toplumun basit bir kıvılcımla patlamaya hazır bir bomba olduğunu gösterdi. Dolayısı ile bayrak provokasyonundan sonra gelişen olayları yükselen milliyetçiliğin bir yansıması olarak görmek yanlış olur. O gün halkı galeyana getiren yakın sebep milliyetçi hissiyat olmuş olabilir. Ama aynı halk başka bir gün başka bir yerde, mesela Fenerbahçe-Beşiktaş maçında, aynı şekilde yine galeyana geldi. Bu defa yakın sebep futbol fanatikliği idi. Yarın başka bir amilin yakın sebep olduğu farklı bir kitlesel olaya tanık olmak bizi şaşırtmamalı. Zira elimizdeki malzeme malum. İnsanlarımız davranışları ile davranışlarının sebepleri ve sonuçları arasında bağlantı kurmaktan aciz. Yakın sebep konusunda yapılabilecek tek tahmin, ancak bir kolektif hissiyatın kitleleri bir araya getirebileceği gerçeğinden hareketle, bunun bir grup aidiyetine dayanması gerektiği. Böyle bir yapının her türlü manipülasyona ve provokasyona açık olduğunun altını ayrıca çizmeye gerek yok herhalde.
Peki insanlar tepkilerini ortaya koymak için bugüne kadar niçin beklediler? Bu sorunun cevabını tüm ayrıntıları ile verebilmek şu an için imkansız. Ama şöyle bir tahlil denemesi yapabiliriz. Türkiye 28 Şubat süreci ile başlayan ve ekonomik krizlerle pekişen zor bir on yıl geçirdi. Yüksek bir oy oranı ile tek başına iktidara gelen AK Parti hükümeti genç yüzleri ve dinamizmi ile insanlar için bir umut ışığı olmuştu. AK Parti’nin, 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi, Amerika’nın baskılarına direnebilmesi ve Avrupa Birliği yolunda attığı köklü ve uzun vadeli adımlar halkın umudunu daha da perçinledi. Ne var ki 17 Aralık AK Parti ile toplum arasındaki görünmez mutabakatın sonu oldu. Zira bu tarihten önce öyle bir hava estirilmişti ki 17 Aralık ile birlikte bütün dertler sona erecek, Türkiye için yeni bir dönem başlayacaktı. Halk buna kalben inandırılmıştı. 17 Aralık’tan sonra günlük hayatında herhangi bir değişiklik görmeyen halk için daha önceki tüm şartlandırmalar fiyasko ile sonuçlandı. Ekonomi kağıt üzerinde iyiye gitmesine rağmen bu halka yansımadı. İşsizlik oranında neredeyse bir değişiklik olmadı. Avrupa Birliği ile ilgili demokratik açılımlar halkın başörtüsü ve din eğitimi gibi konulardaki beklentilerinin gerisinde kaldı. Hükümetse mütereddit ve ne yaptığını bilmez tavırlarıyla halkın önüne yeni bir vizyon koymayı başaramadı. Sürekli olarak günü kurtarmaktan başka bir derdi olmadığı görüntüsünü verdi. Nihayet halk, geleceğine ilişkin umutlarını yitirdi.
Umut deyip geçmemek lazım. Umudun, yani geleceğe ilişkin zihinsel beklenti ve kurguların bugün üzerindeki belirleyici etkisinin siyasî örgütlerdeki yeri tahmin edilenden daha fazladır. Zira insanlar aç, susuz yaşayabilir ama ümitsiz yaşayamazlar. Geçtiğimiz günlerde meydana gelen toplumsal olayları bir ümit tükenişinin tezahürleri olarak okumakta fayda var.
Hükümet’in bu noktadaki zaafı da kronik meselemiz olan sathîlik ile irtibatlı. Maalesef Hükümet büyük ve güçlü bir vizyon çizebilmiş değil şu ana kadar. Bir vizyon çizmek elbette ki kolay bir iş değil. Her şeyden önce işin akademik bir veçhesi var. Vizyon yatay (mekan) ve dikey (zaman) düzlemlerde nerede durduğumuzu tespit ile alakalı. Yani yaşadığımız zaman ve mekanın koordinatlarını bilmeden, bizi bu noktaya getiren tarihsel arka planı vuzuha kavuşturmadan, bu noktadan sonra nereye gideceğimizi tespit etmek mümkün değil. Bu da kapsamlı bir tarih felsefesini ve siyasî ve sosyal değişim haritasını zorunlu kılar. Tüm bunları bir siyasi partiden beklemek de adil olmaz elbette. Bu açıdan AK Parti’nin hakkını yememek lazım. Ne var ki, etraflı bir vizyonun temayüz etmeyişi, büsbütün bir vizyonsuzluk anlamına da gelmez. Yani Hükümet’in, sorumluluğu tamamen üzerinden atmaya da hakkı yok.
Başka bir deyişle, halka bir vizyon sunmak onların önüne matbu bir manifesto koymak değildir. Ne yaptığını, nereye gittiğini bilen, kendinden emin bir lider ya da kadro da, en azından halk nezdinde, aynı işlevi görür. Ama maalesef Başbakan’ın yakın çevresinde böyle ciddi bir vizyon geliştirme probleminin olduğunu varsaymak için elimizde hiçbir kanıt yok. “Puro, aşk ve motosiklet” üçlemesi ile Türkiye’nin acilen ihtiyaç duyduğu bir vizyona ulaşılabileceğini zannetmek ancak yukarıda bahsettiğimiz sathîliğin bir eseri olabilir.
Keşke Herkes Mesleğiyle İlgilense
Hükümet’in sathîlikten kaynaklanan bu zaafı ülkede bir boşluk olduğu hissine neden oldu. Bu boşluk da değişik kesimlerce aynı sathîlikle doldurulmaya çalışıldı. Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki yıllık değerlendirme konuşmasında küresel, bölgesel, ulusal ve diğer pek çok mesele hakkındaki görüşlerini dinleyicilerle paylaştı. Basına açık olduğu için, görüşlerini halk ile paylaştı desek daha doğru. Ya da halk üzerinden bir yerlere mesaj verdi. Anayasa’nın ve demokratik çerçevenin kendisine biçtiği rol ile yetinmedi. Dolayısıyla Genel Kurmay Başkanı’nın konuşması şekil itibari ile demokrasi ile bağdaşmamakta. Bu nedenle de konuşmanın şekli Türkiye’nin demokratik olduğu tezini işleyen konuşmanın içeriği ile çelişmekte.
Benzer bir sathîlik, yani kendisine tevdî edilen görevle yetinmezlik, Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’in konuşmasına da yansıdı. Yirmi sayfalık konuşmasında Bumin Türkiye’nin hassas meselelerine değindi ve “kişisel görüşlerini” serdetti. Tabii bu görüşlerin önemli bir kısmı Türkiye’nin kanayan bir yarası olan başörtüsü meselesine dairdi. Bumin bu konudaki görüşlerini hukukî bir çerçevede dile getirdiği görüntüsünü vermeye çalıştı. Ama söyledikleri daha ziyade felsefî bir dünya görüşüne dayalı olduğu anlaşılan hissiyatının bir yansımasıydı. Nitekim söyledikleri meşhur anayasa hukukçuları tarafından hemen yanlışlandı. Şekil açısından konuşmasının bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konumuna uyup uymadığı meselesine ise hiç girmeyelim.
İşte durum böyle. Türkiye’de herkes her şeyi çok iyi biliyor. Kimse yaptığı işle yetinmiyor. Herkesin gözü görev alanının dışında. Aslında herkes siyasetçi. Ama meslekleri söz konusu olduğunda takdiri ilahî kimini siyasetçi yaparken, kimini asker, kimini hukukçu, kimini de manav yapmış.
Paylaş
Tavsiye Et